Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

20. Yüzyılda Devrimler, İşçiler, Partiler ve Liderler
XX. yüzyılın tarihi, devrimci önermelerin geçerliğine, özellikle de dünyanın yazgısını işçi sınıfının çizeceği yolundaki görüşe, en hafif deyimiyle, gölge düşürdü. Öte yandan, bu yüzyıldaki tarihsel değişmeleri işçi sınıfının tek başına belirlediğini de artık savunamayız. Çağımızın büyük devrimleri hep geri kalmış ülkelerde oldu. Bu ülkelerdeki işçiler, sürekli savaş ve bunalımlardan bitkin düşmüş köylülerle askerler ve burjuvalar arasında yer alıyor; işçiler büyük halk kitlesinin ancak küçük öbeğini oluşturuyorlardı ama hemen hiçbir ülkede onlar devrimin öncü öncüsü ya da itici gücü olamadılar. Büyük halk kitleleri, profesyonel devrimcilerce ve de hükümet darbesi uzmanlarınca örgütlenip yönetildi. Faşizm ve Nazizm gibi karşıdevrimci hareketler de öyledir. En umut kırıcı yanı, çağdaş bunalımın beşiği olan Avrupa'da sosyalist devrim hareketinin hiç görülmemiş olması gerçeğidir. Avrupa'daki durumun devrime neden daha elverişli olduğu çok açıktır. Avrupa işçi sınıfı en iyi eğitim görmüş ve en iyi örgütlenmiş, devrimci deneyimi en eskilere giden işçi sınıfıdır. Ayrıca Avrupa'daki «nesnel koşullar» da sık sık iktidarın ele geçirilmesine elverişli görünmüştür. Öte yandan, birbirinden bağımsız ulusal devrimlerin çoğu —önce İspanya'da, sonra Macaristan'da olduğu gibi- acımasızca bastırılırken, işçilerin uluslararası dayanışmasından tepki bile gelmemiştir. Beklenenlerin tam tersi olmuş, Eski Dünya [Avrupa]'da ulusçuluğun yeniden doğuşu görülmüş; bu ulusçuluk Hitler barbarlığına değin vardırılmıştır. Ve sonunda XX. yüzyıl, özgürce örgütlenmiş proletarya'nın başkaldırması yerine bir «parti» olgusunun yaradılışına tanık oldu. Parti, kilise ve ordu gibi, disiplin, rütbe benzeri ana değerlerin egemenliğine ve hiyerarşisine dayalı örgütlerden oluşan ulusal ve uluslararası olgudur. Çağdaş partiler, eski partilerden çok değişik kuruluşlardır. Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana ortaya çıkan toplumsal değişmelerin çoğunda, partiler başlıca etken olmuşlardır. Merkezle çevre ülkeleri arasındaki [siyasal] ayrılıklar bugün çok anlamlı düzeye ulaşmıştır. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, sömürge ve geri kalmış ülkelerdeki büyük depremler ve devrimci değişmeler dalgası sürüp gidiyor. Asya ve Afrika'daki sömürgelerinden çekilen emperyalist güçlerin yerini yeni «ulusal» devletler alıyor. Gerçi ideolojilerinde kargaşa var ama, bir zamanlar uzlaşmaz olduğu. sanılan ulusçulukla devrimcilik gibi iki karşıt ilkeyi benimsemiş görünüyorlar. Son yıllara değin durgun gibi görünen Latin Amerika ülkelerinde, diktatörlerin birer ikişer iktidardan uzaklaştırıldığı ve devrimci yeni bir ruhun egemenliği görülüyor. Endonezya'dan Venezüella'ya; Mısır'dan, Küba'dan Gana'ya kadar hemen her ülkede kurulan yeni yönetimler benzer ilkelere dayanıyorlar; ulusçuluk, tarımda yenileşme, işçiler için daha iyi çalışma koşulları ve hepsinden önemlisi, endüstrileşme sürecini hızlandırmaya ve böylece feodaliteden çağdaş uygarlığa sıçramaya kararlı yeni bir Devlet anlayışı! Olgunun genel çizgileri ve yorumu açısından, Devlet'in ulusal burjuva ile işbirliği yapıp yapmadığı ya da -Rusya ve Çin'de olduğu gibi- egemen sınıfları ortadan kaldırarak ekonomik değişme görevini bürokrasiye verip vermediği o kadar önemli değildir. Böyle bir sürece giren ülkelerde olupbitenler, «gelişmiş» [merkez] ülkelerde beklenen işçi sınıfı devrimi değil kuşkusuz. Ama bu olaylar, Batı Dünyası'nın «çevre»sinde yaşayan ülkelerdeki halk kitlelerinin yeniden doğuşunu ya da en azından uyanışını kanıtlıyor. Bir zamanlar emperyalizm yoluyla Batı'nın yazgısına bağlanmış görünen ülkeler şimdi kendilerine dönerek kimlik ve kişiliklerini buluyor, dünya tarihine yeniden katkıda bulunmaya hazırlanıyorlar. Geri kalmış ülkelerin yeniden doğuş ve uyanışını simgeleyen kişilerle siyasal biçimler ilgi çeken çeşitlilik gösteriyor. Bir uçta Gandhi, ötekinde Stalin... Ama aralarında Mao da yer alıyor. Madero ve Zapata gibi şehitler, Peron gibi palyaçolar, Nehru gibi aydınlar da var! Öyle bir ünlüler galerisi ki aralarında her çeşit kişilik tipi görülüyor: Gardenas, Tito ve Nâsır gibi. Bu adların pek çoğu geçen yüzyılda, bu yüzyılın ilk çeyreğinde bir ulusun önderi olarak akla bile gelmezdi. Halklarıyla konuşup anlaşırken, ilişki kurarken, büyük dinlerin gizemli kurtuluş formülleriyle demokrasi ve devrim ideolojilerinin gereklerini başarıyla bütünleştirebiliyor bu önderler. Çogunlukla, «güçlü» insanlar; gerçekçi ve inanmış kişiler. Yaşamlarını belli bir görev tutkusuna adamış bu kimseler bazen demagog da olabiliyorlar. Topluluklar, bu insanlarla özdeşleşiyor ve onların arkasından gidiyorlar. Bütün o devrimci hareketlerin siyasal felsefesinde ortak bir çeşitlilik ilgiyi çeker. Batı'nın anladığı demokrasi -bu önderlerin dilinde- Endonezya'daki «güdümlü demokrasi»den, Sovyetler Birliği'ndeki tanrılaştırılmış «önder kişi inancına» kadar değişebilir. Bu arada, biz Meksikalıların Cumhurbaşkanlarımıza gösterdiğimiz büyük saygı ve hayranlığı da unutmamalıyız.
Sayfa 205-208
20 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.