Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

A.T Mühürlenmiş Zaman
Insanoğlu bıkıp usanmadan, kendisiyle dünya arasında bir ilişki kurar, bu dünyayı sahiplenmek, sezgisel olarak algıladığı idealiyle bu dünya arasında bir uyum sağlamak için yanıp tutuşur. Bu isteğin yerine geti- rilemez olması, insanların hoşnutsuzluğunun ve kendi benliğindeki eksikliğin yarattığı acının bitip tükenmeyen bir kaynağını oluşturur. →Demek ki sanat ve bilim, dünyaya sahip olma biçimleri; insanın sözümona 'mutlak gerçek'e giden yol üzerindeki bilgi edinme bi- çimleridir. Zaman geri getirilemez, derler. Bir bakıma doğrudur, geçmiş ge- ri getirilemez. Ancak herkes geçmişte, şimdiki zamanın geçip giden geçici olmayan gerçekliğini bulduğuna göre 'geçmiş' ne demek olu- yor ki Geçmiş, bir anlamda, içinde yaşanan zamandan çok daha gerçektir, en azından çok daha dayanıklı, çok daha süreklidir. Şim- diki zaman akıp gider, kaybolur, parmaklarımızın arasından kum gi- bi kayar, Maddi ağırlığına ancak anılarda kavuşur Bilindiği gibi, Hazreti Süleyman'ın yüzüğüne şu satırlar kazılmıştır: "Her şey gelip geçicidir." Buna karşılık ben, etik anlamı içinde zamanın tersine çev- rilebilirliğine dikkati çekmek istiyorum. İnsan açısından zaman, ar- kasında hiçbir iz bırakmadan ortadan yok olmaz, çünkü insan için zaman öznel, manevi bir kategoriden başka bir şey değildir. İçinde yaşadığımız zaman, ruhlarımıza,zaman içinde kazanılmış denemeyimler olarak yerleşir. Bu ilkeyle insan, sanat ve kültür tarihinde ilk kez, zamanı ilk elden dondurma ve zamanı istediği sıklıktan yeniden yansıtma im- kânına, yani istediği sıklıkta, aklına estikçe zamana geri dönme imkanına kavuşmuştur. Böylece insana, gerçek zamanın bir kalıbı verilmiş oldu. Aruk görülmüş ve kaydedilmiş zaman, uzun bir sú- re (hatta teorik olarak sonsuza dek) metal kutularda muhafaza edilebilecekti. Sözcükler, sözcükler, başka hiçbir şey yok!' -gerçek hayatta sözcükler zaten yeterince anlamsızlar. Sözcük- le davranışın, sözcükle meselenin özünün, sözcükle düşüncenin bir an için olsun uyuştuğuna o kadar az tanık oluruz ki! Genelde insa- nın sözleri, ruhsal konumu ve fiziksel davranışları farklı farklı düz- lemlerde gerçekleşir. Birbirleriyle işbirliği yapar, zaman zaman bir- birlerini tekrarlar, daha çok çelişir, hatta zaman zaman da şiddetli çatışmalara giderek birbirlerinin maskesini düşürürler. Ancak ve an- cak aynı anda bütün bu 'düzlemlerde neyin neden meydana geldigi çok iyi bilinirse, sözünü ettiğim olgunun eşsizligi, inandırıcılığı ve gücü yakalanabilir, mizansen ve konuşulan sözcük arasındaki karşı- lıklı işlevsel ilişki bütün yön zenginliğiyle tam anlamıyla somut bir görüntü yaratabilir Seyirci aldığı bir sinema biletiyle kendi deneyimindeki gedikleri kapatmaya çalışır, yani bir alamda 'yitirilmiş bir zamanın peşini ko- valar. Bu sayede, huzursuzluk ve iletişimsizlikle belirlenen çağdaş hayatın yarattığı o manevi boşluğu doldurmayı umar. Kendi gerçe gine ulaşmaya çalışmak (zaten başka 'genel' bir gerçek de olamaz) demek, özgün fikirlerini şekillendirmek için özgün bir dil aramak demektir. Insanın, akıp gitmiş olan hayatına söyle bir donop bakruas hile, başından geçen olayları birbiriyle hiç karıştırmadığını hayretle fark mesine, karşılaştığı kişilerin benzerüzligini saptamasına yetiyor. To lillik ve karıştırılmamak, var olmanın her arina Gstün geliyor. Haya un kendisi de benzersiz ve karıştınılmazdır. Sanatçı işte bu hayati, her seferinde yeniden kavramak ve biçimlendirmek ister. Her seferinde bos yere, insan varlığının hakiki görüntüsünü sonu gelmez izlenimi doğuran kaynağından bulup çıkaracağını umarak, Gozellik, hayatın gerçeğinde saklıdır, sanatçı tarafından bir kere daha, kavrayıp buyuk bir dürüstlükle şekillendirildiğinde güzellik de ortaya çıkar. Az çok zeki bir insan, her sart altında kurmaca ile gerçek, sahte kärlık ile dürüstlük, yapmacık davranış ile doğal davranış arasında ayrım yapmasını bilir. Insanın hayat tecrübesiyle geliştirdigi belli bir algılama süzgeci vardır ve bu süzgeçle insan, bilinçli ya da cehalet ten kazara bozulmuş iletişim yapıları görüngülerine güvenmekten kendini sakınabilir. Görüntü kavramsal, spekülatif bir kalıba ne kadar az sokulursa asıl amacına o kadar çok yaklaşır. Bir filmde görüntü, kişinin bir nesne hakkındaki duygularını bir gözlem olarak sunabilme yeteneğine dayanır. Ancak insan günlük hayatında kaçı nılmaz olarak birini ötekine yegleyebiliyor, seçiyor ve sanat eserini kendi kişisel deneyimleri baglamında ele alıyor. Ve nasıl insan, dav- ranışlarında ister istemez faydacılığı ön planda tutuyorsa, yani önemli önemsiz her konuda kendi gerçeğini savunuyorsa, bir sanat eserine karşı da keyfince davranıyor. Eseri kendi hayatı bağlamında görüp belli bazı düşünsel formüllerle arasında bir bag oluşturuyor. Çunkü büyük sanatsal başyapıtlar doğaları gereği değişkendir ve birbirinden apayrı sayısız inceleme şekillerine imkan saglarlar. Gogol'un yazdığı gibi görüntu, hayat hakkındaki kavranılan ya da tahayyülleri değil, hayatın kendisini ifade etmekle yukumludur Yani, göruntu hayatın bir göstergesi ya da simgesi değildir. Görun- tu, hayatın tekilliğini dile getirerek onu cisimlendirir. Peki ama, ti pik ne demektir? Sanatta tekil tekrarlanabilmezlik ile tipiklik arasım da ne gibi bir ilişki olabilir? Görüntünün ortaya çıkışı tekilligin or tava çıkışıyla özdeş olduğuna göre tipikligin yeri neresidir? Tabii ki, kurgu yasalarını, zanaatın bütün diğer yasaları gibi çok iyi bilmek gerekir. Ancak gerçek yaratıcılık, bu yasaların çiğnendiği ya da biçim bozukluğuna uğratıldığı an başlar. Her şeyden önce, insan neden sanatlar içinden sinemayı seçtiğini, ne söylemek istediğini, neden bunları ille de filmin şiirselligi aracılığıyla dile ge türmeyi düşündüğünü bilmeli. Kameraman görevini tam olarak anlayamazsa, o zaman film, biçimsel olarak olağanüstü çekilmiş olsa bile onu taşıyan düşüncenin doğrul tusundan sapmış olur, yani sonuç olarak bütünselligini yitirir. Sanat yönetmeninin göğsünü kabartan en muhteşem dekorlar ve yapılar, eger yönetmenin ilk projesinde belirlenen temel dürtulen yansıtmıyorlarsa, filmi bozacak, hatta başarısızlığa neden olacaktır. Eger bir besteci yönetmenin denetiminden çıkarak film müziğini kendi bildiği gibi yazacak olursa, o zaman filmin gerçekten ihtiyaç duyduğundan bambaşka bir şey ortaya çıkacak ve ana düşünce ger- çeğe dönüştürülememe tehlikesiyle karşılaşacaktır. Hiç abartımaksızın söyleyebiliriz ki, attığı her adunla yönetmen. senaristin ne yazdığını, oyuncunun ne oynadığını, kameramanın ne çektiğini ve nihayet kurgucunun filmi nasıl kesip yapıştırdığını göz- lemekle yetinen salt bir tanık olma tehlikesiyle yüz yüze gelir. Zaten ticari fabrikasyon yapımlarda da bu genellikle böyledir. Öyle durum- larda yönetmenin tek görevi, film ekibinin tek tek her üyesinin pro- fesyonel çabalarını eşgüdümlemektir. Kısacası: Insanın kafasında bir kere şekillenmiş düşüncelerin dağılmaması için gösterdiği bütün ça- balar, sıradan yapım düzeniyle çarpıştığında kendi yönetmen filminde israr etmesi oldukça zordur. Yönetmen, ancak ana düşüncesindeki tazeligi ve canlılığı koruyabildiği takdirde başarı sağlayabilir. Hemen baştan söyleyeyim: Senaryo benim gözümde hiçbir za man özel bir edebi değer taşımadı. Asla! Bir senaryo ne kadar film- selse, edebi başarı sağlama umudu o kadar azdır. Bu yönüyle pek çok tiyatro oyunundan farklı bir konuma sahiptir. Ayrıca, gerçek bir edebi degeri olan bir flunduğu bu koşullar sürdükçe sinema alanındaki gerçek sanat eserlerinin geniş bir seyirci kitlesine ulaşması bir yana yapılabil- mesi bile zor olacaktır. Sanat'ı, sanat olmayan'dan ve açık taklitlerinden ayırmak için başvurduğumuz ölçütler öylesine göreceli ve kaypaktır ve nesnelleş- tirilmeleri öylesine imkânsızdır ki, hiç farkında bile olmadan bir de bakmışsımız, estetik değerlendirme ölçütlerinin yerini ya azami kar düşüncesi ya da çeşitli ideolojik amaçların belirlediği faydacı değer- lendirme ölçütleri almış. Bence, her ikisi de sanatın asıl görevinden aynı ölçüde uzaktır. Sanat, doğası gereği aristokrattır ve dolayısıylailm senaryosuna bugüne kadar hiç rast- lanmamıştır. Her insan aynı olayı kendine özgü, tekil biçimde yaşar, Üzüntü ve karamsarlık dolu insanların bir kısmı içlerini dök- meye, kendilerini açmaya çalışırken, başka bir kısmı da acılarıyla yalnız kalmak isterler Suna inanıyorum ki, kendi düşüncelerini gerçekleştirme arayışı içinde olan sanatçı, eserleriyle ilgilenecek birinin mutlaka var oldu- ğu inancını taşımasa bu işe hiç kalkışmazdı. Öte yandan sanatçı, ya- ratırken, kendisiyle diğerleri arasına bir perde çekip anlamsız ve önemsiz günlük olaylardan kendini soyutlamalıdır. Zira sanatçının yaratıcı geleceğine gerçek anlamda sahip çıkabilmesinin biricik gü- vencesi, sonsuz bir samimiyet ve dürüstlük, buna ek olarak insanlar adına yüklendiği sorumluluk bilincidir. Ayrıca, kötu zevkinden dolayı bütün suçu seyircinin üzerine at- mak da doğru değildir, çünkü hayat bize estetik ölçütlerimizi mű- kemmelleştirmede fırsat eşitligi tanımamaktadır. İşte durumun ger- çek trajikligi de burada yatar. Şimdi kalkınız ve bir sanatçı için 'en yüksek yargı mercii seyircidir görüşünü savununuz; buyrun! Peki, ama bu yargıç kim olabilir? Hangi seyirci? Kultur politikası sorum- luları, zahmet olmazsa koltuklarından kalksınlar da zevkleri iflah ol- maz biçimde körelten bilinçli taklitler ve çıkartmalarla seyirciyi tıka basa doyuracaklarına, lütfedip, belli düzeyde bir kültürel ortam, bel- li bir sanat üretimi oluşturulması için çaba harcasınlar. Bu, ne yazık ki sanatçıların değil, sorumlu kültür politikacılarının verecekleri bir karardır. Biz sanatçıların taşıdığı tek sorumluluk, kendi yapıtlarımı- zın düzeyini yükseltmektir. Bir sanatçı, kendisini ilgilendiren her şey hakkında, içtenlikle ve kararlılıkla görüşlerini açıklar. Seçtiği konunun gerçek derinliği ve önemi olup olmadığına da varsın seyirci karar versin. Seyircisinin hoşuna gitmek isteyen, onun zevk ölçütlerini olduğu gibi kabul edip benimseyen bir insanın seyircisine saygı yoktur. Bu tutumunun tek bir anlamı olabilir, o da seyircisinin cebindeki para- ları kendi cebine aktarma isteğidir. Bu düşüncede olanlar yüksek sa- natın ideal örneklerini vererek kamuoyunu eğitmektense diger sa- natçılara para kazanmanın yollarını öğretmeye kalkarlar. Seyirci ne yapsın, kendi doğruluğundan emin, kendi beğenmişliği içinde yaşa- mayı sürdürür Kendi yargılarına karşı eleştirel bir tutum almayı ög- retmediğimiz sürece seyirciyi önemsiyor sayılmayız. Leo Tolstoy Sivastopol Öykülerinde bir askeri hastanenin kor- kunçluğunu en ince ayrıntısına kadar gerçekçi bir biçimde betimler. Ancak bu ürkütucü ayrıntıları ne kadar titiz ve gerçeğe uygun bi çinde betimlerse betimlesin, okuyucu, doğalcı bir acımasızlık için- de verilmiş bu göruntüleri kendi deneyimleri, arzuları ve görüşleri- ne göre uyarlama imkanına sahiptir. Zira, okuyucu kendi tasarımla- rının yasalarına uygun olarak her metni seçici biçimde algılar. →Bin kez okunan bir kitap, bin ayrı kitapur. Hayal gucu sınırsız bir okur, kısa ve oz tutulmuş anlatımları bile bazen yazarın düşundu- günden daha açık görebilir (yazarlar da aslında bu tür genişletilmiş okumalara bel bağlamışlardır). Çekingen, ahläki önyargılara sahip. dar kafalı bir okursa, acımasızca anlatılmış bütun ayrıntıları, sahip olduğu ahlaki-etik önyargıların süzgecinden geçirerek atlaya atlaya okuyacaktır. Böylece ortaya, yazar-okur ilişkisinin temel fenomeni olan öznel izlenimlerin garip bir tashihi çıkar. Ancak bu fenomen tıpkı Truva atına benzer, içindeki yazar buradan okurun ruhuna si- zar. Sonuç okurun da ikinci bir yazar gibi yaratıcılığa zorlanmasıdır. Bir kitap okumanın bir film seyretmekten çok daha zor ve yorucu ol- duğu şeklindeki görüş de işte buradan kaynaklanır. Film, genelde tamamen edilgen olarak tüketilir: 'Seyirci koltuğuna kurulur, maki- nist de makaraları harekete geçirir... Seyirci kitlesi sinemada acaba neden kendi, hayatıyla hiçbir ilgi si olmayan egzotik konuları yeglemektedir? Anlaşılan kendi hayat- larını yeterince bildiklerini düşünüyorlar, kendi hayatlarından gina getirdiler ve sinemada bilinmedik deneyimler edinmek istiyorlar. Seçtikleri filmler ne ölçüde egzotik ve kendi hayatlarından uzaksa o kadar ilginç, eğlendirici ve bilgilendirici geliyor. Ama bu durum daha çok sosyologları ilgilendiren bir sorun: Aca- ba neden bir grup seyirci sinemada yalnızca eğlence peşinde koşar- ken başka bir grup, akıllı bir dert ortağı bulma umudunu taşır? Ni- çin bazılarına göre, gerçekte zevksiz ve yeteneksiz bir zanaatkârlık demek olan yüzeysellik ve sözümona 'guzellik' onemliyken, digerle- ri son derece duyarı, gerçekten estetik olayları yaşama yeteneğine sahiptirler? Insanların büyúk çoğunluğunun estetik, hatta zaman za- man ahlaki vurdumduymazlıgının sebepleri nelerdir? Bunun sorum- lusu kimdir? Bu insanları bir yucelige, bir guzellige, tinsel bir cos kuya ulaştırmanın yolu yok mu? Insanda sanat duygusu bunlar ol- madan gelişebilir mi? Acı olan, bizim gerçekten özgür olmayı bilemeyişimiz. Bizler, be- delini başkasına ödettiğimiz bir özgürlük istiyor, başkaları adına is. teklerimizden vazgeçmeye yanaşmadığımız gibi, bunu kişisel hakla- rımıza ve özgürlüklerimize yapılan bir saldırı olarak görmekten de çekinmiyoruz. Bugün her birimizin en belirgin özelliği aşırı bireyci- ligimizdir. Fakat özgürlügü burada aramak boşuna. Özgür olabilme- miz için, hayattan ve çevremizdeki insanlardan bir şey beklemek ye- rine önce kendimizden talep etmesini öğrenmeliyiz. Özgürlük, bu, sevgi adına fedakarlıkta bulunmak demektir. Her insanda dünyanın, gördugü ve algıladığı şekilde var oldugu- nu sanma egilimi vardır. Ancak ne yazık ki dünya hambaskadu! Kendisi için var olan şey ancak insan pratigi süreci sonunda bizim için olan şeyler'e dönüşür, Insanın zorunlu bilgi edinme aşamaları da buradan geçer. Insanın dunya hakkında edindiği bilgi, ona doga tarafından verilmiş duyu organlarıyla sınırlıdır. Nikolay Gumil- yov'un bir keresinde dediği gibi, 'alıncı duyu' için de bir organ ge- liştirebilseydik, dünyayı bambaşka boyutlarda görürdük. Aynı şekil- de sanatçı da sahip olduğu dünya görüşüyle, kendisini saran dünya- yi bir arada tutan sebebi kavrayışıyla sınırlıdır. Kameranın hiçbir seçme yapmadan, yani hiçbir sanatsal ilkeye dayanmadan, 'doğada durdukları şekliyle' sabitleştirdiği filmsel dogalcılıktan bir fenomen olarak söz etmenin anlamsızlığını göstermeye bu bile yeter. Bu tur bir doğalcıık yoktur. Sanat varlığımızın anlamını simgeleştirir. Benim gözümde fikri bunalim' her zaman bir sıhhat belirtisi ol- muştur. Zira bence, 'fikri bunalım kendini bulma, yeni inançlara kavuşma çabasıdır. Fikri bunalıma, fikri sorunlarla yüz yüze gel- mekten çekinmeyen herkes, eninde sonunda düşmek zorundadır. Başka türlü olması da beklenebilir mi? Hayatın uyumsuzluklarla dolu olmasına karşın ruhumuz uyum diye yanıp tutuşmaz mı? İş- te bu çelişki, hareketin uyarıcısı, ama aynı zamanda acılarımız ve umutlarımızın kaynağıdır. Bizim fikri derinliğimizin, manevi im- kânlarımızın onayıdır. Zayıfık beni, dışa taşan kişiliğin, başka insanlara ve hayatın hep sine karşı saldırgan tutumun, kendini kanıtlamak amacıyla insanla ra kendı amaçlaritu kabul ettirme arzusunun karşıtı olduğu için il- gilendirir. Maddecilige dayalı sıradan hayata direnen her türlü insan enerjisine hayranım. Bundan sonraki filmlerimin içerikleri de hep by konu üzerinde yoğunlaşacaktır. filmlerimde simgesel ve mecazlara asla yer vermediğime ikna edemedim.Özellikle de yağmurun anlamı konusunda beni çok sıkıştırdılar. Neden yağmur? Neden iki- de birde beliren rüzgâr, ateş ve su? Bu tür sorular beni büsbütün çileden çıkartıyor. Yağmurun, içinde büyüdüğüm doğanın bir özelliği olduğu söy- lenebilir. Rusya'da insanı hüzne bogan, ardı arkası kesilmeyen yag- murlar yağar. Büyük kentleri değil doğayı sevdiğim ve Mosko- va'dan, uygarlığın nimetlerinden üç yüz kilometre uzaklıktaki ti- pik Rus köy evimde kendimi hep çok mutlu hissettiğim de söyle- nebilir. Yagmur, ateş, su, kar, çiy ve tarlalar, içinde yaşadığımız maddi çevrenin parçalarıdır, buna hayatım gerçeği de diyebilirsi- niz. Bu nedenle insanların, duyarak görüntüye aktarılan doğanın keyfini süreceklerine, içinde birtakım gizli anlamlar aradıklarını duyduğumda fazla sevinemiyorum, doğrusu. Başkalarına yağmu- run kötü havayı çağrıştırmasına karşılık ben yağmuru, filmdeki ey- leme damgasını vuran bir tür estetik çerçeve olarak kullanırım, Tanrı aşkına, bu sözüm sakın yanlış anlaşılmasın, doğanın filmle- rimde herhangi bir şeyi simgeleştirmesini asla istemem. Ticari filmlerde bazen sanki hava diye bir şey yokmuş gibi davranılır. Bu filmlerde her şey, mükemmel bir ışıklandırmayla belirlenir: Amaç, hızlı çevirimdir. Orada her şey senaryoda öngörülen konuya uy- gun, akar gider. Ve kimse öylesine düzenlenmiş bir çevrenin bas- makalıplığına, ayrıntının ve atmosferin ihmale uğramış olmasına kızmaz. Fakat sonra sinemacının biri kalkıp dünyayı seyirciye ger- çekten yaklaştırmaya, seyirciye gerçek dünyayı bütün ayrıntılarıy- la algılama, aynı zamanda da 'keyfini sürme', ıslaklığını kuruluğu- nu kendi teninde hissetme imkânı vermeye çalıştığında bir de ba- kar ki; seyirci, bu izlenimlere duygusal olarak, doğrudan estetik anlamda kendini kaptırma yeteneğini çoktan yitirmiş, kendini de- netlemek zorunda hissederek durmadan 'acaba', 'niçin', 'neden' di- ye şüpheci gözlerle sorular sormakla yetiniyor. Ancak bu da tam anlamıyla kendini bilmek- ten geçer, şu dunyadaki hayatımın merkezi olan 'ben'in manevi bir mükemmellik peşinde koştuğu ve kendini benmerkezci hırslardan kurtardığı ölçüde bir anlamı ve nesnel degeri olduğu bilincinden ge- çer. Insanın kendisini düşünmesi, yani kendi ruhu uğruna mucade- le etmesi, büyük bir kararlılık ve muazzam bir gayret gerektirir. Ben- merkezci-faydacı çıkarlardan, kendini biraz olsun kurtarmaktansa. ahlaki ve etik açıdan kendini bırakmak çok daha kolaydır. Insanlar arasında ilişki öyle bir şekil almıştır ki, sonuçta hiç kim- se kendinden bir şey beklememekte, herkes kendisini etik çabalar- dan soyutlayarak kendisiyle ilgili talepleri diğer insanların, bir an- lamda bütün insanlığın sırtına yıkmaktadır. Uyumlu olmak, kendi- ni feda etmek, geleceğin inşasına katılmak; bunlar hep başkaların- dan beklenen hasletlerdir. Kişinin kendisi bu sürece hiçbir şekilde katılmamakta, dünyada olup bitenlerden kişi olarak kendisini so- rumlu tutmamaktadır. Bu sorumluluktan kaçmak, kendi bireyci çı- karlarını genelin yüce görevlerine feda etmemek için de binlerce se- bep öne sürmektedir. Hiç kimsede dönüp şöyle bir kendine bakacak, kendi hayatına, kendi ruhuna karşı olan sorumluluğunu ele alacak ne bir istek ne de cesaret vardır, Başka bir deyişle: Özgün değil 'genel çabaların ürünü olan bir toplumda yaşıyoruz. Tek tek bireylerin çıkarlarını kaale almaksızın insanların enerjileri ve gayretlerini şekillendiren ve kullanan yaban- çı düşünceler ve hırsların, daha doğrusu liderlerin bir aleti olmakta- dır insan. Sonuçta, kişisel sorumluluk sorunu äådeta ortadan kalkmış ve insanın kendine karşı sorumsuzca davranmasına göz yuman yan- lış bir 'genel'in çıkarına feda edilmiştir. Ne var ki, kendi sorunlarımızın çözümünü başkalarına devretti- gimiz an, maddi ve manevi gelişim arasındaki uçurum da derinleşir. Başkalarının bizim adımıza kesip biçtiği bir fikirler dünyasında yaşı- yoruz. Bu demektir ki, ya bu fikirlerin standartlarına göre kendimi zi geliştiriyoruz ya da bu fikirlere giderek daha da umutsuz biçimde yabancılaşarak onlarla çelişkiye düşüyoruz. Kanımca, kişisel ile genel arasındaki buhran, ancak insan top- lumsal eğilimlere uyum sağladığında çözülebilir. Peki, ama kendi- ni genel bir dava adına feda etmek ne demektir? Kişisel olanla top- lumsal olan arasındaki trajik buhran da zaten buradan kaynaklan- mıyor mu? Bir insan, toplumun geleceğinden kendini sorumlu tut- maz, başkalarını yönetme, onların kaderlerini, toplumsal gelişme- de onlara uygun gördüğü role tabi kılma hakkını kendinde görür- se, işte o zaman bireyle toplum arasındaki parçalanmışlık giderek daha da keskinleşir. Acının kaynağı memnuniyetsiz- liktir, insanın o an içinde bulunduğu durumla ideal arasındaki ça tışmadan doğar Insanın gerçek bir Tanrısal özgürlük uğruna mú cadeleyle ruhunu güçlendirmesi, 'mutluluk duygusundan çok da ha önemlidir. Sanat, bir insanın muktedir olduğu en iyi şeyi, yani umudu, inan- cı, aşkı, güzelliği ya da istediği ve umduğu en iyi şeyi güçlendirir. Yüzme bilmeyen bir insan suya atladığında vücudu -kendisi değil- kendini kurtaracak içgüdüsel hareketler yapmaya başlar, İşte sanat da suya atılmış bir insan bedenine benzer, insanlığın manen boğul- masını engelleyecek bir içgüdüdür. Sanatçı, insanlığın manevi içgu- düsünün temsilcisidir, Genel anlamda sanat nedir? lyi midir, kötü mü? Tanrı vergisi mi- dir, yoksa şeytanlık aracı mı? İnsanın gücünden mi doğar, yoksa za- yıflığından mı? Insanların birlikteliğinin bir güvencesi ve toplumsal uyumun bir göstergesi midir? İşlevi bu mudur? Sanat, ilan-ı aşk gi- bi bir şeydir. Insanın diğer insanlara bağımlılığının bir itirafıdır. Bir aydınlanmadır. Bilinçsiz bir eylemdir ama hayatın asıl anlamını, ya- ni sevgiyi ve fedakârlığı yansıtır.
·
483 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.