Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Dinler, Felsefe ve Sosyal Kabul Üzerine
Birçok filozofun dini afyon olarak nitelendirdiğine dair sözleri duyduk ya da okuduk. Bunların en önemlileri Camus ve Nietzsche’dir. Ama aynı şekilde dinlerinde felsefeyi bir şirk koşma ya da afyon olarak felsefeyi suçladığını biliriz. Ben ise olayın daha özüne, daha dürtüsel boyutuna inmek gerektiğini düşünüyorum. Dinler, korktuğumuz şeyleri dolaylı olarak da olsa daha korkulmaz ve tolere edilebilir hale getiriyor. Ama en büyük güç, aynı şeylerden korkan, aynı yalnızlığı hisseden ya da sistemin dişlerinden biri olmak istemeyip gene de sistemin ona ihtiyacı varmış gibi hissetmesini sağlayan bir makina aslında. Kişisel deneyimler ve isteklere göre de uyum sağlamayı kolaylaştırıcı etkisi de mevcuttur. Felsefe, aşırılıklar veya kaosa adım atmak gibi gözükse de aslında dolaylı yoldan dinler ile ortak sistemlere sahiptir. Camus, Sartre veya daha aşırıya kaçmak gerekirse Cioran, Kleist, Hölderlin, Nietzsche gibi aşırı isimler bile hümanist yaklaşımlarını belirli bir yere kadar düşüncelerini özgür bırakabiliyorlar. Farkında olmadan veya kendilerini özgür hissettiklerini ve özgürce ifade ettiklerini ifade etseler de, hepsinin eserlerindeki sosyal kabul baskısını dolaylı yoldan da olsa görebiliyorsunuz. Sosyal kabul, bireyin davranışlarının ve düşüncelerinin toplumun çoğunluğu tarafından kabul edilmesi (sosyal kabule sahip) ya da kabul edilmemesi (sosyal kabule sahip olmayan, dışlanan) olarak iki şekilde tanımlanabilir. Felsefe’nin dinlerle olan benzerliğine gelecek olursak, felsefe doğru soruyu sorma, sorulan soruya verilen cevaba göre yeni doğru sorular üretme disiplinidir. Yani kısacası, asla sonu veya kazananı yoktur. Önemli olan korkulan ya da bilinmeyen hakkında doğru soruları sorarak onu aydınlatmak ve bilinmeyeni nitelik ve nicelik açısından geliştirmektir. Fakat ana amacının önemli bir yetersizliği vardır. Tek başına yapılabilecek bir olay değildir. Çünkü bir insan kendine ait deneyimler ile, bir bilinmeyen ile ilgili belli bir alana kadar ilerleyebilir. Bunu şöyle bir hikaye ile açıklasam daha iyi olacak. Hiç tanımadığınız bir arazdesiniz. Yapacağınız ilk iş en yakın yerleşim yerine gitmek olur ya da bir otoyola çıkmak. Tek başınıza mı daha çabuk bulursunuz yoksa iki kişi olursanız mı? Ki daha telefonlarınızın olup olmadığını söylemiyorum. Peki ya üç kişi olsanız ve bu üçüncü kişi daha önce doğa gezisi yapmış bir gezgin olsa. Oradan geçen 4. kişi size kuzeyden beri en iki saat boyunca yürüdüğünü ve hiç bir yerleşim yeri olmadığını söylese. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere felsefe karamsar bir disiplin gibi gözüksede özünde sosyal etkileşimi ve iletişimi gerektiren eylemler gerektirir. Ama daha önemlisi en yalnız kalmaya çalışanların bile - Cioran “ölümden nefret ettiğini” söylerken, Nietzsche’nin Lou tarafından reddedilmesi, Kleist’in toplum tarafından “yardım eli uzanmadı” denilerek kendini dışlanmış hissetmesi - aslında felsefenin sosyal kabulu sağlamaya çalışan kişiler olduklarını görüyoruz. Sosyal kabul korkusu, özgür düşünme ve yaşamın katilidir. Çünkü toplum tarafından kabul edilmediğinizde sadece dışlanmaz, aynı zamanda cezalandırılır veya mahkumiyete sürüklenirsiniz. Bu yüzden siz istemeseniz de düşünceleriniz sansürlenir ve yapmacık bir yaşama sürüklenirsiniz. Bu da size varoluşsal sancı denilen, anlık hoşnutsuzluklar olarak dönüş yapabilir. Gerçek şu ki, hissettiğiniz sancı, var olmaya mahkum edilmiş birinin özgür dahi olmadığının farkına varmasından başka bir şey değildir.
·
97 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.