Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Tsinandali'de esir alınan Prensesler ve Madam Drancy, acı ve korku dolu bir diyara doğru yol alıyordu. Başlarındaki dağlılar, esirleri kendi malı gibi görüyorlardı. Onları İmam'a teslim ettik­lerinde büyük bir mükafat alacaklardı. Fakat dağlılar, esirlerinin önemi ve konumunun farkındaydı. Son derece gaddar tavırlar sergileseler de kimse esirlere elini dahi sürmedi. David Han'ın eşi olarak gördükleri Prenses Anna'ya, Hanha diye hitap ediyor­lardı. Yarı çıplak, elleri bağlı ve sendeleyerek yürüyen bu kadına hayranlıklarını gösteriyorlardı. Çocuklarının yanına getirilmesi­ni isteyen Prenses Anna'nın bu genç yaşında beş çocuk doğur­muş olabileceğine inanmakta güçlük çektiler. Kendi eşleri, otuz dört yaşına basmadan yaşlanıyordu. Prensesler, Çeçenlerle Lezgiler arasındaki farkı henüz bilmiyordu. Gürcülerin gözünde hepsi "Tatardı''. Fakat kendilerini esir alanların Şamil'in seçkin asker­leri Çeçenler olduğunu, çok daha gaddar bir mizaca sahip olan Lezgilerinse Madam Drancy'nin ifadesiyle merhametsiz, "zor in­sanlar" olduğunu öğreneceklerdi. Dağlıların, hem acımasız hem de merhametli bir yönü vardı. Örneğin bebek Aleksandr açlıktan ağlamaya başlayınca adamlardan biri ona şeker getirdi. Yine aynı adam, insafsızca dövdüğü dadıyı zorlu arazi şartlarında dörtnala sürdüğü atının peşinden sürükledi. Ayağındaki yaradan dolayı büyük acı çeken Prenses Anna, mağ­rur duruşunu muhafaza ediyordu. Omuzlarına dökülen siyah saçları, bir örtü gibi yüzünü gizliyordu. Netice de o, bir kral toru­nuydu. Haşmetli tavırları, dağlıları etkilemişti. Prenses Orbelya­ni, başörtüsünü kaybetmişti. Onun da saçları, omuzlarına dökü­lüyordu. Üzerinde hala siyah elbisesi vardı. Büyük savaşçı Ellico Orbelyani'nin dul eşi olması nedeniyle dağlılar, ona büyük bir merak ve saygıyla yaklaşıyordu. Kocasının cesaretini hatırlayan dağlılar, Prenses'i görmek ve Ellico'nun oğlu küçük Aleksandr'a dokunmak için etraflarına toplanıyordu. Prenses'i teselli etmeye çalışıyor, kocasının hala hayatta olduğunu ve Türklerin elinde esir tutulduğunu söylüyorlardı. Belki büyük bir kahraman değil­di ama neticede hayattaydı. Dağlıların arasındaki esir Prenses' in üstü başı dağılmıştı. Bitkin düşmüştü. Yine de kocasının cesare­tini hatırlayan dağlıların ilgi odağıydı. Duyduklarına tebessümle karşılık verdi. Genç Prenses Nina, diğerleri kadar büyük sıkıntı çekmedi. Dağ­lılara canla başla direnen dinç ve sağlıklı biri olduğu için elleri arkadan bağlanmış ve bütün yolu bu şekilde gitmek zorunda kal­mıştı. Fakat altın ve inci işlemeli kadife elbisesi, dağlıları güzelli­ği kadar etkilemişti. Alazani'yi geçerken atından düşen Prenses Nina, boğulma ve atların ayakları altında ezilme tehlikesi yaşa­mış, eline bağlanan ipi çeken dağlı tarafından kurtarılmıştı. So­luk soluğa kıyıya çıkarılan Prenses Nina, yolun devamını Çeçen atlının eyerinin arkasında gidecekti. Prenses'in yanından bir an olsun ayrılmayan soylu Çeçen esirinin güzelliği karşısında adeta büyülenmişti. Yine de saygısını muhafaza ediyordu. Madam Drancy'i esir alan Lezgi eşkıya, o kadar da merhametli değildi. Esiri sözünden çıktığında omzuna kırbacı indiriyor, at­lardan ve dağ yollarından korkan kadınla alay ediyordu. Bataklık gibi iç karartıcı bir yerde uyumak için atlarından indiler. Burka­sını yere seren adam, Madam Drancy'in yatağını paylaşmasını istedi. Bu teklifi küfürler savurarak geri çeviren Madam Dran­cy Fransızca konuşuyor ve yabancılardan böyle davetler almaya alışkın olmadığını anlatıyordu. Fakat adam laftan anlamıyordu. Madam Drancy'nin boynundaki altın zincirde sallanan dini ma­dalyaları gören Lezgi bunları para zannetti. Kadının üzerini ter­biyesizce aramaya başladı. Madam Drancy'nin korsesinin içine sakladığı aşk mektuplarını ve bir tutam saçı bulunca ikilinin ara­sında arbede yaşandı. Karanlıkta yere düşen madalyalar kaybol­du. Bunun üzerine adam, Madam Drancy'i dövmeye başladı. Fa­kat Madam Drancy'nin öfkesi dinmek bilmiyordu. Yol boyunca durmadan sorun çıkardı. Üstü başı batan ama cesaretini koruyan Madam Drancy, mola verdiklerinde yine ilgi odağı oldu. Yüzü barut tozundan kararmış vahşi görünümlü biri, öne çıkıp kadını yanına çekti. Madam Drancy korkudan felç olmuş durumdaydı. Lezgi, bozuk Gürcücesiyle "Bu gömlek dikmeyi biliyor mu?" diye sordu. Zaten yabancı mürebbiyelere garazı olan hizmetçilerden biri, evet biliyor diye cevapladı. "O zaman üç ruble veririm" dedi Lezgi. Madam Drancy'nin ata bindirildiğini gören Prenses Orbelyani, birden öne atıldı ve onun ünlü bir Fransız generalin eşi olduğunu, karşılığında fidye alınabileceğini söyledi ve gerekli saygının gösterilmesini istedi. Adamlar ve naipler, Fransa'nın adını dahi duymamıştı. Ne böyle bir ülkenin gerçekten var olduğuna ne de bu deli kadının fazla para edeceğine inanıyorlardı. Madam Drancy'i kendisini satın almak isteyen adamın elinden kurtaran şey, onu ilk esir alan ada­mın gelmesi oldu. Öfkeyle Madam Drancy'i çekip aldı. Adamlar tam hıncallarını çekip birbirlerine girmek üzereydi ki araya gi­ren naip, "İmam Şamil için!" diye bağırdı. Adamlar geri çekildi. Kafile yoluna devam ediyordu. Madam Drancy, çok kararlı bir kadındı. Tiflis'e daha iyi bir hayata kavuşma umuduyla gelmiş ama işler umduğu gibi gitmemişti. Günlerce bir çıkar yol bul­maya çalıştı. "Oğlum Gaston'u ve ihtiyar annemi düşündüm. Bu vahşi canavarlardan birine Fransızca öğretmeye kadar verdim. En fazla üç senemi alırdı. Böylece beni anlayabilecek ve kaçıp memleketime dönmeme yardım edecekti." Bu cümlelerden an­laşılacağı üzere Madam Drancy, hayalci denebilecek derecede iyimserdi. Konhi tepesine yaklaşan grup, Rus askerlerinin kendilerini bek­lediğinden habersizdi. Kabardey atları, ağır ağır yol alıyordu. Hala titreyen esirler, dağlılara sarılmış atlarından düşmemeye çalışıyordu. Etraflarındaki hayvanlarla birlikte yaylalara doğru gidiyorlardı. Prenses Anna, o kadar bitkin düşmüştü ki ayakta duracak hali yoktu. Naiplerden biri, Prenses'i atının arkasına bindirdi. Dar geçide girerken daha yakın düzene geçtiler. Önde Çeçen muhafızlar gidiyordu. Onları, esirleri taşıyanlar takip edi­yordu. Arkalarında bir grup asker, ganimetleri taşıyan katırlar ve büyükbaş hayvanlar vardı. Birden ortalık karıştı. Atlar şaha kalkıyor, adamlar bağrışıyor ve kadınlar çığlık atıyordu. Üzerlerine kurşun yağıyordu. Kimse, ateşin kimden ve nerden geldiğini bilmiyordu. Öndeki birlikler birkaç kayıp verdi. Rus kurşunları, bazı esirlere de denk gelmiş­ti. Hemen geri dönen Çeçenler kaçmaya başladı. Ruslar, yaylım ateşine devam ediyordu. Prens Anna'yı esir alan adamın atı, çok güçlüydü. Geri çekilenlerin başına geçen adam, atını son sürat sürüyordu. Bir kolunda bebeğini taşıyan Prenses, diğer eliyle adamın kemerinden tutmak zorunda kaldı. Kurşunlar vızır vızır yanlarından geçiyordu. Etrafına bakan Prenses, üzerinde kimse olmayan bir atın dörtnala gittiğini gördü. Eyerin üzerinde siyah renkli yırtılmış bir etek vardı. Eteğin kız kardeşine ait olduğu­nu düşündü. Muhtemelen vurulup atından düşmüştü. Perişan haldeki Prenses'in kolları uyuşmaya başladı. Çeçeni durdurup ya bebeğini kendisine ya da kendisini eyere bağlamalıydı. Yoksa o da düşecekti. Fakat Prenses'in yakarışlarını duymayan adam, atını dörtnala sürmeye devam ediyordu. Prenses, uyuşan koluyla bebeği tutmakta güçlük çekiyordu. Bebeği az kalsın düşürecek­ti. Çeçenler son sürat dağlara doğru gidiyordu. Prenses, ağlayan bebeğini bacağıyla tutmaya çalışıyordu. Küçük bebek, her hop­lamada sağa sola savruluyor, üzengiye ve atın karnına çarpı­yordu. Fakat Çeçenler, bebeği düşünecek durumda değildi. Bir türlü dizginlere asılmıyorlardı. Birkaç dakika sonra Prenses'in parmaklarının takati tükendi ve bebek yere düştü. Bebeğin ağ­laması, annesinin çığlıklarına karıştı. Naip, hala yoluna devam ediyordu. Arkalarından gelen Çeçenler, farkında olmadan zaval­lı bebeğin üstünden geçti. Bir yandan atlarını sürüyorlar, diğer yandan gülüyorlardı. Tsinandali'yi yağmalayıp halkı esir almış­lar ve Rusların kurduğu tuzaktan kurtulmayı başarmışlardı. La ilahe illallah! Bütün kafile, tepedeki kayalık geçitlere varmayı başardı. Arkalarında birkaç başıboş at ve vadiye yayılmış birkaç ceset bırakmışlardı. Ertesi sabah Prens David'in adamları yerde yatan bebeği bulacaktı. Hatırlayacağınız üzere kısa bir süre önce Şamil'in eline geçen Pohali Kulesi'ne vardıklarında, Prenses Anna herkese bebe­ği Lydia'nın akıbetini sormaya başladı. Çocuğunun öldüğüne inanmıyordu. Arkalarından gelen askerler tarafından bulunmuş olmalıydı. Onların bebeği fark etmeden yola devam ettiğini bil­miyordu. Arkalarından gelen atlıların aceleden hiçbir şeyi gö­zünün görmediğini bilen Prenses Orbelyani, durumu kardeşine söylemeye cesaret edemedi. Prenses'i ayakta tutan tek şey umuttu. Şamil, adamlarının Lezgi hattına düzenleyeceği saldırıları izle­mek için bizzat Pohali Kulesi'ne gelmişti. Yanında, Tsinandali baskınını organize eden küçük oğlu Gazi Muhammed vardı. On bin adamı kulenin etrafını sarmıştı. Adamlar, aralarından ge­çen esirleri hiç kımıldamadan izliyordu. Sadece siyah sancaklar dalgalanıyor ve ipe bağlanmış kesik başlar sallanıyordu. Mürit­lerin çoğu, hayatlarında ilk defa başörtüsüz bir kadın görmüş­tü. Donakalmışlardı. Sonra birden naralar atmaya başladılar. Esirler, güneş yanığı ve donmaya karşı önlem olarak yüzlerine barut süren bu adamların bağırışlarını duyunca dehşete kapıldı. Kadınlar, istemsizce elleriyle yüzlerini kapadı. Başlarındaki ko­mutanlar olmasa, adamlar savaş ganimeti olarak gördükleri esirlerin üzerine çullanacaktı. Fakat Şamil'in naipleri, ellerinde şaşkaları adamların arasında dolaşıyordu. Esirler, hiç rahatsız edilmeden Pohali Kulesi'ne girdi. Gazi Muhammed, naipleriyle birlikte esirlerin durumuna bak­maya geldi. Şamil'in ikinci oğlu ve veliahdı olan Gazi Muham­med, Golali naibi ve Karatay valisiydi. Savaşta olmadığı zaman­lar Karatay' da yaşardı. Babasına sorgusuz sualsiz itaat eden Gazi Muhammed daha hoşgörülü biriydi. Bu nedenle hem halk hem de naipler onu sevip sayardı. Şamil' in korkunç şöhreti, ona zarar vermeye başlamıştı. Kendi aralarında fısıldaşan insanlar, Gazi Muhammed' in daha iyi bir reis olacağını söylüyordu. Müritlerin en yetenekli komutanlarından biri olan Gazi Muhammed genç, yakışıklı, kudretli ve sevilen biriydi. Hayatının en parlak döne­mini yaşıyordu. Nereye gitse coşkuyla karşılanıyordu. Köylüler, onun avullarım ziyaret etmesini dört gözle beklerdi. Etrafını sa­ran kadınlar; "Ey Gazi Muhammed, yollarına inciler serpilsin, di­leklerinin hepsi gerçekleşsin" diye şarkı söylerdi. Kafkasyalılar, her olay için bir şarkı yazardı: Uyanmak için ayrı, uyumak için ayrı, zafer ve mağlubiyetler için ayrı şarkıları vardı. Bir keresinde korkunç bir savaştan sonra geri çekilmek zorun­da kalan Gazi Muhammed, dağlara ulaşmak için hiç durmadan atını sürerken eyerinin üzerinde uyuyakalmıştı. Şafak sökerken gözcülerden biri Rusların yaklaştığı haberini getirdi. Gazi Mu­hammed'in etrafına toplanan Müritler, onu uyandırmak için şu şarkıyı söyledi: Uyan artık Gazi Muhammed, uyku vakti geçti. Peşimizde Ruslar, daha kazanacak bir savaş var. Uyanan genç naip, savaşa kaldığı yerden devam etti. Cesareti meşhurdu. Torunlarının anlattığına göre "en ön safta savaşmak­tan büyük keyif alırdı." Prenseslerin başında dikiliyordu. İnce beli ve uzun boyuyla Gazi Muhammed, tipik bir Kafkas delikanlısıydı. Yakışıklı, keskin yüz hatları ve yarı kapalı gözleri, babasını andırıyordu. Solgun yüzü, kararlı bir ifadeye sahipti. Kızıl, kıvırcık sakalları vardı. Fevkalade şık bir çerkeska giyerdi. Esirler, Gazi Muhammed'in doğal zarafetinden etkilendi. Prenseslerin her birini başıyla se­lamlayan Gazi Muhammed, iyi olup olmadıklarını sordu. Der­hal sıcak yemek ve elbise getirileceğini söyledi. Lydia'ya bebeği araması için birilerini göndereceğine söz verdi. Müslümanla­rın adetine göre elini önce kalbine sonra dudaklarına ve alnına götürerek prensesleri selamlayan Gazi Muhammed esirlerin yanından ayrıldı. Kısa bir süre sonra, esirlerin bulunduğu yere bir bohça kıyafet ve bir çuval ayakkabı getirildi ancak çuvaldan sadece sol tek ayakkabılar çıktığı için kimsenin işine yaramadı. Yarı çıplak vücudunu örtmek isteyen Prenses Anna, bohçada bulduğu şalvarı giydi ve omzuna bir şal aldı. Üzerindeki arabacı paltosu alınan Madam Drancy, yine iç gömleğiyle kaldı. Boh­çaları karıştıran hizmetçiler, buldukları çullarla kısmen de olsa üstlerini örtmeyi başardı. Ağlamaya dahi takati kalmayan esirler, bir köşeye büzülmüş bekliyordu. İçeriye bir naip girdi. "imam Şamil, Hanha Hatunu görmek istiyor" dedi. Prenses, "Ne istiyormuş?" diye sordu. "Onunla konuşmak istiyor" diye cevapladı naip. "O zaman buraya gelsin. Ben onun ayağına gitmem" dedi Prenses. Afallayan naip, "O, Büyük İmam" dedi. "Ben de Gürcistan Prensesi'yim" dedi Anna, mağrur bir üslupla. Naip, odadan çıktı. Kulaklarına inanamıyordu. Kendi milletin­den kimse, İmam'a karşı gelmeye cüret edemezdi. Şamil'in huzuruna çıkan naip, İmam'ın kulağına esirin küstah tavrını fısıldadı. Bir süre sessizliğini koruyan İmam'ın yüzünde en ufak bir ifade dahi yoktu. Sonra hafiften gülümsedi. "Öyle olsun. Hepsini Dar­giye-Vedan' a götürün. Orada onunla konuşurum. Böylesi daha iyi oldu. Allah'ın hikmeti" dedi.Ertesi sabah esirler yola çıkmadan önce yanlarına, aralarında İli­su Sultanı Danyal Bey'in de bulunduğu Rusça konuşan naipler geldi. Esirlere Tiflis'teki akrabalarına mektup yazmalarını em­reden naipler, durumlarını bildirmelerini ve gecikmeden fidye­yi hazır etmelerini söylemelerini istedi. Prenses Anna'nın kara gözleri hışımla parlıyordu. "Katiller! Hırsızlar!" diye bağırdı. "Size asla itaat etmeyeceğim!" Fakat kardeşi, naiplerin isteklerini yerine getirmenin daha akıllıca olacağını düşünüyordu. General Read'e yazdığı mektupta şöyle dedi: "Biz ve bütün ailemiz esir alındık. Hayattayız ama muhtaç durumdayız. Bize yardıma geli­niz ve durumumuzdan ailemizi haberdar ediniz. Cevabınızı Şa­mil'in Dargiye-Vedan' daki kampına gönderiniz." Dışarı çıkarılan esirlere yeni atlar ve muhafızlar verildi. Büyük A vuI' a doğru yola çıkmak üzereyken, kendilerine Lezgilerin re­fakat edeceğini gördüler. Çeçenlerle Lezgiler arasındaki farkı ar­tık öğrenmişlerdi. Ne kadar gaddar olurlarsa olsunlar Çeçenler, Şamil' in seçkin askerleriydi. Buna karşılık İmam'ın cepheye sür­düğü askerler olan Lezgiler, ne kadar vahşi olduklarını ve kafir­lerden ne denli nefret ettiklerini göstermekten hiç gecikmediler. ... Esirler, vahşi ve geçilmez arazide yollarına günlerce devam etti­ler. Yükseklere çıktıkça patika o kadar dikleşiyordu ki Müritler gözü gibi baktıkları atlarına zarar gelmemesi için çoğu zaman yürümeyi tercih ediyordu. Yanlarındaki uçurumlar o kadar kor­kunçtu ki başı dönen bazı hizmetçiler aşağıya düştü. Esirlere, yiyecek olarak kurutulmuş et parçaları ve darı unundan yapı­lan tatsız tuzsuz bir ekmek olan kumeli veriliyordu. Dağlılar, bu ekmeği neredeyse hamur haline gelene kadar suda beklettikten sonra yiyordu. Günlerdir bunları yiyerek yola devam eden Lez­giler, durumdan şikayetçiymiş gibi görünmüyordu. Ara sıra çok besleyici olduğunu düşündükleri ormangülü yaprağı yiyorlardı. Prenses Anna, pırlanta yüzüğünü verip karşılığında bir parça ek­mek ve bir koyun kemiği aldı. Açlıklarını bastırmasa da bütün aile birkaç lokma yiyebildi. Prenses Orbelyani'nin elbisesinde­ki kopçalar da pırlantalar kadar değerliydi. Karşılığında birkaç soğan ve şeftali aldılar. Lezginin biri, Madam Drancy' e bir elma verdi. Meraklı gözlerle Madam Drancy'i izleyen adam, "Siz Gür­cüler her gün yemek yemeye alışkınsınızdır" diyordu. Yaşadıkları korku ve acılar açlıklarını unutturmuştu. Ne ölmek umurlarındaydı ne de aç kalmak. Şamil, Prenses Nina'nın aile­sinin durumunun kötü olduğunu ve fidyeyi ödeyemeyecekle­rini öğrenmişti. Bunu haber alan Prenses Nina, esaretinin pek de uzun sürmeyeceğine inanıyordu. Bu nedenle diğerleri kadar kederli değildi. Hatta iştahı dahi açılmıştı. Madam Drancy ne bulursa yiyordu (Acacias sokağında yediği güveçler burnunda tütüyordu). Bir nebze olsun toparlanan çocuklar, namaz kılan Müritleri taklit ederek eğleniyordu. Her gün birkaç kez namaz kılan Müritlerin ne yaptığını gözlemleyecek çok fırsatları olmuş­tu. Her şeyi bir kenara bırakıp doğuya dönen Müritler dua edi­yor, Allah'ı anıyor ve secdeye kapanıyordu. Günlerdir bu şekilde yollarına devam eden grup, yolculuğun nerede ve ne zaman sona ereceğini bilmiyordu. Dizlerine kadar çamura gömüldükleri yerlerden güçlükle geçiyorlar, sonra sarp yamaçlardan tırmanıyorlar ve ardından çalılıkların arasından aşağıya iniyorlardı. Bazı yerlerde çalılıklar o kadar sıklaşıyordu ki Müritler, ellerindeki şaşkalarla yol açmak zorunda kalıyordu. Yolda bazen perişan haldeki yaralı gruplarla karşılaşıyorlardı. Tsinandali'nin etrafındaki köylerden esir alınan Gürcü ve Erme­niler de Dargiye-Vedan' a götürülüyordu. Sıtma ve dizanteri yüzünden esirlerin takati kesilmeye başla­mıştı. Sonunda yola devam edecek mecali kalmayanlar geride bırakıldı. Bazı esirlerin daha fazla acı çekmemesi için bir hançer darbesiyle işi bitirildi. Çoğu zaman annelerinden ayrı tutulan çocuklar korku ve açlıktan ağlıyordu. Hala sütannesinin yanın­da olan küçük Georgi Orbelyani hiçbir zarar görmemişti. Fakat bulaşıkçılardan birinin taşıdığı Aleksandr Çavçavadze, kadının arada sırada yedirdiği bir avuç karla hayatta kalmaya çalışıyor­du. Nihayet annesine kavuştuğunda baygındı. Çenesi kilitlen­miş, yüzü morarmıştı. Cevval bir çocuk olan Salome, Lezgileri bir türlü rahat bırakmıyordu. Küçük yumruklarıyla kendilerine saldırmaya çalışan çocuğu gören Lezgiler, bu durumdan keyif alıyordu. Çekingen biri olan küçük Marie, ilk başlarda hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Fakat Müritlerden birinin verdiği elmayı yiyin­ce, Tsinandali'den esir alınan küçük bir çocukla çene çalmaya başladı. Neyse ki çocuklar, içinde bulundukları dehşetin farkında değildi. Ne etraflarındaki kesik başlar ne de Madam Drancy'nin eyerinden sarkan kadın eli (parmağında altın bir nikah yüzüğü olan bu el Gürcü bir esire aitti) onları rahatsız ediyordu. Fakat Madam Drancy, gözlerini bu korkunç görüntüden alamıyor ve sallanan el ne zaman kendisine çarpsa midesi bulanıyordu. Bu berbat yolculukları esnasında kafile, birkaç kez nehirden geç­mek zorunda kaldı. Y okuluk gitgide daha da tehlikeli bir hale geliyordu. Bazen elleri üzengiye bağlanan esirler, buz gibi suda atların yanında yüzerek karşıya geçmek zorunda kalıyordu. Uçurumun üzerine devrilen ağaç gövdelerine basarak karşıya geçmek adeta işkence gibiydi. Bir noktada canından bezen Ma­dam Drancy, kendini suya bıraktı. Devam etmeye ne takati ne de cesareti kalmıştı. Kadına elleriyle ata tutunmasını işaret eden Lezgiler, üzerine bir palto örttü ve omzuna indirdikleri kamçı darbeleriyle yola devam etmesini sağladı. Yine uçurumun üze­rine devrilen bir ağacın üzerinden karşıya geçmeye çalışırken dengesini kaybeden Madam Drancy, baş aşağı düşmekten son anda kurtuldu. Müritlerden biri, Fransız kadını çizmelerinden yakalamıştı. Uzun zamandır giydiği bu çizmeleri, dünyanın öbür ucundaki Rivoli sokağından satın almıştı. Kafile, egzotik bitkilerle dolu vadilerde yola devam ediyordu. Yoldaki taşlar yüzünden yaralı ayakları su toplamıştı. Madam Drancy, çizmelerinden başka bütün eşyalarını kaybetmişti. Ne­hirden geçerken jüponu akıntıya kapılıp gitmişti. Binbir güç­lükle kıyıya çıkmayı başaran kadının iç gömleği üzerine öyle bir yapışmıştı ki Lezgiler, onu burkayla örtme ihtiyacı duymuştu. Kadın esirlere birer örtü verip yüzlerini örtmelerini emretmek bir işe yaramazdı. Zaten çoğu yarı çıplak haldeydi. Takılan di­kenler yüzünden çizilen, vurulan kırbaçlar nedeniyle yaralanan, öğle güneşinde yanan ve yüksek geçitlerdeki kar ve soğuk nedeniyle moraran vücutları, yine de sofu Müritleri tahrik ediyordu. Büyük Avul'a giden yol uzundu. Lezgiler, esirlerin yolu öğren­memesi için dolambaçlı bir güzergah takip ediyordu. İki haftalık yolculuktan sonra açlıktan ve yorgunluktan bitkin düşmüşlerdi. Çocuklar hastaydı. Esirlerin morali çok bozuktu. Öyle bir hale gelmişlerdi ki ne geceyi gündüzden de doğuyu batıdan ayırt ede­biliyorlardı. Bitmek tükenmek bilmeyen bu yolda attıkları her adım, onları korku ve çaresizliğe götürüyordu. Şamil'in hakimiyeti altındaki bölgelerde kadınların üç aydan uzun süre dul kalmasına izin verilmediğini öğrenmişlerdi. Ara­lıksız devam eden savaşlar yüzünden nüfusun azalmasını en­gellemek için böyle bir önleme başvuruyorlardı. Esir kadınlar, Müritlerin haremine girmeye zorlanacaklarını düşünüyordu. Şimdiye kadar gördükleri avullar pek de iç açıcı değildi. Bu kas­vetli kartal yuvalarında yaşan köylüler, kendilerine düşmanca davranıyor, karşılarındaki Rus hanımlarına, kafir prenslerin eş­lerine yani düşman kadınlarına kötü kötü bakıyorlardı. İmam'ın bu denli önemli esirler hakkında ne hüküm vereceğini merak ediyorlardı. Muhafızlar, esirlerin karşılığında yüklü bir fidye alınacağını düşünüyordu. Ne olursa olsun esirlere bir zarar gel­memeliydi. "İmam Şamil için!" diye bağırdı Lezgiler. Etraflarına toplanan kalabalık, somurtarak geri çekildi. Prenses Anna perişan haldeydi. Son nefesini verecek gibi duru­yordu. Vücudunu şiddetli bir titreme sarmıştı. Zaman zaman bi­lincini kaybedip sayıklamaya başlıyordu. Ayağındaki yara iltihap kapmıştı. Bu nedenle yolun büyük kısmında taşınmak zorunda kaldı. Hem küçük Aleksandr'a hem de annesi yolda ölen bebek­lerden birine bakmaya çalışıyordu. Ne etrafında olan bitenden haberi vardı ne de ayağındaki yarayı hissediyordu. Bir mucize olsun ve Lydia'ya tekrar kavuşayım diye dua ediyordu. Ne zaman karşılarına yabancı bir Çeçen grup çıksa, hemen öne atılıp be­beğini görüp görmediklerini soruyordu. Acaba bebeği bir avula mı bırakılmıştı? Adamlar ne söyleyeceklerini bilmiyordu. Zaten şaşkın haldeki Prenses Anna'nın aklını kaybetmesinden korkan esirler, ona gerçeği söylemeye cesaret edemiyordu.
162 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.