Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

816 syf.
10/10 puan verdi
·
7 günde okudu
EÜZU BİLLAHİ MİNEŞ-ŞEYTANİRRACİM BİSMİLLAHİRAHMANİRRAHİM diyerek, ne olur ne olmaz Şeytan'ın etkisini en asgari düzeye indirmek için Besmele çektikten sonra... En yüzeysel haliyle, ABD'li psikolog Philip Zimbardo'nun bir grup öğrenciyle yaptığı Stanford hapishane deneyini ve bu deneyle ilgili ortaya çıkan insana dair bulgulardan, tespitlerden yola çıkarak Irak'taki Ebu Gureyb hapishanesinde yaşanan olayları, tutuklulara yapılan işkence ve insanlık dışı uygulamalara dair neden sonuç ilişkisini kurmaya, orada yaşananları anlamaya çalışan bir kitap diyebilirim. Bu çok yüzeysel oldu... O zaman kitabın içinde geçen yazarın kitabın amacına dair yazdığı bir alıntıdan başlayarak anlatmaya çalışayım kitabı. "Bu kitabın temel savlarından biri kendi hakkımızdaki bildiklerimizi; bizi kısıtlayan kuralları, yasaları, uygulamaları içeren alıştığımız durumlardan, sınırlı deneyimlerimizden edindiğimizdir." Bir okulda psikoloji profosörü olanPhilip Zimbardo, 1971 yılında, iyi ya da kötü eylemleri yapmaya kişiliğimizin mi neden olduğunu ya da şartların, durumların mı iyi ya da kötü eylemlerimizi ortaya çıkaran nedenler olduğunu test etmek için, ortalama kişilik özelliklerine sahip bir grup üniversite öğrencisi arasında bir grubun gardiyan, bir grubun tutuklu olduğu bir hapishane ortamı yaratarak, gardiyanların güç ve yetkeyle donatılıp tutuklularında özgürlük hakları ve hürriyetleri kısıtlandığında ortaya çıkacak davranışların, nasıl değiştiğine dair bir deneyin ve bu deney sonucunda ortaya çıkan bulguların anlatıldığı, bu bulgulardan yola çıkarak dünyaca ünlü ve hemen hemen hepimizin duyduğu, orada yaşananların herkesin tüylerini ürperttiği Irak'taki Ebu Gureyb hapishanesinde ABD'lİ askerlerin Irak'lı tutuklulara yaptıkları işkence ve kötü uygulamaların neden yapıldığını, hangi sosyal ve psikolojik durumların bu yapılanların yapılmasına zemin hazırladığını anlatan bir kitap Şeytan Etkisi. Deneyde ortaya çıkan, ortalama ve iyi insanlar olarak niteleyebileceğimiz üniversite öğrencilerinin, değişen şart ve durumlarda kişiliklerinin bambaşka yönlerde değişmeleridir. Gardiyan olarak belirlenen grup, donandıkları güç ve yetkeyle, ortamın ve onlara verilen görevin tutuklular üzerinde güç kullanımına özgürlük vermesi, sınırları aşacak şekilde davranma yetkisini vermesi ve tutukluların özgürlüğünün kısıtlandığı koşullarda tek tipleşip edilgenleşmesi gardiyanların gözünde tutukluların insandışı varlıklar olarak algılandığı bir süreç başlatıyor. Gardiyanlar çoğunluğu bu ortamda sadistleşiyor ve tutukluların büyük bir bölümüde itaatkar, yapılanları sineye çeken kişiliklere bürünüyor. Rol yapmak üzere bir araya gelen bu grubun oluşturmaya çalıştığı sanal gerçeklik, katılımcıların süreci gerçekmiş gibi yaşayıp algıladığı bir sürece, değişime dönüşüyor. Ve şu ispat edilmiş oluyor: İnsanı iyi ya da kötü olmaya iten şey kişiliğinden çok şartlar ve durumlardır. Kendimiz olarak bildiğimiz şey tamamen alıştığımız ve hemen hemen standard bir yaşam tarzında ortaya çıkan, şartlar çok değişmediği için belli bir tutarlılık gösteren davranış ve düşünce kalıplarından ibarettir. Yani kişiliğimizin duruma bağlı olarak dönüşüme açıktır. Zimbardo bu deneye başlamadan öncede bu durumun böyle olacağını biliyor, aslında onun yaptığı bildigini doğrulamak, ancak bu deney sürecinde hesap etmediği bir faktör daha ortaya çıkıyor. Kişilik ve durum ilişkisini belirleyen şeyin aslında sistem olduğunu fark ediyor. Çünkü oluşan durumun ve şartların oluşmasına sistem izin veriyor, bu çerçeveyi sistem oluşturuyor. Zimbardo bu deneyle dünyada tanınır oluyor ve büyük bir üne kavuşuyor. Bu alanda bir bilirkişi oluyor. Ardan yıllar geçiyor ve 2003'den sonra Ebu Gureyb'de yaşananları anlamak için Zimbardo'dan yardım isteniyor. Zimbardo Ebu Gureyb'de yaşananları, kişiler, şartlar ve durumlar, sistem üzerinden analiz ediyor. Bu analiz sonucunda ortaya çıkan şey Stanford hapishane deneyindekilere benzer ama çok daha aşkın bir şekilde. İşkenceyi yapan askerlerin, kişilerin bu işkenceyi ve insanlık dışı bir sadistlikle uygulamalarını, yapmalarını sağlayan şeyin haddinden fazla durum ve sistemle ilgili olduğunu belirliyor. Elbette işkence yapan askerlerin masum olmadığını ama hapishanede yaşananlar ortaya çıkınca bu işkencelerden sorumlu tutulan emir komuta zincirinin en alt basamağında bulunan bu askerlerin bu olayın tek sorumlusu ve cezalandırılanı olmaması gerektiğini, üst seviyede asker ve sivillerinde ceza almasının gerektiğinide söylüyor. Yani sistemin başındakilerin. Ama sistem bunu umursamıyor ve bütün bu olanların sebebi, sorumlusu kendisi olduğu halde sorumluluğu ve suçu en alt basamaktaki askerlere yüklüyor. Vs. Vs. Vs. Yani sonuç olarak, kişi, durum ve sistem ilişkisi üzerinden iyi ve kötü eylemlerin nedenlerinin anlatılmaya çalışıldığı, aslında sistemi eleştiren, ve beni ve okuyan herkesi tatmin edeceğini düşündüğüm, zihin açan bir kitap. Herkese okumasını tavsiye ederim. Kitapla ilgili, kitabın içeriğine sadık kalarak, kitapla doğrudan ilişkili yaptığım inceleme bu kadar. Dedikten sonra... İncelemem bu kadarla sınırlı olmadığını söyleyeyim. Bundan sonra yazacaklarım kitabın halihazırdaki düşüncelerimi doğrulaması ve zaten kitabı okumadan önceki düşüncelerimi dahada zenginleştirmesiyle, kitabın bana kitapta anlatılmak istenene sadık ama başka yollardan ve başka bir bakış açısıyla kendimce bu konu hakkındaki görüşlerimi ifade etmeme vesile, bahane olmasıdır. Kim okur kim okumaz çok önemli değil, çünkü kimse için değilsede kendim için yazıyorum. Çünkü bu inceleme dağınık düşüncelerimi toparlamam, bir çerçeveye sokmak içinde bir bahane bir gerekçe olacak benim için. Başlıyorum... Kitapta çokça bahsedilen kiişilik, durum-şart, sistem ve kötülük ilişkisini anlatmaya çalışacağım ama bunu yapmak için basamaklar oluşturarak dolaylı bir yol izleyeceğim. Önce: Sonuçlarını herkesin öngörebileceği zihinsel bir egzersiz ya da bir deneyde ben yapayım istiyorum yazarın yaptığına özenerek. Asgari düzeyde maddi imkanları olan sıradan birine çok yüksek miktarda maddi imkan verelim ya da ne güç anlamına geliyorsa yüksek miktarda o güçle donatalım o kişiyi... Sizce o kişinin hayatında nasıl bir değişim olur? Neler değişir hayatında? Bu değişimin ölçüsü hangi boyutta olur? Ben söyleyeyim size, o kişiye ait ne varsa, her şey değişir. Arkadaşları, çevresi, kişiliği, dolayısıyla düşünceleri, davranışları, ahlakı, hatta inançları bile. Böyle bir değişim kendililik algımızı bile değiştirir, hemde yepyeni bir insan yaratılmışçasına bir insan olarak kendimizi algılamamıza bile sebep olabilir. Bu kadar değiştirme ve dönüştürme gücüne sahiptir güç faktörü. Demekki hayatımızda şu an sahip olduğumuz her şey; konumumuz, çevremiz, arkadaşlarımız, kişiliğimiz, düşüncelerimiz, davranışlarımız, ahlakımız ve inançlarımız şu anki sahip olduğumuz güç sınırlarında sahip olmamıza uygun olan, belirli bir güç dengesinin bize sunduğu şeyler. Diyebilirimki, gücümüzün derecesi, benliğimizi ve sahip olduğumuz her şeyi belirliyor, değiştiriyor. Çok mu iddialı oldu? Çok mu kestirmeden bir sonuca vardım sizce? Bunun dediğim şekilde anlaşılmaması, yani dediğim gibi olmayabileceği düşüncesini doğuran şey, bunun kolay kolay denenebilir, test edilebilir bir şey olmamasından kaynaklanıyor. Ama ben dediğim şeyden eminim, çünkü insanı, kendimde insan olduğum ve insanlarla bir arada yaşadığım için insanın eğilimlerini ve yapısını çok iyi tanıyorum. İnsanın gitgide artan bir güce kavuştukça değişmesi aslında bünyesinde barındırdığı potansiyelinin, eğilimlerinin ortaya çıkması demektir. Bu ortaya çıkan potansiyelimiz yeni şeyler değillerdir aslında, gücümüzün olmamıza izin vermediği, olması engellenmiş benliğimizin önündeki engellerin kalkmasıyla ortaya çıkan olası benliklerimizden biridir. İnsan yardılışı itibariyle bencildir, her ihtiyaç her istek yeni bir ihtiyacın yeni bir isteğin yolunu açacağından isteklerinin sınırı yoktur. İnsanı sınırlayan şey gücüdür. İnsan gücünü sınırlayan engeller olmadığı takdirde istenebilecek her şeyi isteme potansiyeline sahiptir. O yüzden insan gücü sınırları ölçüsünde karşılayabilir isteklerini ve gücü ölçüsünde oluşturur karakterini. Karakterimiz, sahip olduğumuz gücün sınırları ölçüsünde, engellendiğimiz sınırlarda oluşan, var olan güç derecesiyle isteklerimize kavuştuğumuzda oluşan tatminin ve kavuşamadığımızda yaşadığımız yoksunluğun etkisinin benliğimize şeklini vermesidir ya da gücümüz ölçüsündeki imkanlara ve yoksunluklara dair bir kabulün yol açtığı belirli bir düşünce ve davranış kalıplarını benimsememizdir. Bu düşünce ve davranış kalıplarıyla, gücümüzü arttırmaya ve ihtiyaçlarımızı karşılamaya çalışırız. Karakteri, doğrudan elde edilmek istenen bir isteğin, bir ihtiyacın onu doğrudan elde etmeye gücünün yetmediği durumda, elde edilmek isteneni gücümüz sınırları ölçüsünde dolaylı olarak elde etme ve edememe durumunda ortaya çıkan düşünce ve davranış kalıpları olarak tarif etmek mümkün. Yani elde etme ve etmemenin neden olduğu, engellediği ve sınırlandığı için doğrudan yapamadığını dolaylı olarak yapmak için ortaya çıkan, düşünce ve davranış kalıpları. Demek istediğim, doğrudan elde edilmek isteneni elde edecek gücümüz olsaydı karakerin gelişiminin yönü belli olurdu. Karakteri bilinmez ve karmaşık yapan, gideceği yönü bilmemizi zorlaştıran kendisiyle aynı güçte ve kendinden daha güçlü insanlarla benzer amaçlar için içiçe yaşanmasıyla birbirini çeşitli ölçülerde engelleyecek güçlerin birbirini dengelemesinden dolayı, insanları dolaylı davranışlara sevk etmesidir. Oluşan bu denge onun doğrudan davranmasının önüne engeller çıkardığı için nasıl bir davranışta bulunacağını, hangi dolaylı davranışı benimsiyeceğini bilmemizi zorlaştırır. Bu yüzden dolaylılığı kaldırıp doğrudan davranmaya sebep olan her güç artırımı kişiliği ve karakteri değiştirir. Demek istediğim davranışları sınırlayan her engel kalktığında ve güç dengesi değiştiğinde karakterimizde, kişiliğimizde değişir. İnsanın eğilimi, karakterinin gelişiminin alacağı yön budur. Bu durumda, karakter gücün artışına veya azalışına bağlı olarak dönüşüm potansiyelini barındırır bünyesinde demek için hiçbir engel yok önümde :) Her güç derecesi olası bir karakterin ortaya çıkmasına neden oluyor, her birimiz güçlü olma derecesine bağlı olarak olası karakterleri bünyemizde barındırıyoruz. Hepimiz içinde gerçekleşmesi gücümüze bağlı olarak değişmeye, dönüşmeye açık bir potansiyel var. Sonuç olarak bencil yaratıklarız ve gücümüz yettiğinde bir canavara dönüşme potansiyelini barındırıyoruz içimizde. Kişilik, durum-şart, sistem, kötülük ilişkisini anlatmak için kişiliğimizin veya karakterimizin bu eğilimini bilmemiz gerekiyor. (Güç değiştiğinde karakter,düşünce, davranış, arkadaş, çevre, ahlak, inanç vb. her şeyin değiştiğini dahada İspat edebilirim ama buna ne zamanım nede enerjim var. O yüzden bazı şeyleri söylemek için kestirmeden gitmeliyim.) Bu durum bugün mü böyle, yoksa hep böyle miydi ? Tabiki hep böyleydi, belki önceleri daha bile fazlaydı. İnsan var olduğundan beri bu durum böyle. Peki insan gibi bencil ve eğilimi, her şeyi kendi için isteyen bir varlık, nasıl olurda kollektif davranışlarla var olabilen toplumu ya da devlet gibi bir sistemi icat edebilir? Eğilimlerimizle, potansiyelimizle uyuşmayan böyle bir yapıyı nasıl var edebildik? İnsanların eğilimleriyle ters böylesi bir yapıyı, oluşumları kurmak için eğilimlerimizden feragat edecek kadar önemli şartlar ,önemli durumlar, önemli gerekçeleri ve sebepleri olmalı insanların. Yine zihinsel bir egzersiz, bir deney yapalım. İlk insanları düşünmeye çalışalım. Devlet ve toplum yapıları gibi sistemler kurulmadan önceki insanların yerine koyalım kendimizi. Her şeyi anlamak için temelden başlayarak analiz edelim durumu. Yani bir birey olarak yaşamaktan, toplu olarak yaşamaya geçişe ikna oluşumuzun sürecini düşünmeye çalışalım. İnsan davranışlarını biçimleyen ihtiyaçlarıdır ama bu ihtiyaçların her biri aynı öneme sahip değildir. İhtiyaçların bir hiyaraşisi vardır. Bu ihtiyaçların en önde geleni hayatta kalma ve güvenlik ihtiyacıdır. Tehlikelerden uzak bir biçimde yaşama isteğide diyebiliriz buna. İnsanın eğilimleri, kendi türümüz olan diğer insanların eğilimiyle aynı olduğu ve eğilimlerimizin sonucunda ihtiyaç duyduğumuz her şey, her istek diğer insanlarında ihtiyaç ve istekleride olduğu için aynı amaç için yaşayan varlıklar olduğumuz gerçeği, birbirimizle rekabet içinde, birbirimizi düşman olarak gördüğümüz bir yaşam biçimini doğurur. Yani en büyük tehlike birbirimiz için birbirimiz oluyoruz. İnsan için insan tehlike demek bu aynı zamanda. Ama insan için insanın tehlikeli olması iki boyutlu. Birinci boyut, ortak bir yaşama alanında birçok ortak özelliğe sahip olduğu, görüp algıladığı insanların yarattığı tehlike. İkincisi ise, bilmediği, göremediği, algılayamadığı, kendisinden ve ortak yaşadığı insanlardan birçok bakımdan farklılıklar taşıyan başka insanların yarattığı tehlike. Birbirimizle aynı türde olmamız, birbirimize yakın özelliklere ve güç sınırlarına sahip olmamızda demektir. Birbirimiz arasında birimiz başka birimizden daha güçlü olsa bile kendini zayıflıklarından ve diğer insanların yaratacağı tehlikelerden kendini mutlak anlamda koruyamayacağı için insanlar arasında gücün ortaya koyduğu bir denge meydana gelir. Bir davranış diğerinin davranışını öngörmeden yapılamaz ve bu bakımdan diğer insanların varlığı davranışları engelleyen, sınırlayan bir faktöre dönüşüyor. Bu bakımdan herkes insan ve herkes tehlikelerden uzak, güvenli bir hayat sürmek istediği için, bir arada yaşamanın en güvenli yol olduğu konusunda kolayca ikna oluyor. Ama bu iknayı mümkün kılan insanlar arasında, her bir insanın davranışını biçimleyen, doğrudan değilde dolaylı davranmasına neden olan, davranışlara sınırlar koyan, bir istek doğrultusunda doğrudan eyleme geçmeyi durduran ve uzlaşmayı kolaylaştıran güç dengesidir. Birbirleri için tehlike arz ettiklerinden, güvenli bir yaşam adına birbirleri için tehlikeli olma durumunu ortadan kaldırmaya yönelik uzlaşmacı bir tavırla kollektif yaşama adım atılmasının bir zorunluluğu vardır. Tabi bu dengeden doğan birbirini tehlikeli görme durumunu ortadan kaldırma isteği, başka insanların yarattığı tehlikeyi birlikte bertaraf etme isteğiyle, amacıyla birleştiğinde kollektif yaşamak gerekliliği dahada gerekli olmuş oluyor. Ama birlikte yaşamak için her daim bir güçler dengesi, bir çeşit denklik bulunması, bunun sürdürülebilir olması şartıyla: Doğrudan davranışları engelleyecek, isteklere biçim verecek ve sınırlar çizecek bir denge. Yani sistemin kurulması için, davranışlarımızı sınırlayan güçler ve bu sınırlılığın bir çeşit güçler eşitliğini oluşturduğu bir denge gerekliki ortak bir uzlaşma ve barışçıl bir ortamda kollektif davranmaya ve kollektifliğe uygun biçimde eğilimlerimizden feragat etmeye razı olalım. Belirli davranış kalıplarına bizi hapseden, davranışlara ve düşüncelere biçim veren bu denge olmadan bir uzlaşma ve barış ortamı olmayacağından, kollektif yaşama kendi güvenlikleri için hayatide olsa bu denge olmadan kollektif bir yaşam oluşmaz. Denge konusunun altını özellikle çizmek istiyorum. Çünkü aramızda böylesi bir denge oluşmaz ve güç dengesi bariz bir şekilde birinin herkesi suistimal edeceği bir konumda olursa uzlaşma değil, imha ya da birinin tahakkümü altında bir kölelik düzeni olurdu ortaya çıkan. Davranışlarımızın hangi durumlara ve koşullara göre biçimlendiğini, davranışlarımızı koşullayan durumları, anlamak için işin temeline inerek anlatmak istememin sebebi, insanı çerçeveleyen ve sınırlayan şeylerle, davranışlarımızın doğasının, gelişim yönünün ilişkisinin, insanın doğasını daha iyi anlamamızı sağlaması. Kollektif yaşamaya dönük ilk adım olan bu denge kollektif yapının var olması için en gerekli koşul. Çünkü dengenin sağladığı uzlaşma ve barış ortamı olmadan, insanlar birbirine bağımlı olduğuna ikna edilmeden kollektif yapı oluşamaz, bu denge oluşmazsa bu uzlaşma ve barışçıl hava yerini bir kaos ortamına bırakır. Kollektif yapının kurulması için kollektif yapıyı bozacak her davranışı önleyecek engeller ve dengeler olmalı ama bu kollektifliğin sürdürülmesi ve devamlılığı için yeterli değildir. Uzlaşmayı yaratan güçler dengesi yerini, birlikteliğin ortak bir kabulle yetki verdiği, birlikteliği sağlama ve sürdürme amacına sadakati gözetleyen ve birliğin devamını sağlamak için gerekli önlemleri almakla sorumlu bir otorite karşısında, insanın güçsüz kalması sağlanmalıdır. Birlikteliğin devamı ve sağlamlığı ancak bireylerin itaatiyle sağlanabilir. Ve otorite olmadan itaat mümkün değildir. Çünkü kollektif yapı sadece davranışların önüne bariyerler kurularak, birbirini eylemsiz hale sokacak güçler dengesiyle oluşturulamaz. Bireyi, belirli şartlardan doğan toplumsal bir desteğin onayını alarak düzen adına ezebilecek, ceza verebilecek ve karşısında kendi çaresiz hissetirecek bir otorite ve güç olmalı. Bu güç, davranışları birlikteliğe uygun şekilde biçimlemeli, istenmeyen davranışları durdurmak için bariyer görevi görmeli. Ama buda yetmez. Düşüncelerin önünüdede bariyerler kurulmalı, hatta bariyer kurmanında ötesine geçerek düşünceler kollektif yapıya göre oluşturularak insanın mizacı dengelenmeli ve kollektif yapının kutsiyetine dair insanlarda inançlar oluşturulmalı, insanın vicdanı; bu inançların referanslarına göre kurgulanmalı ve birliğin uyumuna göre uyumlandırılmalı. Bu inançla kurgulanmış birey, kendi vicdanı ve toplum vicdanı önünde, kendini zayıf hissetmeli ve inancın otoritesini tanımalı, ona tabi olmalı. Yani kollektif yapıyı bozacak, insanın potansiyel mizacının önüne engeller ve bariyerler konulmalı, insanı birliğin uyumuna göre bir oluşuma tabi tutmalı ve mutlak bir imanla otoriteye bağlılığı sağlanmalı. Biraz iddialı bir düşünce olacak ama ben insanın kollektif yapıyı bozabilecek her düşünceyi ve davranışı bertaraf etmek, insanları birbirine bağımlı kılmak, toplumun oluşmasını sağlayan dengeleri korumak ve bu dengenin sürdürülmesi için gereken, insanın zihnini kontrol etmeyi mümkün kılacak bir otoriteyi yaratmak için; ahlakın, inançların, şeytanın, dolayısıla dinin, bir takım kavram ve sembollerin vb. şeylerin icat edildiğine inanıyorum. İnsan gibi eğilimleri olan, birçok davranma ve düşünme biçimine sahip bir varlığın davranışlarına, düşüncelerine ve iradesine sınırlar çizilmeden, biçim verilmeden, birbirine bağımlı ve bağlı hale getirecek bir iklim oluşturulmadan ve en önemlisi karşısında kendisini güçsüz ce çaresiz hissettiği bir otoriteye tabi kılmadan kollektif yapıların var olamayacağını ve bu yüzden icat edildiğini düşünüyorum birçok kavramın. Bu kavramlar gerçekliği sisteme uygun hale getirerek, gerçeğin anlamını kendine uygun şekilde çarpıtarak kişinin algı düzeyini bozuyor, zayıflatıyor ve kişiyi sisteme bağımlı hale getiriyor. Sistemin kişinin algı düzeyinde yarattığı sorun, sistemin aşıladığı bilinç düzeyinde asla çözülemiyor. Bu icatlardan, kavramlardan ya da sembollerden belki en önemlisi Şeytan'dır kanımca. Birliği, beraberliği bozan her türlü bencilce davranışı, düşünceyi şeytanlaştırarak, dini motiflerle, ödül-ceza söylemleriyle ve toplumsal baskı oluşturarak insanın potansiyelini sınırlandırılmak için icat edilen Şeytan. İnsanın potansiyeli sınırlandırılarak filliyatta ayrı ama potansiyel olarak aynı amaca dönük insanlar oluşturma çabasının oluşturduğu kavramlar, insanların bu kavramları sahiplenmesi ve yaşam biçimlerini belirlemesi kollektif bir yapı olan devlet sisteminin en hayati unsurlarındandır. Kollektif yaşamın insana, güvenlikli ve kaostan uzak bir yaşam gibi kazanımları olsada, bunun için insanın ödediği bedellerde vardır. Kendi potansiyelinden uzak, bir tarafı kendi için yaşarken bir tarafı kollektifliğe hizmet eden, kendi potansiyelinden uzaklaştırıldığı için kendine yabancı ve içsel referanslarından uzaklaştırıldığı için dışsal referanslara bağlı olarak yani durumlara bağlı olarak edilgen bir yaşam biçimini benimsemek, yani vasat ve sıradan bir insan olmak bu bedellerden bazılarıdır. Değişen her keskin durum değişikliği, her güç dengesindeki değişim vasat ve sıradan insanı değiştirir. Vasat ve sırasan insan ana babasından çok durumların çocuklarıdır. O yüzden insanı iyi yapacak, insanı daha ahlaklı yapacak içsel bir uyumu olmadığı için her keskin değişimde ahlaksız, kötü ve bencil eylemler görürüz vasat insanda. Sistem varlığını ancak, davranışları kestirilebilir, öngörülebilir, davranışları ve düşünceleri belli kalıplara göre hareket eden, durumlara bağlı vasat ve sıradan insanı yaratıp, yaygınlaştırdığı sürece koruyabilir. Vasat ve sıradan insan sistemin teminatıdır. O yüzden vasat ve sıradanlık insanın niteliği olsun diye eğitim, öğretim bunu esas alır, toplum genelde vasat insanlardan oluştuğu için toplum içine giren her birey vasat ve sıradan olması için toplum baskısına uğrar. Okuduğum kitapların birinde, vasatlık ve sıradanlık uygarlığın lanetidir, diye bir cümle vardı. Çok abartılı bir cümle olduğunu düşünmüyorum, çünkü her kişi bir başkasıyla ikame edilebilir olduğu için vasat insanın kaybı onun çok yakınları hariç hiçbir kayıp hissi yaşatmaz , yakından incelendiğinde vasat ve sıradan insanlar özel olmaktan çok uzaktır, onlardan birinin yerini bir başkasıyla doldurmamanız söz konusu bile değildir. Şeytan Etkisi(yani okuduğum bu kitapta) kitabında yazarın başka bir kitaptan yaptığı bir alıntı vardı. Bu alıntıyı, toplum içinde gördüğümüz bütün kötülüklerin sıradan ve vasat insanın özelliklerine uygun olduğu yönünde bir düşünceyi güçlendirmek için kullanmıştı. Cümle şuydu: "Sıradan insanın yaptığı kötülükler istisna değil, normdur." Yani vasatlığı ve sıradanlığı tek başına kötülüğün kaynağı olarak kabul ediyor sözü söyleyen. Aynı fikirdeyim, sıradanlığın ve vasatlığın kötü eğilimlerimizin yansıdığı insani nitelikler bütünü olduğunu düşünüyorum. Aslında sıradanlık ve vasatlık, eğilimleri eğitim ve öğretimle daha iyi olabilecek bir insanın eğilimlerini en ilkel halinde bırakmak, ona zaten eğilimleride o yönde olan insanı içgüdüsel bir düzeyde kalmasını sağlamaktır. O yüzden ne kadar uygarlaşsakta bazı eğilimlerimiz en ilkel düzeyde kalmaya devam ediyor, çünkü sistem bunun böyle olmasını kendi varlığı için teminat olarak görüyor. Sistemin insana ödettiği bedellerden bazıları işte bunlar. Özet olarak, toplum ancak bireylerin, birbirine denk güçlerle birbirinin davranışlarını dengeleyerek davranışlarının doğrudanlığını engellediği yerde kurulur. Hem davranışlarına hem düşüncelerine yön verecek bir otoritenin varlığıyla, insanın eğilimlerinin neden olacağı davranışlara ve düşüncelere sınırlar çizerek, engeller koyarak, kollektif yapıya uygun davranış kalıplarını ve düşünce tarzını benimseterek devamlılığını sağlayabilir. Buraya kadar anlattıklarımı şu cümlelerle ifadede edebilirim; insanın içinde barındırdığı potansiyelinin engellendiği yerde ve bir otoriteye tabi olmayı kabullendiği bir çerçevenin içinde oluşmuştur toplum. Ve bu duruma bağlı olarak engeller kalktığında, otorite görünmez olduğunda, durumlar ve şartlar değiştiğinde potansiyelimizde zaten var olan, olası kişiliklerimizden biri ortaya çıkarak değişmiş oluruz. Kişiliklerimiz(karakter) üstünde belirleyici olan, durum-şart, sistem(devlet) etkisini ve kötülüğün kaynağının ne olduğunu anlatmaya çalıştığım şu satırları yazarken kitabın adının verdiği ilhamla aklıma şu sorular geliyor. Bu durumda şeytan etkisi ne, şeytan kim, kötülüğü ortaya çıkaran, kötülüğün etkili olmasını sağlayan, kötülüğü yaratan ve var eden, kötülüğe süreklilik kazandıran kim? İnsanın eğilimleri mi, durumlar mı, yoksa bu durumları ve bütün çerçeveyi belirleyen devlet yani sistem mi? Ben bariz bir şekilde devlet diyorum, yani sistem. Çünkü devlet icat edilişi fayda vermesi, yaşamımız için olmazsa olmaz koşulu olması bakımından mutlaka gerekli. Ama zaman içinde sanki bazı amaçlarını aştı, insanları suistimal eden, kötülüğü yapmaya uygun durumları-şartları hazırlayan bir yapıya dönüştü. En büyük gücün, diğer insanları kendi gücünün unsuruna çevirmekle sağlanacağını bilen insanların, devletlerin yapısını kontrol edip, kendi güçlerini korumak için sistemi yapılandırdığı bir süreçle evrilttiği bir yapıya dönüştü kollektif yapılar. Bugün gördüğümüz bütün devletler, güçlülerin güçsüzleri sömürmesine imkan tanıyan evrimsel bir süreç geçirerek bugünkü hallerini aldılar. Her devlet güçlü olanı koruyan, güçlü olana ayrıcalıklar tanıyan yapılar maalesef. İcat edilen bütün kavramlar; ahlak anlayışı, din vb. kavramlar güçlünün daha güçlü olması ve gücünü korumasını sağlıyor. Güçlüler güçsüzleri sömürmek için hamaset içeren görünümler ve pozlar takınarak insanları sömürmenin yollarını buldular ve bunu geliştirerek yapmaya devam ediyorlar. Benim için ve tüm insanlık için en acı olan şey ise güçlülerin suistimal ettiği devlet gibi yapıların, kendi güçlerinin sürdürülmesinin koşulunu sıradanlığın ve vasatlığın en büyük nedeni olan yoksulluğun ve cehaletin var olmasıyla sağlanacağını keşfetmeleridir. Bunun sonuçlarını yaşıyoruz her yerde. Gördüğümüz çoğu kötülüğün sebebi sıradan-vasat insanın, dolayısıyla yoksulluk ve cehaletin neden olduğu şeyler. "Şeytan Etkisi" kitabının vurguladığı gibi bir gerçekten yola çıkarak, eğer insan iyi ya da kötü eylemlerde bulunuyorsa bu çok büyük ihtimalle kişinin özelliklerinde değil, durumun ve sistemin etkilerinden dolayıysa: Kötülüğün kaynağını, sıradanlığı ve vasatlığı ortaya çıkaran cehaletin ve yoksulluğun hüküm sürdüğü şartlar, en kötü eylemlerimizi, en acımasız yönlerimizi çıkarıyorsa, bu şartları oluşturmayı kendi gücünü korumanın ve gücünü arttırmanın bir yolu olarak görenlerde aramak gerekiyor, yani devletin politikalarını ve yapısını belirleyen, kontrol edenlerde... İnsanların güvenli ve tehlikelerden uzak bir yaşam amacıyla, eğilimlerinden feragat ederek oluşturduğu devlet ya da sistem amacını aşacak şekilde ama yinede insanın eğilimlerinin bir sonucu yani önünde engel olmadığında her şeyi kendi için isteyen,en büyük güce sahip olmak isteyen ve en büyük güce ulaşma ülküsününde diğer insanları kendi gücünün unsuruna çevirmek olduğunu bilen insanların kontrolüne geçmesiyle, sonuçları kötüde olsa yinede insani bir yapı olmaya devam ediyor. Umarım bu kontrol, daha iyi eğilimlerimizi ortaya çıkarmayı amaçlayan iyi, durumları ve şartları daima iyi olarak belirleyecek insanların eline geçer ve bunu amaçlayan ve bu amacı sürdürmeyi sağlayacak bir şekilde sistemleştirirler sistemi. Bu kadar...
Şeytan Etkisi
Şeytan EtkisiPhilip Zimbardo · Say Yayınları · 2017172 okunma
·
173 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.