“rüzgarın bağrında ömrüm tükendi
yıktı gönlümdeki "ben" denen bendi
ya ben oydum ya Rab, ya da o bendi “
bir fısıltı gibi gerçek şiir.. şiirde kafiye, redif, ölçü vs kısacası -biçim şiire giydirilmiş bir deli gömleğidir- modern edebiyat mantalitesini sarsabilecek yetkinlikte gibi gerçek şiir. belki çok uzaklardan -dağlardan- henüz çıkagelip nefes nefese kalmışız da hakikatin otağında bağdaş kurup oturmuşuz gibi; hemen şimdi, bir dahasız, telaşsız ve temiz mısralar.. her ne kadar aşağıdaki serbest şiiri karşıma alıp kapısını çalmaya niyetlenmiş olsam da üstteki safi şuura;
“ ya ben oydum ya Rab, ya da o bendi.” diyebilen şuura temas etmeden geçip gitmek istemedim. tek başına bir okul olan üstad karakoç’un her taşını haklı bir kederin haysiyetiyle ördüğü şuurdur bu:
“geçmiş ve gelecek ayrılmak ve kavuşmak
hep aynı varoluşun dönüşümleri.” tekliğidir.
belki biraz da huşeng ibtihac’ın
“başka bir mum getirmeyin ki bu meclis dağıldı
güzelin yüzünü yıkamayın ki o ayna kırıldı.” diyerek silinişine veryansın ettiği meclise mey dağıtmaktır.
sanıyorum şair:
“varsın murada ersin vuslatı arzulayan
yalandır kavuşmakla hasretliğin bittiği”
mısraları ile faruk nafız’ın:
“aslı’ya bir an kadar sahip olsaydı kerem
bekayı faniliğe bağışlardı bu adlar
murada ermişlere örtülüdür pencerem
yer tutar kardeş gibi içimde namuradlar”
dizelerini de belki habersizce selamlamış. nihayetinde şiiriyle bedel ödemeye hazır yeni bir sese, sessiz bir aksiyona, diri bir tavra işaret ediyor. bu sancıyla bazı mısralarda anlamsal yoğunluk hep daha ötesini görme iştiyakı ve açlığıyla kurulurken vahdet-kesret bağlamında kıyametsiz ve çığlıksız kalmış bir ruh çözülüyor. çığlıksız kalmak elbette üstündür, iyi olandır, shakespeare’in “dilin anlatışı aydınlatıcıdır ama, dilsiz olan aşk daha aydındır.” dediğidir.
serbest şiire gelince onu tutulmamış bir söz gibi askıda bekleyen soyut şiirin boyunduruğundan kurtarıp toplumsal gerçekliğe yaklaştırmayı deneyimlemenin, olağanın nabzını tutmak adına şiirde cepheyle irtibatı kopmamış hınca hınç bir savaş sonrası kan ter içinde hakikati haykırmak kabilinden öncü bir tabiat olduğu kanaatindeyim. serbest şiirin kafiyesi şairin onunla gerçeğe dokunabildiği yerdir. kaldı ki büyük mısralar bizim için biraz da bu yüzden büyüktür. ibrahim tenekeci’nin
-çünkü nasıl bir şey biliyorum itin taştan korkması
mısraı gibi basit somut ve yüzeyde kalışa vadedilmiş huzursuz bir derinlik içinde.. yaşamın ritmini kaybettiğimiz her dakika için hayattan kalbî bir irkiliş devşirmek gibi..
amatör bir okuyucu olarak şairin şiirine kurduğu omurgayı, tabiri caizse şiirsel estetiği hakikatin tahtına bir merdiven edasıyla dayayışını, muhtemelen kendisiyle ve şiiriyle sürekli restleşen iç dünyasını ( “kalbin dili olsa kendini inkar eder” mısraı gibi) imgesel söyleyiş tarzında yakalamaya çalıştığı yeni renkleri her cihetiyle idrak etmek elbette zor, en çok da bunun için bizimkisi düz bir bakışla bir nebze olanı takdir, bir nebze de olacak olana teşvik çabasından ibarettir ancak.
sözü daha fazla yormadan türk şiirinin ve türk edebiyatının hatrı sayılır dergilerinde görmekten artık usanç duyduğumuz kemik tabaka vasıfsız kalemlerin yerlerini yeni nesil gerçek şiirlere ve şairlere bırakması ümidiyle..
son olarak şiir bir hiçtir: ancak üstadın buyurduğu üzere şiir “sözün ufku şiir, şiirin ufku naattır” dan hareketle hîç’e erebilir. işte tam da bunun için ufku açık kederi sağlam sıkı bir naat okumak dileğiyle kaleminiz daim ola.. https://1000kitap.com/alielkasobavi