Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Semûd
Şahmerdanlar gömmektedir şimdi aşkımızın göğsüne yadırgı hüzünleri kaypak bir çamur olan mayamız kinle bereketlenmektedir. Uyuyan bebekleriyle üşüyen köpeklerini bir yana bırakıp bir sabah vakti dudaklarımda direnmiş yüreklerin isyânını taşıyan keskin bir ıslık ellerim ceplerimde bu şehri yerle bir edersem bana deli bana çılgın diyecekler biliyorum gönlümü âsi bir tohuma gizleyerek toprağa gömüyorum bu şehr ki amansız göğünü bile çekti üzerimden dörtnal koşan ayaklarına şiirimin bukağılar vurdu yürütünce fiillerini zarif ve soylu arab atlarının üzerine ebâbîl kuşları uçuruyor bir adam gözünün bebeğinde. Bilinmez mi elimiz değdiğinde buz gibi pınarların köze kestiği yürüdüğümüzde dağların yokolduğu öfkeyle bıraktığımız soluğun nice görkemli taş tapınakları yerle bir ettiği bilinmez mi? Ahdimi kavruk ağaçlara kanadı kırık kuşlara yivleri aşınmış bir tabancaya bir de yetim çocuklara utancından küçülüvermiş haritalara yani onurlu yorumlayıcılara bırakıyorum. Ben ki saçına çokça aklar berkitilmiş bir semud’um ağlamak için başına uygun duvarlar arayan unutulmuş çiçekleri tozlu raflar arasından el değmemiş kitaplardan yüreği üzre koyup örselemeden çıkaran her kelimeyi gereği üzre akıp giden hayata uygulayan karanlık kuyulara sarkıtılmış bir semud’um. Şimdi ölümden arta kalmış acılar yazılıyor bizim alnımıza tasdikli mühürlü kâğıtlarımıza güneş döner ay peşimizde vay gülüm bu çılgın adamlar sığmaz dünyaya ve korku içimizde uzanıp yatmış köpek anten olmuş her sese kulak kabartmış köpek. Biliyorum biliyorum bir oda gibi coğrafya atlasına sınırları kanla değil kalemle çizilmiş bir ülkeyi bankalar, bankerler, tröstler, tecimevleri kravatlı, rüzgârsız saçları, boyalı potinleri yüzleri kara bir gecede ışıldayan fâiz hadleri cepleri teberru çekleri, piyango biletleri evleri tıka basa ölü çocuk kemikleri yanmış genç bedenleri acıyla yokedilmiş adam iskeletleri Biliyorum basarak kan deryâsına yürüyor onlar ve ayaklarının altı lekesizdir, biliyorum. Ben kendimi sokaklara karşı denemedim çekilirken üstümden boz bulanık sel suları önce hüznü belledim su verilmiş çeliklerden sabrı bilendim birçok harfi sağır olan alfabeden karanlığın buzul topraklarında bir karçiçeği gibi göğermeyi öğrendim ben kendimi sokaklara karşı denemedim. Onlar hep benziyor birbirlerine kendini dinleyen bir böcek gibi duyargalarını içlerine çevirdiklerinde zalimdir, gururludur, yeryüzü titrer yürüdüklerinde bilirler her şeyi bakışları keskindir de bir ağır makinalı saniyede kaç mermi atar bir çırpıda söylerler de yeni açmış bir çiçeğe eğilen adam zindana atıldığında da Fâtiha okur bu bir sakalı zorla kesilmiş birisi sarıklı, cübbeli, sakallı bir gizli kimlik taşımıştır ve bir kaya kütlesi oluncaya kadar dağlara bakmamaya yemin etmiştir bu iki sonbahara direnmiş kışı göğüslemiş ağaçlar illâ da patlatacaktır domurlarını ilkbahara ve yaz hasat mevsimidir bu üç bilmedikleridir ve onlar hep birbirine benzemektedir. Biliyorum ana, biliyorum bedenimde bu zulüm kara geceyi bir örtü gibi düşlerimize saran berrak sulara bir damla kan olup yayılan günlerde eriyorum sabır sayfaları okunup üflenmiş yüreğime ben ki korkulara efsunluyum akrep topraklara beleyip av’cuma yılan kavisler sürerdin de saçıma ki ana deli çırpınmalar eklerdin. Daneleyin ekilmezsem vay beni gök tırpanla biçilmezsem vay beni senin’çün dâre çekilmezsem vay beni ey bu harfi yüreğime ilikleyen âyetini buğdayıma çizen Yâr Savruk yapraklar ağlıyor güzün kararttığı suyumuzda sarı ve savruk yanık yanaklarımızı sürüyoruz toprağın serin ve diri yüzüne ben şiirini söylemedim daha dıştan durgun ve sessiz içten içe lâvlarını kaynatan bir yanardağın yuvası dağıtılmış kartalların ve gözlerine sonsuz hüzünlerin mili çekilmiş çocukların şiirini söylemedim daha. Vurulduğu gece toprağa düştüğü yere taşlardan bir kin anıtı olarak ‘düşek’ler yapılmamış kanlısı kargışlanmamış ve ölümün ter ü tâze gözlerinin çok renkli bir nakış olarak işlendiği gömleğine incecik kadın yüreklerle evlâd, iyâl ana, bacı seslerle ilençlerle ağlanmamış, kimsiz, kimsesiz bir ölü gibi yatırılmış unutulan yüreğin hey şiirini söylemedim daha. Uzun nefeslerle düşünmekten sakınan bir güneş minicik serçelerin yumulmaz gözlerine gizlenerek bir çırpıda çakılıyor arza ben o zaman elimi kaldırıp el yordamıyla gözü bağlı tetiğe dokunuyorum yaşamanın sivri yanları çakılıyor göğsüme insanlar kayıp gidiyor tırnaklarımın arasından göğsümde kargılarını unutuyorlar ben yine onikiden vuruyorum atlayıp üstüne şavkı vuran sözcüklerin gümüş sağrılı küheylânı yormadan dörtnal koşturuyorum. Ben akkor demirlerle ağlamak köprülerini dağlayan cerrah kanayan bir yaraya nağralar çiçeklendiren yitik çocukların rahmısıla közlerine bastığı bu umut merhemini kararan göğe düşen yaprağa hasretinden çatlamış toprağa sürüyorum. Anlamazsa pençesini dağa vurmuş vay gülüm kartallar bizi anlamazdı dokunan mı var akıp giden buluta? ağustos ortasına hercâî yağan yağmur bizi anlamazdı bu Fırat ne Fırat’tır uyuyan bir adamda gün yanığı surattır /uzaktan kıldan ince, kılıçtan keskincedir sırâttır /yakından dağı deler, taşı ezer, ak köpüklü ordulardır Fırat bizi anlamazdı anlamazsa gözünü yol eylemiş vay gülüm gül gibi yârimiz çocuklar bizi anlamazdı. Yârim kısa konuşmak gövdesi zindanlara sığdırılmış bileğinde zayıf bırakılmış insanlar kıyama durmuş kafasında düşünceler kardaşlanan dar zamanlı adam işi yargımız okunmuş bizim bîgünâh yüzümüze karşı bir idam mahkûmunun son gecesinde sabahı bekleşiyi bekleyişimiz gülüşümüz dünyaya duruşumuz su vuruldu akacaktır bend tutulsa taşacaktır nadasa bırakılan düş bir gül gibi sabaha açacaktır. Önce ilkel bir kılınç gibi kelimenin anlamını gökyüzünü ve toprağın yüzdeyüz yalnızlığını yere düşer düşmez eriyen kar tanelerinin hıncını bir bir düşündük ve gördük ki dar gelen bir giysi gibi dökülüyordu ağaç kabukları yaşlı dalların ağır kamburları toprağa karılıyordu ve deniz tokmaklarla dövülen bir bakırın gürültüler çarşısıydı neydi hayat? sımsıcak bir bedende kayıp giden hangi ipekti? yani ölürken yokolan şey. Dönüyorken dünya ve kokuyorken toprak kısır bir kadının mağrur yüzünün kopyasıyken kayalar birdenbire duruverdi hayat ‘Yarabbi, Yarabbi bari kar yağıyor olsa’ birden Salih geldi kar yağdı helâl lokma, haram lokma ayrıldı insanlar hayatı kavradı sonra yine kar yağdı bunu ben söylüyorum ey semud! Her yükselen bine göğün ilminde intihardı kara bir balçık caddeleri, sokakları sardı evleri kuşattı oysa ki ömrümüz ey semud biçildiği kadardı Sonra yine kar yağdı Sonra Bir semud vardı.
Sayfa 104 - Beyan YayınlarıKitabı okudu
·
104 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.