Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

D.A.Ç
insan olmanın her zaman için kendinden başka bir şeye, ya da bir insana-gerçekleştirilecek bir anlama, karşılaşılacak bir insana, hizmet edilecek bir davaya, ya da sevilecek bir insana- yönelmek olduğu yolundaki antik ant- ropolojik gerçeğini anlıyorum İnsan, sadece varoluşundaki bu kendini aşmayı gerçekleştirdiği zaman gerçekten insan, ya da gerçek benliği olmaktadır. Bunu, kendini, kendi benliğini gün- celleştirmeyi düşünerek değil, kendini unutarak, kendini vere- rek, kendini görmeyerek ve dışarıya odaklaşarak gerçekleştirir. Benzetme olarak vermekten çok hoşlandığım gözü ele alın. Ay- naya baktığı anların dışında göz kendinden bir şey görür mü? Kataraktlı bir göz, bulutlanma gibi bir şey görür, bu kendi kata- raktıdır; glokomalı bir göz kendi glokomasını ışıkların çevresini saran bir gökkuşağı haresi gibi görür. Sağlıklı bir ğöz ise kendinden hiç bir şey görmez,öz-aşkındir (kendini aşmıştır) Kendini gerçekleştirme denen şey, kendini aşmanın niyet-1 lenmeyen bir sonucudur; bunu, niyetin hedefi kılmak yıkıcı, kendi amacını baltalayıcıdır. Kendini gerçekleştirme için geçerli olan, kimlik ve mutluluk için de geçerlidir. Mutluluğa engel olan şey, "mutluluk arayışı"nın kendisidir. Bunu ne kadar çok hedefimiz yaparsak, bu hedeften de o kadar çok şaşarız. Bu en açık haliyle cinsel mutlulukta, cinsel "haz arayışında" görülür. Bunun sonucu ise cinsel nevrozlardır. Bir erkek gücünü göstermeyi ne kadar çok arzularsa, başarısızlığa mahkum olması o kadar ke- sinleşecektir. Bir kadın orgazm olabileceğini kendine kanıtla- mayı ne kadar arzularsa, soğuk olma ihtimali o kadar artacaktır. Bu noktada okura, konunun uygun durum tarihçeleriyle ele alındığı logoterapinin klinik uygulamaları ve teknikleri konulu bölüme ("Paradoksik Niyet ve Düşünce Odağını Değiştirme" başlıklı bölüme) başvurmasını öneriyorum. hiç bir zaman eksik olmazlar. Yaşam hiç bir zaman anlamdan yoksun değildir. Kuşkusuz, bu sadece iş ve sevginin ötesinde bile bulunabilecek potansiyel bir anlam olduğunu kavrarsak anlaşılabilir. Bir şey yaratarak, bir iş yaparak, ya da bir şey ya- şayarak veya birisiyle karşılaşarak anlam bulmaya alışkın oldu- ğumuz açık. Ama umutsuz bir durumun çaresiz kurbanı oldu- ğumuz, değiştirilemeyecek bir kaderle yüz yüze geldiğimiz zaman bile yaşamda bir anlam bulabileceğimizi asla unutmama- mız gerekir. Çünkü bu durumda önemli olan, bir trajediyi kişisel bir zafere, bir zor durumu insan başarısına dönüştürmek olarak tanımlanabilecek eşsiz insan potansiyeline tanıklık etmektir. Bir durumu artık değiştiremediğimiz zaman -habis bir kanser gibi iyileştirilemeyen bir hastalığı düşünün- kendimizi değiştirmek zorunda kalırız. Max Scheler, Amold Gehlen ve Adolf Portmann'ın da gösterdiği gibi, dünyaya açık olmasıdır. Ya da Martin Heidegger'in dediği gibi, insan olmak "dünyada olmaktır." Varoluşun kendini aşması olarak adlandır dığım şey, insan olmanın, ister gerçekleştirilecek bir amaç, ister karşılaşılacak insanlar olsun, kendini kendi dışındaki bir şeye veya birisine açma anlamına geldiğini gösterir. Ve bu kendini aşma özelliği yaşanmadığı sürece varoluş çöker. Varoluşun kendini aşkınlık özelliğinin, insan olmanın açıklı- ğının, bir kesitte bulunurken diğerinde bulunmaması anlaşılır bir şeydir. Kapalılık ve açıklık uyumlu bir hale gelmiştir. Aynı şeyin özgürlük ve belirlemecilik (determinizm) için de geçerli olduğunu sanıyorum. Ruhsal boyutta belirlemecilik, insan bo- yutu, insan olguları boyutu olan noöjenik [anlamsal] boyutta özgürlük vardır. Beden-ruh sorunu konusunda, "farklılığa rağ- men birlik" sonucuna varırız. Özgür seçim sorunu konusunda ise belirlemeciliğe rağmen özgürlük" sonucuna varırız. Bu, Nicholai Hartmann tarafından dile getirilen bir deyişle paralellik gösterir: "bağımlılığa rağmen özerklik." Ne var ki bir insan olgusu olarak özgürlük, çok insancadır. İnsan özgürlüğü sonlu bir özgürlüktür. İnsan koşullardan özgür değildir. Ama bu koşullar konusunda tavır almakta özgürdür. Koşullar onu tam anlamıyla şartlandırmaz. Belli suurlar içinde, koşullara boyun eğerek yenip düşüp düşmeyeceği, ona kalmış bir iştir. Bu koşulların üstüne de çıkabilir ve bunu yaparak insan boyutuna girebilir. Bir keresinde dediğim gibi: iki alanda, nöro- loji ve psikiyatri dallarında bir profesör olarak, insanın biyolojik,ruhsal ve toplumsal koşullara ne ölçüde tabi olduğunun tam an- lamıyla bilincindeyim. Ama iki dalda profesör olmanın yanısıra ben, dört kamptan-yani toplama kamplarından-sağ kurtulmayı başaran birisiyim ve bu özelliğimle, insanın, düşünülebilecek en kötü koşulları bile alt etme konusunda gösterdiği becerinin tanı- ğıyım/Sigmund Freud bir keresinde şöyle demişti: "Birbirinden çok farklı bir grup insanı, aynı şekilde açlığa terk edelim. Zorla- yıcı açlık dürtüsünün artmasıyla birlikte, bütün bireysel farklı- lıklar bulanıklaşacak ve bunların yerine, zorlayıcı bir dürtünün tekbiçimli dışavurumu ortaya çıkacaktır." Ne var ki toplama kamplarında tam tersi doğruydu. İnsanlar daha çok farklılaşı- yordu. Hayvanlar da, azizler de kendini gösteriyordu. Açlık ay- nıydı, ama insanlar farklıydı. Aslında kalori önemli değildi. Insan, nihai anlamda karşısına çıkan koşullara tabi değildir, bu koşullar onun kararına tabidir. Mücadele mi edeceğine, bo- yun mu eğeceğine, koşullar tarafından belirlenmeye göz yumup yummayacağına isteyerek veya istemeyerek karar verir. Bu ka- rarların kendilerinin de belirlendiği söylenerek elbette karşı çı kılabilir. Ama bunun bir regressus in infinitum'la [sonsuzda geri- lemeyle] sonuçlanacağı da açıktır. Magda B. Arnold'un bir ifa- desi bunu özdeyişleştirir ve tartışma için hazır bir sonuç sağlar. "Bütün seçimlerin nedeni vardır, ama seçimlere neden olan se- çenin kendisidir." İnsan özgürlüğü,insanın kendinden uzaklaşma (ayrılma )yetisi anlamına gelir. Johannes Lan- ge'den bir alıntı yapmak istiyorum. İkizlerden birisi kurnaz bir suçlu olur. Diğeri ise kurnaz bir suç bilimci (kriminolog). Kurnaz olmak, bir kalıtım sorunu pekâlâ olabilir. Ama bir suçlu veya suçbilimci olmak, bir tutum sorunudur. Kalıtım, insanın kendini yarattığı malzemeden başka bir şey değildir. Kalıtım, duvarcı tarafından kullanılan veya atılan taşlardan öte bir şey değildir. Ama duvarcının kendisi taştan yapılmamıştır. Çocukluğun, yaşamın seyrini belirleme derecesi, kalıtımdan çok daha azdır. . Hapishane müdürünün da- veti üzerine bir konuşma yaptığım California San Quentin tu- tuklularına söylediğim şey de buydu. California Üniversite- si'nden bir editör olan Joseph B. Farby da bana eşlik etmiş ve daha sonra, California'daki en amansız suçlular olan bu tutuk- luların, konuşmama nasıl tepki verdiklerini anlatmıştı. Tutuklu- lardan biri şöyle diyor: "Psikologlar (Franklin tersine) sürekli çocukluğumuzu ve geçmişteki kötü olayları sorup duruyorlar. Hep geçmiş: göğsümüzün üzerine bırakılmış bir değirmen taşı gibi." Ve şöyle devam ediyor: "Çoğumuz psikologları duymak bile istemiyoruz. Buraya gelmemin tek nedeni, Frankl'in de bir zamanlar bir tutuklu olduğunu duymamdır." nedenlerle koşullar karıştırılıyor. Peki ne- denle sebep arasındaki fark nedir? Soğan doğradığınız zaman gözleriniz yaşarır: gözyaşlarınızın bir nedeni vardır. Ama ağla- mak için bir sebebiniz yoktur. Ama sevilen birisi ölürse, ağlamak için sebebiniz olur. Dağcılık yapıyorsanız ve 3000 metreye ulaş mışsanız, bir baskı ve kaygı duygusuyla başa çıkmak zorunda kalabilirsiniz. Bu ya bir nedenden, ya da bir sebepten kaynakla- nabilir. Oksijen yetersizliği neden olabilir. Ama donanımınızın veya eğitiminizin yeterli olmadığını biliyorsanız, kaygınızın bir sebebi vardır. İnsan olmak, "dünyada olmak" olarak tanımlanır. Dünya se- bepleri ve anlamları içerir. Ama insanı kapalı bir sistem olarak değerlendirdiğiniz zaman sebepler ve anlamlar ortadan kalkar. bu durumda geride sadece nedenler ve sonuçlar kalır. Sonuçlar, şartlı reflekslere veya uyarımlara yönelik tepkilere karşılık gelir. Nedenler ise şart şartlandırma süreçlerine veya itkilere ve içgüdülere karşılık gelir. İtkiler ve içgüdüler iter, ama sebepler ve anlamlar çeker. Insanı, kapalı bir sistem terimleriyle düşündüğünüz za- man, sadece iten güçleri görürsünüz, çeken güdüleri görmezsi- niz. Amerikan otellerinin ön kapılarını düşünün. Lobiden baktı- ğınızda sadece "itiniz" işaretini görürsünüz. "Çekiniz" işareti sa- dece dışarıdan görülebilir. Oteller gibi insanların da kapıları vardır. İnsan, kapalı bir hücre (monad) değildir ve insanın dünyaya açıklığını kavramadığı sürece psikoloji bir tür hücre bilime (monadoloji) dönüşür. Kendini aşması, varoluşun açıklı- ğını yansıtır. (Bölüm sonundaki 2. nota bakın.) Buna karşılık in- san gerçekliğinin kendini aşma özelliği de Franz Brentano ve Edmund Husserl'in de söylediği gibi, insan olgularının "niyetli" (amaçlı) niteliğini yansıtır. İnsan olguları, "niyetlenen (amaçla- nan, iradi) nesneleri" hedefler bu nesnelerle ilgilidir.¹ Sebepler ve anlamlar bu nesnelere karşılık gelir. Bunlar, ruhun aradığı logo'lardır [anlamlar]. Eğer psikoloji adını haketmek istiyorsa, bu adın her iki yarısını da, yani hem ruhu hem de logo'yu (anla- mı) kabul etmek zorundadır. →Varoluşun kendini aşkınlığı inkar edildiği taktirde varoluşun kendisi çarpıtılır. Maddeleştirilir. Varoluş, sadece bir şeye indir- genir. İnsan olmak ise kişiliksizleştirilir. Daha da önemlisi, özne bir nesneye dönüştürülür. Bunun nedeni, öznenin tipik özelliği- nin nesnelere açık olması (nesnelerle ilişki kurması) gerçeğidir. Ve sebepler ve güdüler olarak iş gören değerler ve anlamlar te- rimleriyle amaçlı (istemli) nesnelerle ilişki kurmak, insanın tipik bir özelliğidir. Kendini aşma inkar edildiği ve anlamlara ve de- ğerlere açılan kapı kapatıldığı zaman, sebeplerin ve güdülerin yerini şartlarıma süreçleri alır ve insanı şartlandırma, yönlendir- me işi "gizli iknacılara" kalır. Kapıyı kullanılmaya (yönlendiril- meye) açan şey maddeleştirmedir. Bunun tersi de doğrudur. Eğer kişi insanları kullanmak istiyorsa, ilk önce onları madde- leştirmesi ve bu amaçla onlara toptan belirlemecilik düşüncele rini empoze etmesi gerekir. "Sadece özerk insandan vazgeçerek,"diyor B. F. Skinner, "insan davranışının gerçek nedenlerine erişilmez olandan kullanılabilir (yönlendirilebilir) olana-done biliriz." Her şeyden önce, şartlanma süreçlerinin insan davra- nışının gerçek nedenleri olmadığını, ikincisi, insan davranışının insanlığının a priori temelde inkar edilmemesi koşuluyla gerçek nedenin erişilebilir bir şey olduğunu, ve üçüncüsü, belli bir bi reyin davranışlarının gerçek "nedeninin (cause)" bir nedenden (cause) çok bir sebep (reason) olduğunu kavramadığımız sürece, insan davranışının insanlığının anlaşılamayacağına inanıyo rum. Nedenler sadece sebeplerle değil, koşullarla da karıştırılır. Ancak bir açıdan nedenler koşullardır. Nedenler, gerekli koşul- lar anlamındaki koşulların tersine, yeterli koşullardır. Bu arada bunlar, hem gerekli koşullardır, hem de olası koşullar dediğim şeydir. Bununla, serbest bırakan etkenleri ve tetikleyicileri kas- tediyorum. Örneğin psikosomatik denen hastalıkların nedeni psikolojik etkenler değildir; yani bunlar, nevrozlar gibi psikoje- nik (ruhsal kökenli) değildir. Psikosomatik rahatsızlıklar daha çok, ruhsal etkenler tarafından tetiklenen somatik (bedensel) rahatsızlıklardır. Yeterli bir koşul, bir olguyu yaratmaya yeterlidir: yani, olgu, sadece özünde değil, varoluşunda da böyle bir nedenle belirle- nir. Tersine gerekli koşul bir önkoşuldur. Örneğin tiroid bezinin yetersiz çalışmasından kaynaklanan zeka geriliği olayları vardır. Şeyler birbirini belirler. Ama insan kendini belirler. Daha doğrusu, ister onu iten itki ve içgüdüler, ister çeken sebepler veya anlamlar olsun, ken- dini belirlenmeye bırakıp bırakmayacağına karar verir. Dünün nihilizmi hiçliği öğretiyordu. Bugün ise indirgemeci- lik "...den başka bir şey değil," diyor. İnsanın, bir bilgisayardan veya "çıplak bir maymundan" başka bir şey olmadığı söyleniyor. Örneğin merkezi sinir sistemimizin işleyişi için bilgisayarı mo- del olarak kullanmak, kesinlikle yerindedir. Analogia entis bilgi- sayar için de geçerlidir. Ne var ki indirgemeciliğin gözardı ettiği boyut farkları da vardır. Örneğin, sadece insana özgü olan bi- lincin (vicdanın) şartlanma süreçlerinin bir sonucundan başka bir şey olmadığı yolundaki tipik indirgemeci teoriyi ele alın. Halıyı ıslattığı için kuyruğunu bacaklarının arasına sokup kol- tuğun arkasına saklanan bir köpeğin davranışı, bilinci değil, beklentisel kaygıyı (özel olmak gerekirse, korkulu cezalandırıl- ma beklentisini) yansıtır. Bu elbette şartlanma süreçlerinin so- nucu olabilir. Ama bunun bilinçle hiç bir ilgisi yoktur, çünkü gerçek bilincin cezalandırılma korkusuyla hiç bir ilgisi yoktur. Bir insan, cezalandırılma korkusuyla veya ödüllendirilme bek- lentisiyle (veya süperegoyu yatıştırma arzusuyla) güdülendiği sürece, bilinç söz sahibi değildir demektir. Bu tur bir meta anlam kavramı tanrı inancını gerektir- mez. Tanrı kavramı bile tanrı inancını gerektirmez. On beş ya- şımdayken, şu yaşında bile daha çok inanır olduğum bir tanrı tanımı geliştirmiştim. Buna işlemsel (operasyonel) tanım diyo- rum. Şöyleydiy Tanrı, en gizli iç konuşmalarımıza eşlik eden ki- şidir. Tam bir içtenlik ve tam bir yalnızlık içinde kendi kendi- nizle konuştuğunuz zaman, kendinizi anlattığınız kişiye Tanrı denebilir. Bu tanım, tanrı tanımaz ve tanrı tanır (ateistik ve teis- tik) Weltanschauungs (yaşam felsefeleri) arasındaki ikilikten kaçınır. Bu ikisi arasındaki fark, ancak daha sonra, dine inanmayan kişi kendi kendine konuşmasının, sadece monolog oldu- ğunda ısrar ettiği, dindar kişi de bunu başka birisiyle olan gerçek diyaloglar olarak yorumladığı zaman ortaya çıkar. Bense tam bir içtenlik ve dürüstlüğün her şeyden daha önemli olduğuna ina- nıyorum. Eğer Tanrı gerçekten varsa dine inanmayanlarla tartışmayacaktır, çünkü onlar onu kendileri sanacak ve ona yanlış ad koyacaklardır. Kendinizi mutsuz hissettiği- niz zaman kafayı çekerseniz alkol mutsuzluğunuzun ortadan kalkmasına "neden olur," ama mutsuzluğun sebebi olduğu gibi kalır. →→İnsan cinselliği her zaman için salt cinsellikten öte bir şeydir, cinsellik üstü olan bir şeyin, sevginin fiziksel dışavurumudur. Sadece bu işlevini yerine getirdiği ölçüde cinsellik gerçekten de ödüllendirici bir deneyim olur. Maslow, "sevemeyen insanlarla sevebilen insanların seksten aldıkları haz aynı değildir," demek- le haklıdır. Amerika'da yayınlanan bir psikoloji dergisinin 20,000 okur üzerinde yaptığı bir ankete göre iktidarı ve orgazmı en çok artıran etkenin romantizm -yani sevgiye yakın bir şey- olduğu ortaya çıkmıştır. Büyük bir talep olmadığı sürece ticarette başarı söz konusu olamaz. Bugünkü kültürümüzde seks enflasyonu denebilecek bir şeye tanık oluyoruz. Bunu ancak daha kapsamlı olan varo- luşsal boşluk temelinde ve ne yapması gerektiği konusunda iç- güdülerin, geleneklerin veya değerlerin yönlendirmesinden yoksun kalan bireyin, artık çoğu kez ne yapmak istediğini de bilmemesi gerçeği temelinde anlayabiliriz. Bu ilişkiler durumundan kaynaklanan varoluşsal boşluk içinde cinsel libido aşırı gelişir (hipertropi) ve bu aşırı gelişme, seks enflasyonu yaratır. Diğer enflasyon türlerinde (örneğin pa- ra piyasalarında) olduğu gibi, cinsel enflasyon da değerden düşmeyi birlikte getirir: cinsellik, insansızlaştığı kadar değerden de düşer. Bireyin kişisel yaşamıyla bütünleşmeyen, sadece haz uğruna yaşanan bir cinsel yaşam sürme eğilimi gözlüyoruz. Cinselliğin bu şekilde kişiliksizleşmesi, varoluşsal engellenme- nin bir belirtisidir: insanın anlam arayışının engellenmesi. Bir erkek gücü konusunda ne kadar çok tasalanırsa, iktidarsız olmaya o kadar yatkın olacaktır; bir kadın, dolu dolu orgazm yaşama yetisine sahip olduğunu kendi kendine kanıtla- maya ne kadar çok uğraşırsa, soğuk olmaya da o kadar yatkın olacaktır Onca yıllık psikiyatrik çalışmamda rastladığım cinsel nevroz olaylarının çoğunluğu bu kaynağa kolayca bağlanabilir. Dil, salt kendini anlatmaktan öte bir şeydir.¹ Dil her zaman için kendi ötesindeki bir şeyi gösterir. Başka bir deyişle, tıpkı genelde insan varlığı gibi, dil de her zaman için kendini aşkındır. İnsan olmak, kendi dışında bir şeye veya bir insana, gerçekleşti- rilecek bir anlama, ya da karşılaşılacak bir insana yönelmektir. Kendini görmeyen sağlıklı bir göz gibi, insan da kendini unutup görmediği, kendini verdiği zaman en yüksek işleyiş düzeyine ulaşır. Kendini unutmak duyarlılığı artırırken, kendini vermek yaratıcılığı artırır. Çağdaş edebiyat, kendini anlatmayla (dışavurmayla) -kendini teşhir etmeyi söylemeye gerek yok- sınırlı kaldığı ve bununla yetindiği sürece, yazarının boşunalık ve anlamsızlık (absürdlük) duygusunu yansıtır. Daha da önemlisi, anlamsızlık (absürdlük) yaratır. Bu da anlaşılabilir bir şeydir, çünkü anlam yoktan yara- tılamaz, keşfedilmesi gerekir. Anlam (sense) yaratılamaz, ama anlamsızlık (nonsense, saçmalık) yaratılabilir. Yaşamın koşulsuz anlamlılığına olan inancımdan vazgeç- mediğimi, çünkü yaşamın anlamlı -ki bu durumda yaşam kısa sürse de anlamını koruması gerektiğini- ya da anlamsız oldu- ğunu -ki bu durumda birkaç yıl daha yaşayıp bu anlamsızlığı sürdürmenin de hiç bir anlamı olmadığını anlattım. "Ve inan," dedim, "bir yaşam tamamen anlamsız bile olsa, yani boşa bile harcansa, bu duruma yönelik tavrımızla son anda bile anlam kazanabilir. Homeostasis hipotezinin tersine ben aşağıdaki dört tezi orta ya koymak istiyorum: (1) Insan temelde gerilim gidermeye ça- lışmaz, hatta gerilime ihtiyaç duyar. (2) Bu nedenle gerilim arar. (3) Ancak günümüzde yeterli gerilimi bulamaz. (4) Bazen gerilim yaratmasının nedeni budur. (1) İnsanın çok fazla gerilim altında bırakılmaması gerektiği açıktır. İnsan daha çok orta dozda bir gerilime ihtiyaç duyar.1 Çok büyük beklentiler de, beklenti [meydan okuma) yokluğu da hastalığa neden olabilir. Bu anlamda Werner Schulte, nevrotik krizlerin tipik başlangıcı olarak gerilimin boşalmasını göster- mişti. Stres kavramının babası olan Selye bile son zamanlarda "stresin yaşamın tuzu" olduğunu kabul etmiştir. Bense bir adım daha ileri gidip özel bir gerilime, yani insanla gerçekleştirmek zorunda olduğu anlam arasında var olan gerilime ihtiyaç duy- duğunu savunuyorum. Aslında, birey tamamlaması gereken bir işle (görevle) karşılaşmadığı ve bu nedenle bu işin yarattığı öz- gün gerilimden kürtulduğu zaman belli bir nevroz tipi -noöjenik nevroz- ortaya çıkabilir. (2) Dolayısıyla insan, sadece kendi içinde gerilim değil, ta- mamlanması varoluşuna anlam katabilecek işler de arar. Son yıllardaki gözlemsel (ampirik) araştırmaların da doğruladığı gi- bi, insanı temelde güdülendiren şey "anlam istemi" dediğim şeydir. (3) Ne var ki günümüzde birçok insan artık bir anlam ve amaç bulamıyor Sigmund Freud'un bulgularının tersine insan artık cinsel olarak engellenmiyor, "varoluşsal olarak engelleniyor." Ve Alfred Adler'in bulgularının tersine başlıca şikayeti artık aşağılık duyguları değil, "varoluşsal boşluk" olarak adlandırdığım bir boşunalık, anlamsızlık ve boşluk duygusudur. Bunun başlıca belirtisi can sıkıntısıdır!/Arthur Schopenhauer, insanlığın ihtiyaçla can sıkıntısı uçları arasında sonsuza kadar mekik doku- maya mahkum gibi gözüktüğünü söyemişti;¹ bugün salınımın can sıkıntısı ucundayız. Zengin toplum nüfusun büyük bölüm- lerine gerekli araçları vermiştir, ama insanlar uğruna yaşanacak bir amaç, bir anlam bulamıyor. Buna ek olarak, boş zamanı bol bir toplumda yaşıyoruz; daha çok sayıda insanın, harcanacak daha çok zamanı var, ama bu zamanı harcayacak anlamlı bir şey yok. Bütün bunlar, insanın ihtiyaçtan ve gerilimden kurtulması- nın, bunlara dayanma becerisini kaybetmesine neden olduğu sonucunu destekler. Daha da önemlisi, vazgeçme yetisini kay- beder. Ama Hölderlin, tehlikenin pusuda olduğu yerde kurta- rılmanın da yakın olduğunu söylemekte haklıdır. Zengin toplum çok az gerilim sunduğu için insan gerilimler yaratmaya başlar. (4) Birey, zengin toplumun ortadan kaldırdığı gerilimi yapay olarak yaratır! Kendini kasıtlı olarak beklentiler altına sokarak, yani geçici de olsa kendini gönüllü olarak stres durumlarına so- karak gerilim yaratır. Görebildiğim kadarıyla sporun yerine ge- tirdiği işlev de tam olarak işte budur! Spor, insanın acil durum- lar yaratmasını sağlar. Kedinden beklediği şey gereksiz bir ba- şarı ve gereksiz bir özveridir. Bir bolluk denizinin ortasından, çilecilik adaları yükseliyor! Aslında sporu çağdaş, laik bir tür çilecilik olarak değerlendiriyorum. ((1 Insan varoluşu sadece kendini aşkınlığıyla değil, ayrıca kendinden uzaklaş- ma yetisiyle tanımlanır. Gerçek durumla ideal arasında da belli bir mesafenin bulunmasırun, insanda yapısal olduğunu da belirtmek gerek, deneysel araş tırmalar, ruh sağlığı açısından ego ile ego ideali arasındaki çok az gerilimin de çok fazla gerilim kadar zararlı olduğunu göstermiştir.)) İnsanların öldürmeye en yatkın olduğu durumlar,anlamsızlık duygusunun altında ezildikleri durumlardir.( robert Jay Lifton) Das Vergangene geht; Das Gewesene kommt Geçip giden gitmiştir; Geçmiş olan gelecektir.m.heidegger Gelin şimdi de logoterapinin ontolojisinin, özellikle de zaman ontolojisinin pratikteki uygulanabilirliğini ele alalım. Evliliğinin daha birinci yılında kocasını kaybeden bir kadın düşünün; umutsuzdur ve gelecek yaşamında pek bir anlam göremez. Ev- lilikteki bir yıllık mutluluğunun asla elinden alınamayacağını bilmek bu insan için büyük bir anlam taşıyacaktır. Deyiş yerin- deyse bunu, geçmişine göndererek kurtarmıştır. Hiç kimse veya hiç bir şey bu hazineyi oradan alamaz. Çocuksuz kalsa bile, aş- kındaki doruk deneyimleri geçmişin antrepolarına depolandık- tan (saklandıktan) sonra, yaşamı asla anlamsız olmayacaktır.1 Peki bu anı da geçici değil mi? Örneğin dul kadın öldükten sonra bu anıyı kim canlı tutacak? Bu soruya cevabım, birisinin hatırlayıp hatırlamamasının konuyla ilgisi olmadığıdır; tıpkı hâlâ var ve bizimle olan bir şeyi görüp görmememizin, ya da düşünüp düşünmememizin konuyla ilgisiz olması gibi. Görsek de görmesek de, düşünsek de düşünmesek de o vardır ve varolmaya devam eder. O şey, bizim varoluşumuzdan bile bağımsız olarak varlığını sürdürür. Mezara hiç bir şey götüremeyeceğimiz doğrudur; ama ölüm anında tamamladığımız yaşamımızın bütünlüğü, mezarın dışım- dadır ve dışında kalır; ve geçmişe gitmesine rağmen değil, geçmi- şe gittiği için öyle kalır. Unuttuğumuz, bilincimizden kaçan şey bile dünyadan silinmez; geçmişin bir parçası olur ve dünyanın bir parçası olarak kalır. Geçmişin bir parçası olan şeyi hatırlanan şeylerle özdeşleş- tirmek, zaman ontolojimizin öznelci bir yanlış yorumu olacaktır. Bu ontoloji, yüksek bir soyutlama düzeyindeki bir fildişi kulesi olmak şöyle dursun, Sokratik bir yaklaşım göstermemiz halinde sokaktaki insanın bile kafasına dank eder. Salonda hastalarım- dan birisiyle görüşürken böyle bir şey olmuştu. Yaşamın geçici- liği konusundaki kaygısını dile getiriyordu. "Er ya da geç bite- cek," dedi "ve geride hiç bir şey kalmayacak." Yaşamın geçicili- ğinin, anlamından hiç bir şey kaybettirmediği konusunda onu ikna edemeyince şu soruyu sordum: "Hiç başarılarına saygı duyduğun bir erkekle tanıştın mı?" "Elbette," diye cevap verdi. "Aile doktorumuz eşsiz bir insandı. Hastalarına nasıl bakardı, nasıl da onlar için yaşardı..." "Öldü mü?" diye sordum. "Evet," dedi. "Ama yaşamı son derece anlamlıydı, öyle değil mi?" diye sordum. "Anlam diye bir şey varsa, onun yaşamı anlamlıydı," dedi. "Ama bu anlamlılık, yaşamının bittiği anda son bulmadı mı?" diye sordum. "Kesinlikle hayır," diye cevap verdi; "hiç bir şey, onun yaşamının atılamlı olduğu gerçeğini değiştiremez." Ama ona meydan okumaya devam ettim: "Peki hiç bir hastası aile doktorunuza borçlu olduğu minneti duymazsa?" "Anlam kalır," diye mırıldandı. "Peki ya hiç bir hastası hatırlamazsa?" "Kalır." "Peki bir gün en son hastası da ölürse?" "Kalır..." Her şey kalıcılık (sonsuzluk) defterine yazılır: yaşamımızın tamamı, yarattığımız her şey ve bütün eylemlerimiz, tanışmala- rımız ve deneyimlerimiz, sevgilerimiz ve acılarımız. Bütün bun lar, sonsuzluk defterine yazılır ve orada kalır. Dünya, büyük varoluşçu felsefeci Karl Jasper'in söylediği gibi, çözmek zorunda olduğumuz bir şifreyle yazılan bir kitap değildir: hayır, dünya yazmak zorunda olduğumuz bir defterdir. Bu defterin dramatik bir yapısı vardır, çünkü yaşam günbe- gün bize sorular sorar, bizi sorgular; ve cevap vermemiz gerekir. Yaşamın, yaşam boyu süren bir soru-cevap dönemi olduğunu söyle- mek isterim. Cevaplara gelince, sadece kendi yaşamımız için ce- vap verebileceğimizi söylemekten hiç yorulmadım. Yaşama ce- vap vermek, kendi yaşamımızdan sorumlu olmak anlamına gelir. Ölümde geçen her şey geçmişte toplanır. Artık hiç bir şey değiştirilemez. Bireyin hiç bir şeyi kalmamıştır: ruhu, bedeni ar- tık yoktur; psiko-fiziksel egosunu kaybetmiştir. Geride kalan şey benliktir, ruhani (manevi) benliktir. bazen kendimizi yapmak istemediğimiz şeyi yapmaya zorlarsak bunun alışkanlığı kırabileceğini anlatır. Yaşamı bu kadar ciddiye almayalım. Sorunları- mızla dalga geçelim. Sorunlarımıza dışarıdan bakıp gülebilir- sek, anında ortadan kalkarlar. Bu olay, bir Zen psikiyatrik hastanesini ziyaret ettikten sonra "şikayet etmek, analiz etmek veya kaçınmaya çalışmak yerine acıyla birlikte yaşamanın vurgulanması" terimleriyle tanımladı- ğı şeye benziyor. Bu bağlamda akut bir rahatsızlık geliştiren Budist bir rahibeden söz ediyor: Temel semptomu, vücudunda gezindiğini gördüğü yı- lanlar nedeniyle düştüğü dehşetti. Doktorlar, psikologlar ve psikiyatristler getirilmiş, ama hiç bir şey yapamamışlar. So- nunda bir Zen psikiyatrist çağırmışlar. Hastanın odasında sadece 5 dakika kalmış. "Sorun nedir?" diye sormuş. "Üs- ✓tümde yılanlar geziniyor ve beni korkutuyor," demiş hasta. Zen psikiyatrist bir an düşündükten sonra, "Şimdi gitmem gerek, ama bir hafta sonra tekrar görmeye geleceğim. Bu arada sen de yılanları çok dikkatlice izle ki geldiğimde nasıl hareket ettiklerini doğru olarak anlatabilesin," demiş. 7 gün sonra döndüğünde rahibeyi, hastalığından önce ona verilen işleri yaparken bulmuş. Selamlayıp "Dediklerimi yaptın mı?" diye sormuş. "Gerçekten de, bütün dikkatimi yılanlara ver- dim," diye karşılık vermiş rahibe. "Ama bir türlü göremedim, çünkü onları ne zaman dikkatle izlesem gidiyorlardı." logote- rapiye göre "korku korkusu" hastanın kendi korkusunun po- tansiyel sonuçlarına ilişkin tedirginliğinden kaynaklanmaktadır.
·
534 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.