Gönderi

Sahaflar Çarşısının Târihçesi, Çarşı Esnafı ve Sahaflık
youtu.be/TW3RUcX2V_4?si=... Sene 41'mi oldu şimdi? Evet. O seneler de harb seneleri. Evet, harb seneleri. Askerliğiniz nerede yapdınız? Askerliğimi evvelâ Hadımköy'de yapdım. Ondan sonra Çankırı'ya gitdim. Çerkeş'e gitdim. Onu da hep kitaplara yazdım, nasıl gitdiğimi filan. Açdık, on beş gün oldu dükkânı açalı, askerden geldim dükkânı açdım, oturyorum filan iki adam içeri girdi. O akşam bir rüyâ gördüm. Sen mâdem istiyorsun anlatayım. Rüyâda bir şehre vardım, o şehir yıkılmış, içerisinde bir türbe duruyor, kubbe var. O kubbeyi ziyârete gidiyorum, yani onun altında yatan yatırı. İçeri girerken korkuyorum. Rüya bu ya. Kabrin içinden o zât diyor ki bana, "Ne korkuyorsun, yakında bana geleceksin" diyor. Sabahleyin kalkdık, dedim "Ya bize ahret yolculuğu var, ya dünyâ yolculuğu. Bu rüya hayra alâmet değil" dedim ben. Bizim hanıma dedim ki, "Böyle, böyle. Benim şuraya borcum var, buradan alacağım var, beni borçlu yatırma, böyle bir rüya gördüm" dedim. Hanım "Aman canım, rüya o" dedi. "Canım rüya müya, senin nene lazım". Geldik dükkâna kapıyı açdık, içeri girdik. Bir İzmirli Mustafa Dayı vardı, Hisar Camisinin önünde kitap satardı İzmir'de, o gelmiş kitaplara bakacak. Bakıyor işte o, beğenip alıyor kitapları. Bakıyor, ayırıyor. İki kişi daha içeri girdiler. Dedim ki, "Efendiler, siz ne duruyorsunuz, bu adamın işi uzun, neyse sizin emriniz söyleyin ben size çıkarayım istediğiniz vereyim" filan dedim. Dediler ki, "Hayır, o işini bitirsin, sonra biz seninle konuşacağız". Dedim "onun işi uzun". "Olsun, uzun olsun" dediler. Bir saat, bir buçuk saat uğraşdı filan böyle, sonra onlar bıkdılar, dediler, "Sen kaçlısın?", "Otuz ikiliyim ben" dedim. "Askersin sen" dediler, "İhtiyata gideceksin" dediler. Buradan Çerkeş'e gitdim. Hakîkaten rüyâda gördüğüm şehre vardım. Çerkeş'e. Zelzeleden Çerkeş yıkılmışdı, ölüleri çıkarıyorlardı filan. Ve ortada bir kubbe duruyor, aynen rüyâda gördüğüm gibi. Ve gitdim oraya kubbeden içeri girerken dedim ki, "Hazret, korkmadım, geldim" dedim. Bir Sûre-i Mülk okuduk orda, rûhuna bağışladık. Sonra beni karargâha götürdüler. Soruyorlar, "Sanatın ne?" filan. "Ben hocayım" dedim. "Ne hocası, mekteb hocası mı?", "Yok, ben sarıklıyım" dedim. Kurmaylar "Yâhu bu adamı ne yapalım?" dediler. Dediler ki, "308 numaralı hastahânenin imamı yok, imam arıyoruz bulamıyoruz, oraya imam tayin edelim" dediler. Beni 308 numaralı hastahâneye imâm tayin etdiler ve beni Çankırı'ya çevirdiler. 308 numaralı hastahâne Çankırı'da. Oraya geldik, işte orada askerliğimi bitirdim. Ve sonra geldim işte kitapçılığa başladık burada. Geldiğim vakitde, bizim çarşıda bulduklarım, isimlerini sayayım sana. Bismillahirrahmanirrahim. Çarşı'da bulduğum kitapçılar. Salahattin Turtakaya. Mustafa Efendi, Adnan'ın babası, neydi, Mustafa Türkmen. Onun yanında Devâir Kitapçısı Ahmet Efendi. Fakat kitapçılık yapmazdı, kütüphânenin ismi oydu, kuşlara yem satardı o adamcağız. O vakit kitap para etmiyor fazla. Ve Mehmet onun yanına geldi. Onun altında Berber Numan Efendi. Bu da ilaç yapardı, uyuza, mayasıla, egzamaya ilaç yapardı ve aynı zamanda berberlik yapardı. Sonra oğlu Termal'de caza girdi. Yalova'da, Termal'de. Onun altında kitapçı İsmâil Efendi, Uzun İsmail. Onu biz tanıyor muyuz? Tanımazsın. Acem İsmâil, uzun boylu. Onun yanında bizim İsmâil Dilmen, kitapçı. Onun yanında ayrancı Ali Baba. Onun yan tarafına bunlar dükkân açdılar, bizim Ali. Eğin'li Ali, kardeşiyle beraber. Talebeydi onlar o vakit, oraya dükkân açdılar. Onun yanında meşhûr Aşçı Hâfız, Aşçı Hâfız Anlamaz. Karşısında da bir Bektâşî babası vardı, soyadını dinlemez koymuşdu. Biri anlamaz, biri dinlemez, karşılıklı. Kapıdan içeri girince, gene sağ tarafı anlatıyoruz, kıbleye doğru, Aktar Nâdir Efendi. Onun yanında elbise alıp satan, yani yol çeviren tarzda, Bahattin Efendi. Komisyoncu yani yolda birisinin elinde paketi gördü mü çevirir, "Satılık bir şey var mı?" filan, kitap olsun, alır götürür satar, komisyonunu alır filan. İşte onun yanındaki dükkânı ben aldım. O zaman dükkânlar böyle Belediye'nin filan değil, şahsın değil mi? Evet, şahsın malıydı. Hepsi Yaradan'a yan bakıyordu yani hepsi harâb böyle, bir kibrite bağlıydı. Ondan sonra, onun karşı tarafında Mustafa Efendi ve Cemil, kitap ve film işleri yaparlardı. Onun altında Börekçi Hacı Baba vardı. Sonra onun dükkânını Şemseddin Yeşil aldı, kitapçı oldu. Onun altında Hoca Şâkir Efendi, alay müftüsü yani bu bizim Hüseyin'in babası. Onun altında bizim Pinti İsmâil. Bu bizim İsmâil'in patronu yani öteki İsmâil. Onun altında Acem Mahmud Efendi. Onun altında Çorapçı Osman Efendi. Ondan sonra Ekrem Bey'in babası Hulûsi Bey. Hulûsi Bey'in dükkânı Fakülte'nin bir şubesi gibiydi. Bütün ekâbir, ulemâ kısmı, profesörler, Üniversite'ye müntesib olan zevât onun dükkânına gelirler. Hoca iş yapmaz. Hoca orda oturmak için dükkânı açmış. Önünde bir mangal. Hukukçu gâliba. Onun başından bir de mâcera geçmiş diyorlar. Evet. İşte olmuş bir şeyler filan ve kitaplarını getirmiş satmak üzere. Yani kendine meşgale olarak onu kullanıyordu. Ekseri zaman beni çağırır, Kalın Molla derdi bana, herkese bir isim takmışdı, o şekilde, "Kalın Molla, buraya gel, bir kahve parası çıkaralım. Şurdan bir kitap seç" derdi. Ben gider kitaplara bakarım filan. Bir mikdar seçerim, kendisine derim, "İşte bunları aldım" filan. "Ver yirmi lira" der yâhud "Ver on lira" der, veririz, alır götürürüz, kahve parası yapar. Yani bu şekilde. Günlerde bir gün, onunla hâdise, biraz kitaplar almış, beni çağırdı. "Kalın Molla, bu kitapları al" dedi. Yerde duruyor, bakdık, kitaplar güzel kitaplar, içinde bir tâne Delâil-i Hayrât var, Hâfız Osman'ın elyazısıyla. "Hocam, bunlar kaç para?" dedim. Hulûsî Bey, "Ben punları toğuz liraya aldum" dedi, "on iki buçuk lira" mı ne dedi "ver al" dedi. Dedim, "Yâhu bunun içerisinde yazma Delâil var" dedim. "Hem de Hâfız Osman'ın" dedim. "Pokunuz tereye inmedu" dedi, "kalktunuz bize yazma öğretmeye" dedi. Sen daha yeni geldin demek istiyor. Yâhu yazma. Şimdi alacağım onu ama ya rafdan düşdüyse oraya, kirleneceğim, hırsız olacağım, çalmış gibi olacağım yani onun için söylüyorum olduğu gibi. Kendisi söylüyor, "Dokuz liraya aldım, on iki buçuk liraya al "diyor bana. Ben dedim ki, "Bunun içinde yazma var" dedim. "Pokunuz tereye inmedu kalktunuz bize yazma öğretmeye" dedi. "E peki öyleyse, al on iki buçuk lirayı" dedim aldım. Aldık, götürdük. Bizim Topal Şükrü'ye verdim. Dellâl. Gitdi geldi, dedi "kırk beş lira veriyorlar, vereyim mi" dedi. "Ver" dedim ben. Sermâyesi on iki buçuk lira, hepsi beraber. Meğer seksen beş liraya satmış, sonradan öğrendik, kırk lirasını cebine atmış, beş lira da ben verdim ordan, kırk beş liranın üzerine, kırk beş kağıt. Hulûsî Bey'le bir işimiz. Ondan sonra Hulûsi Bey'in altında Râşid Efendi, Kitapçı Râşid Efendi. Necâti'nin kayınpederi. Onun altında Kitapçı İbrâhim Efendi. Saatçi Hoca diyorlardı. O da bir şey satmaz. Meselâ camekana kitapları yığmışdır böyle, gelir görürsün, "Hocaefendi, şu kitap kaç para?" filan, "beş lira" der. "Çıkar ordan ver" dersin, "Kardeşlerinin yanından ayrılmasın" der vermez. Mâdem istiyorsun, hokkabaz tarafını anlatayım Çarşı'nın. "Canım beş lira değil mi, al işte beş lira" dersin, "Hayır, kardeşlerinin yanından ayrılmasın, olmaz öyle şey". İbrâhim Hoca akşamdan bizi çağırdı, "Dükkânı satıyorum alır mısın?" dedi. Yangın gecesi oluyor hâdise. "Alırım" dedim, "ne istiyorsun?" dedim. Dedi, "Yedi bin lira ver". "Yok" dedim "beş bin lira vereceğim". "Olmaz" dedi, "yedi binden aşağı olmaz" dedi. "Yedi bin lira verirsen vereceğim" dedi. Velhâsıl iş omadı. O akşam Çarşı yandı, o arada onun dükkânı da yandı. Sabahleyin geldi bana, tabiî görünce, ihtiyar adam, çok üzüldü, kollarına iki kişi girmiş filan, "akşam beş bin liraya dükkânı vermedim sana şimdi ver beş yüz lira hepsini al" dedi. Ali *****'le beraber onun dükkânını aldık biz. Metrûkâtı, yanmış olan kitapları aldık yani. Onları kuruttuk, cildlettirdik, işe yarayanlarını filan, gene piyasaya arz eyledik. Efendim, İbrâhim Efendi'nin altında, Şâkir Ağabey. Şâkir Ağabey, parçacıydı, Râşid Efendi'nin kardeşiydi, parçacı yani formacıydı. Meselâ bir kitap aldın, içinden bir forma noksan, oraya gidersin, işte "Şâkir Ağabey, Hammer Târihi'nin üçüncü cildinin bilmem kaçıncı forması sende var mı?" diye sorarsın. "Bakayım" der ve gider o formayı bulur verir. Ve aynı zamanda bizden kitap alıp cildleyen mücellidler de, kitapların formaları eksik çıkdığı vakitde ondan ikmâl ederlerdi. Ve eksik kitaplar da oraya satılırdı. Yani bir adam eksik kitabı bilerek satmazdı, oraya verirlerdi. En mühim hâdise. Buradaki kitapçıların âdeti. Ehemm-i mühimm olan dava, herkes kendi çeşidini alır satardı ve herkese kendi çeşidini verirlerdi. Böyle bir anane vardı. Misâlini anlatacağım. Meselâ Hulûsî Bey'in dükkânına birisi kitabını satmak üzere getirmiş. Gitdim ben bakdım. Çünkü benim çeşidim, Arapça kitaplar ve aynı zamanda Arapça gramerler, hadisler, tefsirler, ben bu işe bakardım. Yazma kitaplar var orda, mühim yazmak kitaplar gördüm. Dedi, "Bu Arapça kitapları al" dedi bana, "Bunlar senin kalemin" dedi. "Peki" dedim, aldık işte pazarlık etdik, o gün için kaç paraysa rayicini verdik aldık. İstediği fiyatı verdik, kitapçı çünkü karşımdaki, verdik aldık. Dedim, "Bu yazmaları da sat" dedim. "Yok, olmaz" dedi. "Kaça vereceksin?". "Ne olacak?". "Meselâ bin lira, al bin lirayı ver" dedim. "Olmaz". "Bin yüz vereyim". "Olmaz, onları Mahmud Efendi'ye vereceğim. Çünkü yazmayı Mahmud Efendi satıyor. Fransızca kitap geldiği vakitde, Nizâmettin'e verirlerdi. Medrese kitabı olursa, tefsir, hadis, ya bana verirler ya Hoca Şâkir Efendi'ye verirler. Roman tipinde ya mekteb kitapları olursa, onları Cemil Zorlu'yla Necâti'ye verirlerdi. Türkçe dînî kitapları İbrâhim Efendi'ye verirler. Formaları Şâkir Ağabey'e verirlerdi. O formacıydı yalnız burada, mücerred. Onun altında *** Ahmet Efendi vardı, eski tip esnaflardan. Kendisi mezata girmez, mezatda vurmaz, alırsın götürürsün verirsin alır o. Ama mezata girmezdi. Ustasından almış olduğu terbiye üzere. Yüznumaranın olduğu yerde Râif Bey vardı. Râif Yelkenci'nin dükkânı ordaydı. Orası da, ayakkabıyla içeri girilmezdi, böyle bir setdi, Râif Bey diz üstüne otururdu, minderin üzerine otururdu. Yazma kitapları ve dînî yazma eserleri, târihî eserleri, edebî eserleri Râif Bey alırdı. Râif Bey halkı o kadar tatmin etmişdi ki yani Râif Bey'le hiç kimse pazarlık etmez, Râif Bey ne verirse esnaf derhal kendisine malı verirdi. Şimdi, sahaflığın târihine gelince. Sahaflığın asıl yeri bugünkü Kapalıçarşı'daki bulunan halıcıların olduğu yermiş. Ben ona yetişmedim. Son olarak oradan bu çarşıya gelen esnaf, bu Pinti İsmâil'in babası Hacı Kâsım'la, bir de Mahmud Efendi gelmişler. Son olarak oradan, en son kalan sahaflardan. Bu çarşının kurulması, Hakkâklar Kapısı diyorlar, Kaşıkçılar Kapısı diyorlar buraya, bunun kurulması Fas'ın bozulmasıylaymış. Fas bozulduğu vakitde, Fas'da bulunan Türkler, buraya hicret etmişler, onlara burada yer vermişler, iş yapsınlar, ekmek yesinler filan diye sergiler vermişler. Fes satmışlar, kaşık satmışlar, bu tarzda şeyler. Zamanla işte yağmur yağmaya başlayınca üzerine bir tente koymuş, muhâcir diye iğmâz-ı ayn etmişler. Kış gelmiş, üşümesin diye camekan koymuş, bu çarşı bu şekilde meydana gelmiş.
·
113 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.