Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Karalama2
...?...?/1989... Kendini haddinden fazla duyumsadığı için acıya ve korkuyuda haddinden fazla duyarlı arkadaşım için, burası tam bir cehennemdi. Her şeyiyle farklıydı Ankara'dan. Çok kültürlü, birçok etnik gruptan oluşan, bu etnik grupların bir nevi kabileci bir tutumla diğerleriyle arasına sınırlar koyarak birbirinden ayrıştığı, etnik milliyetçiliğin gündelik yaşama, ilişkilere yansıdığı, daha çok Arap ve Kürtlerin hakim olduğu bir yerdi o zamanlar Hatay'ın Dörtyol ilçesi. Bu arada şunu söylemezsem arkadaşımın yaşadığı şeyler, içinde bulunduğu ortamın iklimi tam olarak anlaşılmaz. Arkadaşımın babası gençliğinde ve nerdeyse tüm hayatında siyasetle uğraşan, Türk Milliyetçisi ve MHP kökenli biriydi. Bu siyasi görüşü, kimliğinin en önemli unsurunu oluşturuyordu o zamanlar. Buda Dörtyol gibi Arapların ve Kürtlerin çoğunlukta olduğu ve o zamanlar siyasi iklimin, Kürt ve Türkler arasında büyük gerilimler yarattığı bir ortamda, arkadaşım ve ailesini potansiyel olarak bir hedef haline getiriyordu. Bu ortam, bırakın arkadaşımı, bir yetişkin için bile çok tehlikeliydi. Etnik grupların sahip olduğu siyasi görüş, kendi kimliğini oluşturan unsurları korumaya dönük bir amaçla benimsendiği için, kendi etnik grubu ve siyasi görüşleri dışında kalanları ötekileştirir. Arkadaşımın babasının siyasi görüşüde, kendi etnik kökenlerini temel alarak oluştuğundan, doğal olarak bölgenin çoğunluğunu ötekiler olarak görmeyi gerektiriyordu. Bu öteki aynı zamanda düşmanda demekti. Babasının siyasi görüşünü miras olarak alan, korkulara duyarlı, korku temelli bir hayat yaşayan arkadaşım, korkularını var eden düşmanını bulmuştu. Bu korku veren düşman, kendilerini azınlıkta bırakan, nerdeyse tüm bölge halkıydı. Azınlıkta olmanın yol açtığı bir dikkatle dikkatini, etnik grupları birbirinden ayıran özelliklerine odaklamıştı. Bir etnik grubu diğerinden ayıran ten rengine, diğer etnik grubu diğerinden ayıran lisana, diğer etnik grupların belirgin giyinme tarzına... Her ayrım aşırı anlamlar verdiği bir korku nesnesiydi onun için. Kaçınılmaz olarak, korkulanın korkan kişi tarafından şeytanlaştırılması, arkadaşımında, kendi dışındaki her etnik grubun dilini, fiziksel özelliklerini, giyim kuşamını şeytanlaştırılmasına sebep oldu. Bu korkular daha önce hiç yaşamadığı korkulardı, daha önce hiç böyle bir düşman figürüyle karşılaşmamıştı. Bu değişiklik ve yenilik, algılama boyutuna yepyeni bir derinlik kazandırmıştı. (Korkularının büyüklüğüyle orantılı olarak ortaya çıkan, gelişen içe dönük yapısı bu dönemin etkisiyle kalıcı olacaktı. Gelecekte en belirgin özelliği içe dönük olarak bilinen arkadaşımın bu özelliği bu dönemde alması, arkadaşımın bu döneminin; gelecekte en belirgin özelliğinin içe dönük olmasına sebep olacak kadar kalıcı kılması, bu dönemi diğer yaşadığı dönemlerden farklı kılıyor. Geçmiş geleceği ilgilendirdiği yerde yaşar, sözünden hareketle bu dönem arkadaşımın hafızasında hep canlı kalacak, unutamadığı bir dönem olacaktır, o ne kadar unutmak istesede.) Böylesi bir ortamda böylesi korkular içinde, okul başladı. Dörtyol küçük bir yerdi ve küçük yerlerdeki insan ilişkileri, büyük şehirlerdeki insan ilişkilerine göre daha farklıydı. İnsanların birbiriyle tanışıklığı daha derindi. Aileler arasındaki kuşaklar boyu süren ilişkilerin çocuklarla sürdürülmesi ve etnik milliyetçi bir klanlaşma, bu ilişkilerin bağını güçlendiriyor ve dışardan birinin aralarına girmesini zorlaştırıyordu. Kimseyle konuşmaya, kimseyle yakınlaşmaya cesaret edemiyordu. Kendisiyle iletişim kurmaya çalışanlar oluyordu, mecburen o da karşılık veriyordu ama konuşma şeklinin bile etnik grubunu, milliyetini belli ettiği bir yerde, içeriğinden bağımsız olarak sadece konuşmanın bile milliyetçiliğin ötekileştiren etkisine maruz bırakma ihtimali, nasıl davranacağını bilememenin yarattığı bir şaşkınlık yaratıyordu. Çok kayda değer şeyler olmadı bu dönemde ama korktuğu halde korkularını belli etmeme noktasında göstermiş olduğu performansı, bu dönemde, tüm hayatı boyunca göstermiş olduğu tüm performansların en kötüsüydü. Korkularını belli ediyor, saklayamıyordu. Böyle ruh bir hali içinde, birkaç haftalık bir gözlem ve bekleme süresi geçirdikten sonra, etnik grupların kendi unsurlarıyla kaynaşıp ilişkiler kurduğu bir ortamda, biraz yalnızlık duygusundan kurtulmak ama daha çok kendine dayanak olacak bir çevrenin içinde güvende olacağı düşüncesiyle, bir gruba girmenin zorunlu olduğunu anladı. İlişki kuracağı kişilerin, kendi siyasi görüşünden ve etnik grubundan olması bir gereklilikti. Böylesi bir ortamda kendi etnik grubundan olanların arasına girmesi kolaydı, hemen girdi. Hepsi iyi çocuklardı, buda onun için çok iyiydi. Ama tüm bölgede olduğu gibi okuldada azınlık bir gruptu bu. Korkularını tam olarak yatıştırmıyordu grubun varlığı. Okulda hiç eksik olmayan kavgaları görüyordu, okuldan kimin sözünün geçtiğini, en çok kimlerden ve hangi gruplardan korkulduğunu gözlemlemişti. Korkularının verdiği bir hassasiyetle tavırlarına, hareketlerine dikkat ediyordu. Ne kadar dikkat edersen et, kavga için ne kadar neden ve bahane vermemeye gayret gösterirsen göster, o yaşlar, bazı çocukların, hiç bir nedene ihtiyaç duymadan problemler çıkardığı bir yaştır, arkadaşımda böyle çocukların hedefi olmaktan kurtulamadı. Hiçbir karşılık vermedi çocuklara, hep alttan aldı, böyle oluncada çocuklar işi çok ilerletmedi. Dayak yememişti belki ama çocuklar tarafından mimlenmişti, o artık çok korkak olarak bilinen bir çocuktu. Arkadaşım için günler daha zor geçmeye başlamıştı. Okula grubuyla gidiyor, grubuyla çıkıyordu. Grubuna bağımlı olmuştu. Arkadaşları çok candan davranıyorlardı ona karşı ama o aynı karşılığı veremiyordu. Kendinden çok bahsetmiyor, hiçbir şeyini paylaşmıyordu. Göstermiş olduğu arkadaşlık birçok bakımdan kısırdı. Onu tanıyan ve hemen hemen her şeyin bilen biri olarak ona hak veriyorum. Nasıl göstersinki arkadaşlığını? Arkadaş, özgür irademizle yaptığımız bir seçimin sonucu hayatımıza dahil ettiğimiz biridir. Arkadaşlık, kendi değerimizin ortaya çıktığı, değerimizin önemsendiği bir ilişkidir. Arkadaşım, özgür bir iradeyle tercih etmemiştiki arkadaşlarını. Arkadaşların hiçbir şeyi gizlemeden birbirine anlattığı, paylaştığı şeylerin ortaya çıkardığı değer üzerinden sürdürülen ilişki, arkadaşımın kimseye anlatamadığı korkuları ve hiç hoş karşılanmayacağını düşündüğü zayıflıkları varken, kendini arkadaşlarına kapatması, arkadaşlığın doğasını bozuyordu. Ama arkadaşları, bu sevgiyi hak edecek pek bir şey yapmasada onu seviyordu. Dışardan bakıldığında sukünetli ve dingin bir hali vardı. Buda etrafındaki insanların algısında ona dair hiçbir olumsuz duygunun doğmamasını, ayrıca bu olgun bir tavırda olduğundan, saygın biri olarak kabul edilmesinide sağlıyordu. Günler böyle geçip, gidiyordu. Korkularında hiçbir azalma olmuyor, dikkatini boş verecek şekilde bir alışkanlığa kendini bırakarak hayatını yaşayamıyordu. Her an tetikte, her an bir şey olabilir ihtimaliyle dikkatli bir şekilde yaşıyordu. Ergenlik yılları geldi, çattı. Sadece korkularına göre yaşayan biri olarak arkadaşım için bu dönem, birçok zorluğuda beraberinde getiren bir dönem oldu. Algısı, artık sadece korktuğu şeylere karşı açık değildi. Karşı cinse karşı bakışının değiştiği, onları delice bir arzuyla arzuladığı bir dönemdi bu. Bu dönem, insan olarak türümüzün girdiği ortak bir dönemde olduğundan, arkadaşımdaki değişimin herkestede yaşandığı anlamınada geliyordu. Ayrıca bu dönemde, karşı cinse gerektiğinden çok daha fazla anlam verir, hayatımızın amacına dönüştürürüz. İlk defa, hayatın merkezine kendimiz dışında, hatta bazen kendimizi aşacak biçimde başka birini koyduğumuz ve onlar için her şeyi göze aldığımız, alabileceğimiz bir dönemdir. Türümüzün ortak bir özelliği olan bu dönemin getirdiği rekabet ortamında, arkadaşımın arzuladığı kızlar, başka çocuklarında arzuladığı kızlar oluyordu. Bir rekabet ortamı doğuyor, birçok olası çatışmanın kapıları açılıyordu. Arkadaşım özellikle o bölgenin standartları ele alındığında, baya bir yakışıklıydı, buda onun arzularına çok kolay ulaşmasını sağlayabilir bir özellikti. Ama rekabeti göze alamayan, rekabete girişebileceği kişilerden ölesiye korkan biri bu fırsatı nasıl kullanabilirdi? Kullanmadı. Kızlardan uzak durmak zorunda kaldı ama uzak durdukça kendisine çok yaklaşan kızlar oldu, bir ara kendini kaybeder gibi oldu, ona yaklaşan bir kıza karşılık verdi, bir hayli yaklaştı kızla. Ama bu yaklaşımı, kıza aşık olan birinin gözünden kaçmadı. Arkadaşımı köşeye sıkıştırdı, tehdit etti. Sadece arkadaş olduklarını söyleyip, bir daha konuşmuyacağına dair söz vererek dayaktan kurtuldu. Bu dönemin arkadaşımın üzerinde bıraktığı birçok iz oldu. Ergenlik öncesi hayat ne kadar zor olsada, kendisinden utanmasına sebep olacak şekilde davranmasına yol açsada, hayatında en önem verdiği şeyin kendini korumak olması ve bir şekildede kendini korumuş olması, onun kendince bu dönemi, başarılı geçirilen bir dönem olarak kabul ettiği bir dönem olduğu anlamınada geliyordu. Ama ergenlik dönemi, en az kendini korumak kadar önemli bir amaç daha getirmişti. Bu amacı gerçekleştirmeye bu kadar yakınken, korkaklığı yüzünden amacından uzak kalmak zorunda kalması inanılmaz acı veriyordu arkadaşıma. Bu durum kendine ve hayata bakışını değiştirmişti. Kendinden utanıyor, hem kendinden hem hayattan beklediği şeyler, bir umutsuzluk havası içinde azalıyordu. Arkadaşımın bu ruh halinin, ilerleyen yıllardaki hayatı üstünde bir takım sonuçları olacaktı. Çocukluk ve ergenlik yılları aklı melekelerimizin çok gelişmediği yıllardır. Hayat hakkında çok şey bilmeyiz, zaman algımız bile farklıdır o dönemde. Bir arzunun ya da bir acının geçiciliğini, durumun değişeceğini idrak edemeyiz. Duyulan arzunun ya da çekilen acının egemenliğinde bir gelecek tasarlarız, tasavvur ederiz. Durumun değişmeyeceğine mutlak olarak iman ederiz adeta. Buda, durumlar olumluysa umuda, durumlar olumsuzsa umutsuzluğa düşürür bizi. Bu dönemdeki oluşan ortalama duygu düzeyimiz, dünyayı algılama biçimimiz ilerde alacağımız halin bir şablonu gibidir. İlerde, bir referanstan yola çıkararak her belirsizliği, bizi kötü anlamda etkileyen ergenlikte veya çocuklukta yaşanılan bir durumla özdeşleştiririz ve belirsizliği o dönemde yaşanılan durumu algıladığımız gibi algılamaya yatkın oluruz. Her belirsiz durumda oluşacak ruh halimiz, belirsizlik karşısında alacağımız tutum ve belirsizlik karşısındaki duygu düzeyimiz, umut etmeye ya da umutsuzluğa kapılmaya olan yatkınlığımız, değişime olan inancımız veya her durumun kalıcı olduğuna dönük inancımız bu dönemin davranış kalıplarından miras aldığımız özelliklerimizdir. Gelecekte büyük sonuçlar doğuracak bir ruh hali içinde, günler böyle geçiyor, arkadaşımın karşı cinse dair özlemleri gitgide büyüyordu. Bu özlemler acı veriyordu. Bu özlemlerin, karşı cinsi; algısında idealleştirmesi, kızlara olduğundan fazla anlam verip, mükemmelleştirmesi gibi etkileri oluyordu. Algısı bozuluyor, kendinden esirgenen şeyin yapısını çarpıtıyordu. Buda ideal ve mükemmelleştirilmiş olarak algıladığı kızlardan uzak kalmayı daha acı verici bir duyguya dönüştürüyordu. Kimseye belli edemediği acılar... Anlatının burasında, daha öncede dediğim gibi, geçmiş geleceği ilgilendirdiği noktada canlı kalır, sözünden hareketle söylemem gereken şeyler olduğunu düşünüyorum. Arkadaşımın, bu dönemdeki ideal kadın algısı, kadınlara bakışı, ilerleyen yıllarda bu dönemin şartları ortadan kalktığında bile değişmedi. Edindiği tecrübeler aksini söylesede, bu böyle kalmaya devam etti, karakterine kazınan bir özellik oldu. Bu dönemde edindiği ideal kadın imajını referans alarak arzuladı kadınları, arzularını büyüttü. Arzusuna ulaştığında, elde ettiğindede, beraber olduğu kadının,ideal kadın imajının içini doldurduğu ölçüde, ki bunu doldurması imkânsızdı her hangi bir kadının, kadınlardan uzaklaştı, hayal kırıklıkları oldu ve tatminsizlikler yaşadı. Bu döngü hiç değişmedi hayatında. Gelecekte kadınlar konusunda hissettiği şeyleri doğuran referans, bu dönemde kökleşti, bu yüzden hala tüm sonuçlarıyla canlı... Konuyu dağıtıyorum, farkındayım ama yine bir şeyler söyleme ihtiyacı duyuyorum. İnsanın gerçekten çok ilginç bir varlık olduğunu düşünüyorum. İnanılmaz şeyler yapmak için çok büyük potansiyelimiz var ama birçoğumuz bu potansiyeli ortaya çıkarmadan göçüp gidiyor bu hayattan. Rasyonel davranma konusunda bir şeyler bizi kısıtlıyor, irrasyonel yönümüz daha ağır basıyor, gibi geliyor bana. Bunun sebebinin, hepimizin çokta sorgulamadığı, bir veya birden çok düşünce ve davranış kalıplarına göre yaşaması olduğunu düşünüyorum. En zayıf ve en edilgen olduğumuz bir anda; bize dayatılan koşullara verdiğimiz tepkilerin, o koşullara dair oluşan düşüncelerin ve o koşulların oluşturduğu ruh halinin, koşulların hiç değişmeyeceğine dair öngörülerimizin; mutlak bir inançla içine düştüğümüz umutsuzluğun ikliminde pekiştirilerek karakterimize kazındığını düşünüyorum. Bu dönemdeki olaylara bakış açımız ve olayları algılama şeklimiz, ilerdeki bakış açımızın ve algılama biçimimizin algoritmasını oluşturuyor, geçmiş döneme uygun davranış ve düşünce kalıplarını üretiyor. Buda en zayıf ve en edilgen olduğumuz anlarda bize şekil veren koşullara verdiğimiz tepkilerin ve anlamların, koşullar kalktığında ve o koşullardan farklı koşullar geldiğinde bile yansıtıldığı, sürdürüldüğü anlamına geliyor. Bir durumdan edindiğimiz bakış açısını, her duruma yansıtmak yani. Bu yansıtmalar yüzünden, perspektifimizi daraltıyoruz ve kendimizi kısıtlıyor, gerçeği göremez hale getiyoruz. Neyse, devam edelim konumuza... Yıl 1993 olmuştu ve okul yaz tatiline girmişti. Arkadaşım ve ailesi, Ankaraya amcalarına misafirliğe gideceklerdi. Arkadaşım bunu dört gözle bekliyordu. Ankara, yaşadığı zaman fark edemesede, birçok bakımdan Hatay'da olduğundan çok daha özgür olduğu bir yerdi. Ankara'ya gitmek rahat bir nefes almak demekti onun için. 1993 Yılının Haziran'ın Ayının son günlerinde geldiler Ankara'ya... Eski sokağını, eski arkadaşlarını görmek için sabırsızlanıyordu. Amcasıyla, yengesiyle ve kuzenleriyle biraz sohbet edip, hal hatır sorma, sorulma faslı bittikten sonra, eski sokağını görmek için sokağa çıktı. Amcasının oturduğu sokakla bizim oturduğumuz sokak birbirine çok yakındı, hemencecik geldi sokağımıza. Tanıdık biri var mı diye bir hayli sokağa baktı, aşağı yukarı yürüdü. Ama o eski arkadaşlarının hiçbirini göremedi. Günün o saatinde göremezdide. Çünkü eski arkadaşları yaş olarak arkadaşımdan ve bizlerden bir hayli büyüktü. Hepsi çocukluktan çıkmış, bizim için koca adamlar olmuşlardı. Hepsi bir işe girmiş çalışıyor, evlerini geçindirmek için ailesine katkıda bulunuyorlardı. Arkadaşım kimseyi göremeyince hayal kırıklığına uğradı, tam sokağımızdan gidecekken beni gördü, yanıma geldi. Onu gördüğümde ve onunla konuştuğumuzda çok şaşırdığımı hatırlıyorum. Bir hayli yakın davranmış, halimi, hatırımı sormuştu. Şaşırmamın sebebi hem onu uzun zamandan sonra ilk kez görmemdi, hemde bana olan yakın davranışlarıydı. Biz hiç o derece yakın olmamıştık, onun akranıda sayılmazdım. Biraz sohbet ettikten sonra bana eski arkadaşlarını sordu, bende hepsinin çalıştığını, artık pek görünmediklerini söyledim. Bu arada yanımdaki çocuklarlada konuşuyor, benimle kurduğu yakınlığı onlarada kuruyordu. Hep beraber biraz dolaştıktan sonra, hem bize kaldığı amcasının evini göstermek için hemde bu vesileyle evine kadar sohbet ederiz diyerek onunla eve kadar yürümemizi teklif etti, kabul ettik. Burda şunu söylemeden edemeyeceğim, arkadaşımın gelecekteki hayatını bilen biri olarak, arkadaşımın benimle ve arkadaşlarımla kurduğu bu yaklaşım asla onun tarzı olmadı, kimseyle doğrudan bu şekilde bir yakınlık kurduğunu hiç görmedim, bu bir ilkti ve son oldu. Her neyse lafı çok uzatmayayım, onu evine bıraktık. Ben dahil bütün arkadaşlarım sevmiştik onu. Belki bizden yaşça büyük göstermesi, belkide davranışlarındaki ölçülü hal, sanki grubun lideri gibi bir pozisyona sokmuştu onu ama kendi arkadaş grubumun lideri olarak bu durum beni hiç rahatsız etmedi. Her gün sokağımıza geldi, her gün orda burda gezip, dolaştık durduk. Bize mahalleyle, sokakla ilgili sorular soruyor, bizde cevaplıyorduk.Soruları genelde iki konuyla ilgili oluyordu. Burda en çok sözü geçen ve korkulan kişiler kimdi ve hangi kızlar daha rahat ve erkeklerle gezmeye, tozmaya yani fingirdemeye daha musaitti. Söylemezsem anlattığım konu tam olarak anlaşılmaz diye düşündüğüm bir hususu açıklamam gerek, bizim çocukluğumuzda bizim sokakta ve genel olarak birçok yerde, 14-15-16 yaşlarındaki erkek çocukların, kendilerine saygı duyurmak ve kızların dikkatini çekmek için serseriliğin en tercih edildiği dönemdi. Herkes serserilere özeniyordu. Kızların en çok bu tiplerden hoşlanması sebep oluyordu buna tabi. Arkadaşım hem bize sorup bizden aldığı cevaplarla, hemde gözlemleriyle bunu anlamıştı. Bir gün sokakta tek başıma otururken yanıma geldi ve bana anlatacağı bir sırrı olduğunu söyledi. Öyle ciddi bir havada söylemiştiki bunu, meraklanmıştım gerçekten. Bana aslında Ankara'ya gezip, tozmak için değil, Hatay'daki polislerden kaçtığı için geldiğini, neden diye sorduğumda, birini bıçakladığını, adamın ölmediğini ama hastanede yattığını, adamı niçin bıçakladığını sorduğumdaysada, kız arkadaşına laf attığı için olduğunu söyledi. Serseriliğin, kabadayılığın ölçü olarak alınıp, bir yaşam tarzına dönüştürülmeye çalışıldığı bir çağda muazzam şeylerdi anlattıkları. Acayip etkilenmiştim, ona duyduğum saygı tavan yapmıştı. Bu sırrı saklayamadım, bütün arkadaşlarımada anlattım. Zaten arkadaşımda bunun için söylemişti sırrını bana, herkese yaymam için. Onu artık bir idol olarak görüyor, el üstünde taşıyorduk, sanki sırtımızı sağlam bir yere dayamışız, arkamızda koca bir dağ varmış gibi hissediyorduk, o nederse yapmaya hazırdık. (Bu satırları yazarken gülmeden yapamıyorum.) Artık liderimizdi, hayatında hiç olmadığı kadar özgür ve rahattı. Rahatlığın ve huzurun vermiş olduğu bir özgüvenle, bir gün, mahalledeki kızlarla nasıl tanışabileceğini sordu, sanki bize bir görev verir gibi, bizde görevi kabul ettiğimizi bildirir gibi, tanıdığımız kızlarla onu tanıştırabileceğimizi söyledik. Birkaçıyla tanıştırdık. Biriyle ilişki kurmasını bile sağladık. Görevimizi layıkıyla yapmıştık. İlk defa bir kız arkadaşı oluyordu, tabi biz bunu bilmiyorduk, kız arkadaşına laf edildiği için adam bıçaklayan biri için ne düşünebilirdikki? Günler, aramıza kız arkadaşınıda alarak, uygun zamanlardada onları yalnız bırakarak, gezerek, dolaşarak geçip gidiyordu. Arkadaşım inanılmaz mutluydu, özlemini çektiği hayat buydu. Ama bu durumun onun için sakıncalı olan bir tarafı vardı. Hır gürün, kavga, dövüşün hiç eksik olmadığı mahallemizde, her an kavga çıkma ihtimali vardı. Bu durumda arkadaşımın, grubun lideri olarak yapması gerekenler olacaktı. Herkesin ondan beklentisi, bizi gerektiğinde kollaması, koruması yönündeydi. Neyseki böyle bir şey olmadı, ama bir keresinde olmasınada ramak kalmıştı. Uzun uzun anlatmam istemiyorum bu konuyu,sadece kıl payı kurulduğunu belirteyim ama yinede bu durumda bile, onun bize anlattığı şeylerden, çizmiş olduğu imajdan hiç şüphe etmedik. Çok güzel bir yazdı hepimiz için, güzel olan her şey gibi çokda çabuk bitti. Vedalaşma zamanı geldi, herkes üzgündü. Bizi hiç unutmuyacağını, iki ayda bir mutlaka Ankara'ya gelip bizleri göreceğini söyleyerek ayrıldı aramızdan arkadaşım... Arkadaşım için artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Acılarını ve korkularını kaçınılmaz olarak kabul ediyordu eskiden, başka bir hayat bilmiyordu, buda ne kadar kötü bir hayatı olursa olsun başka türlü yaşama ihtimalini tahayyül edemediğinden bu durum hayatına tahammül etmeyi, katlanmayı kolaylaştırıyordu. Ama artık başka türlü yaşanabilineceğini, başka bir yaşama tarzınında olduğunu ve yaşadığı bu kötü hayatın kaçınılmaz olmadığını anlamıştı. Ankara'da geçirdiği yaz tatili bunu ona öğretmişti. Burda özgür değildi ve istediklerine hiçbir zaman ulaşamayacağını biliyordu. Burdan kurtulmalıydı ama nasıl? Babasının ekonomik durumu burdan ayrılmalarına, Ankara'ya taşınmalarına musait değildi. Ama bir yolu olmalıydı. Ankara'da yaşamak onun en büyük hayali olmuştu, Ankara özgürlüktü, yaşanabilecek en güzel yerdi, burada kalmak ise, artık katlanmakta çok zorlandığı bir azabı her gün yaşaması demekti. Okullar açıldı, lise 2'ye geçmişti artık. Bilinci çocukluktan çıkmaya, artık yaşadığı durumu daha iyi idrak etmeye başlamıştı. Ama her şey çözümsüz gibiydi, buda acısını dahada arttırıyordu. Okula gidiyor, geliyor, bir mecburiyet içinde arkadaşlarıyla birarada olmaya devam ediyordu... Bir gün arkadaşlarının vasıtasıyla bir kızla tanıştı, artık arzularına gem vuramıyordu. Kızla çıkmaya başladı, artık bir sevgilisi vardı... Ama korkuyordu, korka korka, korkusuna rağmen kızla beraber geziyor, el ele dolaşıyordu. Korktuğuda başına geldi. Bir çocuk, bir zamanlar başına geldiği gibi, onu bir köşeye çekti, tehdit etti, eğer kızı bırakmazsa onu mahvedeceğini söyledi. Arkadaşım, kızı bırakacağını, zaten sevgili olmadıklarını, sadece arkadaş oldukları gibi birbiriyle çelişen ifadelerle çocuğun duymak isteyeceği şeyleri söyledi. Rezil olmuştu, böylesi bir korkaklığı göstermesi en çok kendini rahatsız ediyordu. Burdan kurtulmalıydı ama nasıl? Bu sorular cevapsızdı, bir çıkış yolu bulamıyordu. Bir süre daha böyle geçti... Sonra yine arkadaş grubunun tanıştırdığı bir kızla tanıştı. Ama bu seferki duyguları bambaşkaydı, aşık olmuştu kıza... Kızda ondan hoşlanmıştı, yakınlaştılar ve sevgili oldular. Ama arkadaşım daha önce başına gelen şeyler yüzünden, aleni olarak yaşayamıyordu ilişkisini. Gizli, saklı, saklanan bir ilişkiydi bu. Kızada korktuğu için değil, başka durumlardan dolayı böyle yapmaları gerektiğini anlatıyordu, ama kız tabiki inanmıyor, inanıyormuş gibi yapıyordu. Yapacak bir şey yoktu, eğer ayrılmak istemiyorlarsa bu böyle olacaktı. Arkadaşım, için için yanıyor, sevgisini gerektiği şekilde, mutlak bir özgürlük içinde yaşayamamanın acısını çekiyordu. Burdan kurtulmak, aşık olduğu kızıda burdan götürmek istiyordu... Lise 2 bitmek üzereydi, bir yıl sonra üniversite sınavları olacaktı, arkadaşları ve çevresindekiler bu konu hakkında konuşuyorlardı. Arkadaşım aradığı çözümü bulmuştu. Üniversiteyi kazanacak ve burdan kurtulacaktı. Ama arkadaşımın zaman algısı bu nitelikte, uzun vadede bir plan yapacak kadar geniş değildi. O korkularının ve arzularının kısıtladığı bir algıyla yaşıyordu, yani şimdiki zamana göre. Burda her an tetikte olmasını gerektiren kişiler vardı ve arzularını kabartan, coşturan aşık olduğu kız. Hayat bunlara indirgenmişti. Lise 2 bitti, yaz tatili başladı. Arkadaşım Ankara'dan ayrılırken bize her fırsatta geleceğine dair verdiği sözü tutmadı, Ankara'ya gelmedi... Bunun sebebi arkadaşımın ailesinin Ankara'ya gelmeyi düşünmemeleri ve arkadaşımın aşık olduğu kızdan uzaklaşmak istememesiydi. Ama yaz tatili okul dönemi gibi değildi, okul kız arkadaşını görmek ve beraber olmak için fırsat yaratan bir yerdi. Okul bitince, kız arkadaşını görecek fırsatlarda olmuyordu. Azda olsa zaman zaman fırsatlar doğdu, çok tatmin olmasada bir araya geldi onunla... Yokluk sevgiyi besler derler, bu az görme ve fırsatların neredeyse yokluğu arkadaşımın sevgisini dahada besledi, yaşadığı bu yoksunluk onu onsuz bir hayat düşünemeyecek hale getirdi. Yaz tatili bitti... Okullar açıldı, lise 3 başladı... Beraberlikleri gizli saklı sürüyordu ama bu son seneleriydi, okulun beraberliklerini mümkün kıldığı şartlar okul bitince sona erecekti. Bir şeyler yapılmalıydı. Bu birliktelik evliliğe dönüşmeliydi ama nasıl? Arkadaşımın ailesinin maddi durumları iyi olmadığı için hemen evlenmeleri imkânsızdı. Bir mesleği yoktu haliyle çocuk olduğu için. Bir meslek sahibi olmak istiyorsa bir üniversiteyi bitirip, diplomasını almalıydı. Üniversiteyi kazanmak hayati derecede önemliydi. Bu amaç, aşık olmadan öncede burdan kurtulmak isteyen arkadaşımın amacınada uygun düşüyordu. Hatay dışında, özellikle Ankara'da bir üniversiteyi kazanmak, orada meslek sahibi olmak ve sevdiğiyle evlenip beraberce Ankara'da yaşamak... Tek çözüm buydu, hemen üniversite sınavlarına girmeli, kazanmalıydı. Lise 3'ün bitimine yakın olan üniversite sınavları yaklaşmıştı. Ama kendini biliyordu, kazanamazdı, hiçbir hazırlık yapmamıştı, zaten başarılı bir öğrencide sayılmazdı. Uzun, yorucu bir çalışmayla kazanılabilirdi ancak üniversite sınavı. Bunu biliyordu ve konuyu ailesine açtı. Kendisini bir dahaki sene dershaneye göndermelerini istedi. Babasıda bu konuyu daha önce düşünmüş ve arkadaşım söylemeden öncede onu dershaneye göndermeye karar verdiğinden, problem çözülmüştü. Ama babası onu burda bir dershaneye yollamıyacağını, burdaki dershanelerdeki eğitim düzeyinin iyi olmadığını, bu yüzden onu Ankara'da bir dershaneye yollayacağını söyledi, hemde en iyisine ve en pahalısına. (Babasının bu ekonomik şartlarda bunu nasıl yaptığını bilmiyorum ama babası onu gerçektende Ankara'nın o dönemdeki en iyi ve en pahalı dersahanesine gönderdi.) Arkadaşım bu habere hem seviniyor hem üzülüyordu. Seviniyordu, çünkü Ankara onun olmak istediği yerdi, Ankara onun için özürlülüğün şehriydi. Üzülüyordu, çünkü burası ne kadar onun için kötü, özgürlüğünü elinden alan bir yersede burada aşık olduğu kız vardı, ondan ayrılmak kolay olmayacaktı. Ama bu atılması gereken bir adımdı, ilerde sürekli birlikte olmak ve evlenebilmek için katlanılması gereken bir ayrılıktı. Kız arkadaşına durumu anlattı ve kızda onu destekledi bu kararında. İyi bir gelecek için ikiside katlanmalıydı bu ayrılığa. Lise böylece bitti... Kız arkadaşıyla birbirini sürekli hatırlayacaklarına, sürekli birbirlerini telefonla arayacaklarına, birbirini düşünmeden bir an bile geçirmeyeceklerinin sözünü birbirine vererek ayrıldılar. Ve arkadaşım,uzun ve yorucu bir kampa girip ders çalışmak için dershaneye kaydolmaya Ankara'ya geldi... Babasıyla dershaneye gidip kaydoldu... Ve kendine birkaç günlük bir tatil süresi tanıdı, bu süreden sonra durmak yoktu, dersin dışında hiçbir şey düşünmeyecekti, aşık olduğu kız hariç tabi ama ders demek o demekti, iki konu onun için birdi. Kendine tanıdığı bu birkaç günlük tatili bizimle geçirmek istiyordu... Bir akşam evimizin kapısı çalındı, kapıyı açtım, karşımda arkadaşımı gördüm. Hemen aşağı gelmemi söyledi, konuşmama bile fırsat vermeden aşağı indi. Çok şaşırmıştım gerçekten, ne diyeceğimi bilemedim, hemen bende aşağı indim. Nasılsın, ne var ne yok, gibi bir kaç sözden sonra, niye iki senedir Ankara'ya gelmediğini sordum. Ne söylediğini hatırlamıyorum ama beni inandırmış olmalı, çünkü hiç şüphe yoktu içimde. Sonra bana, dershaneye yazıldığını, artık Ankara'da kalacağını, ama çok fazla görüşemiyeceğimizi, çünkü çok çalışması gerektiğini söyledi. Mutlaka kazanmalıydı üniversiteyi. Kız arkadaşındanda bahsetti ve bana telefon kulübesine kadar yürümemizi söyledi, gittik. Kız arkadaşıyla neredeyse bir saat konuştu kulübede. Sonra, yürümeye başladık, bana mahalle hakkında bir kaç soru sorduktan sonra, eski kız arkadaşının ne alemde olduğunu sordu. Bende onun artık burda olmadığını, Almanya'ya gittiğini söyledim. Ne üzüldü ne sevindi bu habere, yürümeye devam ettik. O zamanlar ben 16 yaşında, arkadaşım 17 yaşındaydı. Neredeyse çocukluktan çıkmış, eskisinden farklı bir kişi olmaya başlamıştım. Çevrem değişmeye başlamıştı. Artık serserilik falan gibi şeylere özenmiyordum. Daha efendi, kavgasız, gürültüsüz bir hayat yaşıyordum. Yeni arkadaşlarım vardı sokakta, aslında hepsiyle eskiden beri tanışıyorduk ama arkadaş değildik, sonra arkadaş olmaya başladığım, hepside benden 1 ila 3 yaş arasında büyük çocuklardı. Hepside üniversite sınavına hazırlanıyordu. Bende lise 3'e geçmiştim o sene, benide bekleyen bir üniversite sınavı vardı, ailem beni bir dershaneye bile yazdırmıştı ama benim için bu konu çok hayati değildi, çünkü o dönemde çoğu kimse üniversiteyi lise 3'e giderken kazanamıyor, lise bittikten sonra kazanıyordu, bunun rahatlığı vardı üstümde... Yürürken ona üniversiteye hazırlanan arkadaşlarımdan bahsettim. Bana onlarla tanışmak istediğini söyledi, bende hepsini çağırıp, onunla tanıştırdım. Hemen kaynaştılar, arkadaş oldular. Üniversite sınavından, sınavın zorluğundan ve kazanmak için nasıl çalışılması gerektiği hakkında konuştular. Sonra evlerimize dağıldık. Birkaç gün daha hep beraber toplanıp bu konuları konuştuktan sonra arkadaşım, kendine bir çalışma programı yaptığını ve bunu uygulayacağı için çok nadir görüşeceğimizi söyleyip ayrıldı aramızdan... Gerçektende dediğini yapıyor, çok sıkı bir şekilde çalışıyordu. Onu neredeyse hiç göremiyorduk, Cumartesi akşamları hariç. Cumartesi akşamı beni gelip evimden çağırıyor, telefon kulübesine gidiyorduk. 1 saat civarında kız arkadaşıyla konuştuktan sonra, nerdeyse doğru düzgün konuşmadan evlerimize dağılıyorduk. O zamanlar kendime şu soruyu sorduğumu hatırlıyorum, niye beni çağırıyorki, sadece o telefonda konuşurken dışarda bekliyordum, sonra doğru dürüst sohbet bile etmeden ayrılıyorduk, bu bana saçma geliyordu... Bugün bunun nedenin çok emin olmasamda, korku yüzünden olduğunu, çok mantıklı olmasada bir güvende olma ihtiyacı yüzünden beni çağırdığını düşünüyorum... Günler böyle gelip, geçiyor, arkadaşım son gaz derslerine çalışıyordu. Gittiği dershane Ankara'nın en merkezi ve en revaçta olan bir yerindeydi. Etrafında birçok güzel kız görüyor ve kızlara dair arzuları tavan yapıyordu. Bir kız arkadaşı vardı tamam, ona aşık olduğunuda düşünüyordu ama bu başka kızları arzulamasına engel değildi. Aslına bakarsanız, bu durum çelişkili gibi görünsede bu durumda bir çelişki yok. Arkadaşım, engellendiği, sınırlandığı, tercih hakkının çokda olmadığı bir dünyada, arzularının vermiş olduğu duygu yoğunluğunu kız arkadaşının varlığıyla bütünleştiriyordu. Zaten var olan, ortaya çıkacak olan duygularının, bir sürü yokluklar içinden, bulunan birine aktarılmasıydı, bu duygular zaten vardı, ona sadece bu duyguları aktaracağı nesne lazımdı. Başka bir deyişle; engeller, sınırlamalar kalktığında, tercih hakkı olduğunda kız arkadaşına olan duygularında bir azalma oluyordu, özgür olmadığı ve birine mecbur olduğunda oluşan duygular, özgür olduğunda ve mecburiyet kalkıp tercih hakkına sahip olduğunda değişiyordu... Olan buydu ama o bunun bilinçli bir şekilde farkında değildi. Kız arkadaşını aramaya, sormaya devam ediyordu, onu unutmamıştı ama unutabilirdi. Unutabilirdi diyorum çünkü, arkadaşım her ne kadar başka kızları arzulasada, onlara duygular beslemeye musait olsada, bir kıza yaklaşacak, onu tavlayacak yeteneğe sahip değildi. Hayatı, vermeye zorlandığı bir pozla, girmeye zorlandığı bir rolle geçmişti. Bu pozda, bu rolde, içe dönük ve durağan olmaktı, kızları tavlamak için gereken dinamik ve girişimci bir yapısı yoktu. Bu onun yetersizliğiydi ve o da bunu biliyordu. Bu yetersizlik içinde tercih hakkı olmuyor, kız arkadaşını arıyor, soruyor ve duygularını onda yoğunlaştıyordu. Yetersizliklerden ve yoksunluklardan doğmuş, yeterliliklere kavuştuğunda ve tercih hakkı olduğunda gerçekliği sınanacak bir ilişki... Çok kısa bir sürede, derslerinde baya bir yol kat etmişti, her şey yolunda gidiyordu, kararlılığı daha artıyor, daha çok ders çalışıyordu. Ama o her ne kadar farkında olmasada, bu kararlılığı artıran, kız arkadaşıyla beraber olmanın hayali değildi, bu onu buraya getiren bahaneydi, bahane olduğunu belki o da fark etmiyor, hala bundan dolayı çalıştığını düşünüyordu, zaman zaman bizede söylüyordu bunu ama zaman zaman bununla çelişkili ifadeleride oluyordu. Mesela, bizim çocukluğumuzda bir şehir efsanesi vardı,üniversiteye gitmek demek bir sürü kızla ilişki kurduğun, kızların bol olduğu bir yerde yaşamakda demekti, orada kızları tavlama konusunda en yeteneksiz erkek bile mutlaka kızlarla bir şey yaşardı. Bunu birçok defa dile getirdiğini hatırlıyorum arkadaşımın. Bu yaşlar gerçektende çelişkiler içinde olduğumuz çağlar. İsteklerimize, amaçlarımıza yön veren her şey bizim için çok bulanık. Ne kendimizi tanıyoruz nede dünyayı. Ama sebep ne olursa olsun önemli olan üniversite sınavını kazanmaktı. Çok istediğimiz şeyler belkide zayıflığımızdan ve yetersizliğimizden bizi kurtaracağını düşündüğümüz şeylerde aynı zamanda. Bu yüzden istediğimiz şeyleri neden istediğimizi; bizi zayıf ve yetersiz tarafımızla yüzleştireceğinden, buda bize kendimizi kötü hissettireceği, zayıf ve yetersizliğimizi kabul etmekte hayli zorlanacağımızdan dolayı, kendimizi ve başkalarını kandırdarak başka gerekçelerle açıklıyoruz... Her neyse işte :) Günler böyle ders çalışarak, müthiş bir kararlılıkla ilerlerken, Mart ayı gelip çatmıştı. İlk sınava pek bir şey kalmamıştı. ( Bizim zamanımızda üniversite sınavı iki ayaklıydı. İlk sınav ÖSS Mart ayının son haftasınday, ikincisi ÖYS'se Haziran ayının ilk haftasında yapılırdı.) Arkadaşım çok yoğun bir ders çalışmanın ardından kendini bir günlük tatille ödüllendirdi ve o gün mahallece hep beraber gittiğimiz dershaneye gelip bizi görmeye karar verdi. Arkadaşlarımla buluştu ve misafir öğrenci olarak derslerine katıldı. Sınıfta birbirinden güzel bir sürü kız vardı, inanılmaz derecede duyguları kabarmıştı. Kızlarla mahalledeki arkadaşlarımın diyaloğunun iyi olması ve arkadaşlarımın arkadaşıma gösterdiği iyi niyetli yaklaşım, arkadaşımı cesaretlendirdi ve onlara gösterdiği bir kızı kendisine ayarlamalarını rica etti. Arkadaşlarım kızla konuştu ve kızı ikna ettiler. Birkaç gün sonraya bir buluşma ayarlandı. Arkadaşım için inanılmaz bir haberdi bu. Çünkü kız, o zamanlar onun hayal ettiğinin çok ötesinde güzel ve çekici bir kızdı. Çokta sosyetik ve havalı gözüküyordu. Arkadaşım bu habere hem seviniyor hem üzülüyordu. Seviniyordu, çünkü hayallerinin ötesinde bir kızla sevgili olmak üzereydi. Üzülüyordu, çünkü ne yapacağını, nasıl davranacağını bilmiyordu, gerektiğinde gerektiği gibi davranacak bir karaktere sahip değildi, durağan ve içe dönük sabit bir duruş dışında bir duruş sergileyemiyordu. Arkadaşımı bu buluşmanın korkusu sardı ve hiç tarzı olmadığı halde bizden yardım istedi. İlk defa bu kadar dürüst davranıyordu. Yardım istediği gün, annem, babam ve kardeşim köye gitmişlerdi ve birkaç gün eve gelmeyeceklerdi, birkaç gün ev boştu. Bende bu konuyu bizim evde toplanıp konuşabileceğimizi söyledim. Hep beraber bizim evde toplandık. Dediğim gibi arkadaşım hiç olmadığı kadar dürüsttü ve çok heyecanlı olduğunu, ne yapacağını, nasıl davranacağını bilmediğini söyledi, bizlerden tavsiye istedi, ne yapmalı, ne konuşmalı gibi birçok soru sordu. O zaman bu sorulara ve tavsiye isteme durumuna acayip şaşırmıştım. Çünkü, arkadaşımın bana daha önce çizdiği imaj çok başkaydı, o bu konularda bana göre bir uzmandı. Ama onu seviyordum, söylediği şeyler yalanda olsa sevecektim. Anlattığı diğer şeylerdende şüpheye düştüm, anlattığı her şeyin yalan olabileceğini düşündüm, ama bu şüpheleri grup içinde dile getirmedim. Herkes bildiği, duyduğu kadarıyla tavsiyeler verdi, önerilerde bulundu. Ve buluşma günü geldi, buluşmak için sözleşilen yere vaktinden önce gidip kızı beklemeye başladı... Çok heyecanlıydı. Kız tam buluşma saatinde oradaydı. Oturdular ve havadan, sudan konuştular. Sonra duygularını açıkladılar birbirine ve birlikte olmaya başladılar. Kız güzeldi, çekiciydi ama hiç düşündüğü gibi sosyetik ve havalı biri değildi. Hatta fazlasıyla saftı, işin doğrusu kızın arkadaşları kızı salak bile buluyordu. Bunun böyle olması, arkadaşımın işini kolaylaştırdı ve rahat etmesini sağladı. Artık her gün arkadaşım, arkadaşlarımın dersahanesine geliyor, sevgilisiyle birlikte oluyordu. Derslerini boşlamaya başlamıştı. Çünkü bütün dünyası kıza indirgenmişti, zaman algısı kıza duyduğu arzuyla sınırlıydı, sonrası yoktu, arzularının dışında algısı bir şeyi algılayabilecek düzeyde değildi. Uzun süren tatminsiz, engellenmiş ve sınırlandırılmış bir hayatın; arzulara duyarlılığı son derece arttırması, arzuları dışında hiçbir şeyi düşünemeyecek noktaya getirmesi, uzun süren tatminsizliklerin, tatmin fırsatı doğduğunda algıyı tatminin beklendiği nesneye indirgemesiydi olan. Böyle oluncada, ne sınavı düşünüyordu, nede başka bir şeyi. Sınav günü geldi, çattı. Çok iyi geçmedi sınavı ama yinede çokda kötü değildi. Ama hayal kırıklığı içindeydi arkadaşım. Her ne kadar son bir ayda her şeyi boşlayarak, bu duruma kendi sebep olsada, suçluluk duygusu içinde vicdan azabı çekiyordu. Buraya niçin gelmişti, şimdi ne yapıyordu? Ailesi maddi imkanlarını bir hayli zorlayarak ve büyük fedekarlıklar yaparak onu Ankara'ya dershaneye yollamışlardı, peki o ne yapıyordu? Geziyor, tozuyor, sınavlardan başka şeylerle zamanını geçiriyordu. Birde Dörtyol'daki kız arkadaşı vardı. Pişmandı pişman olmasına ama bu pişmanlık ona kendini toparlamasına yetecek, ailesi ve kız arkadaşı uğruna fedekarlıklar yaptıracak düzeyde bir pişmanlık değildi. O sadece suçluluk duyuyor ama gereğini gerektiği şekilde yapmıyordu. (Burda birkaç şey söylemezsem olmaz. Arkadaşım hiçbir zaman fedekarlıklar yapmamış biri oldu hayatında. Tüm hayatını kendi tatminine adayarak yaşadı. Onun yaşama eğilimi kendini tatmin etmek içindi sadece, bunun yüzünden vicdan azabı duydsada.) Vicdan azabı içinde ailesine ve son zamanlarda çok ders çalıştığı için çok arayamadığını söylediği, bir hayli boşladığı Dörtyol'daki kız arkadaşına sınavın iyi geçtiğini söyledi. Arkadaşım, bu dönemde kendine yine eskisi gibi çalışacağına dair bir çok söz verdi ama bu sözlerin hiçbirini tutmadı. Her fırsatta sözünü yedi, Ankara'daki kız arkadaşıyla gününü gün etti. Haziran ayına kadar günler böyle geldi, geçti. Sınava girdi. Çok kötü bir sınav geçirdi. Perişan bir halde çıktıki sınavdan. Suçluluk duygusu, hayal kırıklığı, vicdan azabı içinde içki içmeye gitti. Ne yapacağını, ailesine, kız arkadaşına ne söyleyeceğini bilmiyordu. Sonra içki içtiği yerden bir hayli sarhoş olarak yanımıza geldi. Ağlayarak durumunu anlattı. Elimizden geldiği kadar onu teselli ettik, yatıştırdık. Sonra Hatay'dan sınav için Ankara'ya gelen babasının yanına gitmesi gerektiğini söyleyip ayrıldı aramızdan. Babasına sınavın iyi geçtiğini söyledi ama yüzüne bakamıyordu bunu söylerken, daha fazla mahçup olmamak için arkadaşlarının yanına gideceğini söyleyerek ayrıldı babasının yanından. Sonra Dörtyol'daki kız arkadaşını aradı, ona gerçeği, sınavın pek iyi geçmediğini söyledi. Söyledi ama kız arkadaşı pek bir tepki vermedi buna. Bir terslik var gibiydi kızın konuşmalarında, bir soğukluk... Ama o an için buna çok fazla anlamlar yüklemedi. Sınavın sonuçlarının açıklanmasına iki ay vardı, sanki hayatının sonuna iki ay varmış gibi, ölmeden önce yaşaması gereken iki ayı gününü gün ederek doldurması gerektiğini düşünüyormuş gibi üzüntüsünü unutmaya çalıştı. Yanımıza geliyor, hep beraber oraya, buraya gidiyor, eğleniyorduk. Sonra babası ona Dörtyol'a gideceklerini söyledi. Apar, topar Dörtyol'a gittiler. Dörtyol'da iyi haberler beklemiyordu onu. Kız arkadaşının başka biriyle nişanlandığını öğrendi, oradaki arkadaşlarından. Bu haber, kötü geçen bir sınavın yaşattığı üzüntüden çok daha beter bir üzüntüye sevk etmişti arkadaşımı. Kız arkadaşına ulaşmaya çalıştı, haberi onun ağzından doğrulatmak istedi ama bu pek mümkün olmadı. Sonra ondan bir mektup aldı. Mektupta onu hala sevdiğini ama evlenmeyede mecbur olduğunu, kendini unutmasını ve bir daha aramamasını söylüyordu. Bu mektup arkadaşımı yıkmıştı, kimi olsa yıkardı. Ama hayatını sadece kendi acısına, kendi korkularına göre ve kendini dünyanın en değerli şeyi oymuş gibi koruyarak yaşayan biri için bu yıkım çok daha başkaydı. O başka biri içim terk edilmişti, değersiz görülmüştü, tüm bunlar bunun tesciliydi. O her ne kadar bunun için değil, onu sevdiği için üzüldüğünü sansada durum buydu. Arkadaşım onu gerçek manada güçlü duygularla sevmiyordu. Öyle olsaydı ilk fırsatta başkasına meyletmezdi, başkalarının hayalini kurmazdı. Arkadaşımın bu derece yıkılmasına sebep olan şey, kendine verdiği değerin, kız arkadaşının kendisini bırakıp başkasını tercih etmesiyle kendisinin değersiz olduğunu hem kendisine, hemde bu olayı bilen herkese göstermesiydi. Aşk, meşk ilişkileri birazda, sevdiğinizi söylediğiniz kişinin perspektifinden kendinize bakmanız, onun size verdiği değer üzerinden kendinize değer biçmenizdir. Değersiz olduğu ortaya çıkmıştı ve bunu kaldıramıyordu. Üzüntüsünün sebebi buydu. Bu olayın yarattığı travmanın sonuçları olacaktı. Her an ortaya çıkabilecek, çıkması için gereken uygun kişilik zeminine fazlasıyla sahip, bunun için biraz şartların musait olmasının yeterli olacağı özgüveni yerle bir olmuştu. Uzun bir müddetde bu özgüveni ortaya çıkmayacaktı... Artık Dörtyol'da duramazdı. Burda kimse onu teselli edemezdi. Burda kimseyi çok yakını olarak görmüyordu, gerçek arkadaşları burda değildi, gerçek arkadaşları Ankara'daydı. Hemen Ankara'ya gitmeliydi. Babasına rica etti, yalvardı Ankara'ya gitmek için. Babası onun üzüntülü haline dayanamadı, kabul etti, Ankara'ya geldi... Olanları bize anlattı... Hepimiz onu teselli ettik, destek olduk. Yine hep beraber geziyor, dolaşıyorduk. Arkadaşım için Dörtyol bitmiş gibiydi, oraya hiç dönmek istemiyordu artık. Yaşadığı travmayı ancak Ankara'da unutabilirdi.. Derken üniversite sınav sonuçları açıklandı. Eskişehir Anadolu Üniversitesi İşletme bölümünü kazandı. Yakın arkadaşlarımdan birininde aynı üniversitenin iktisat bölümünü kazanmasıyla daha bir sevindi bu habere, artık onunla beraber okuyacaklar, birlikte bir ev tutup beraber yaşayacaklardı. Ailesinin daha büyük beklentileri olsada yinede bu haber herkesi sevindirdi. Artık yeni bir hayat başlıyordu, hayatının yepyeni bir başlangıcı olacaktı. En sonunda kurtulmuştu acılara sebep olan, korkular yaşatan, yıkılmasına neden olan Dörtyol'dan. Bunu bir şekilde başarmıştı, önemli olanda buydu. Sonra hem arkadaşım, hem mahalledeki diğer arkadaşım beraber Eskişehir'e gidip üniversiteye kaydoldular. Sonrada birlikte yaşayacakları bir ev kiraladılar. Elden düşme eşyalarla dayadılar, döşediler. Hayatında hiç olmadığı kadar özgürdü, tam anlamıyla bağımsızlık demekti bu. Çok güzel günlerin onu beklediğini düşünüyordu... Artık okul açılsın, üniversite hayatı başlasındı... Üniversite açıldı... Çok heyecanlı ve hevesliydi... Özlem duyduğu her şey burda vardı. Harika bir ortamdı, harika kızlar vardı... Onlara pür dikkat bakıyor, fırsat arıyordu tanışmak için. Ama bunu yapamayacağını biliyordu, bunu biliyordu ama bununla tam olarak yüzleşmemişti, bunun için gereken yeteneğe sahip değildi, yetersizdi, özgüveni yoktu. Hayat yeteneği, özgüveni bir günde vermiyordu insana, bunun olmasını sağlayan bir hazırlık süreci, sonrayı sağlayan bir önce vardı. İlk günler böyle geçiyordu ve kendini kadınlara yaklaşma konusunda daha çaresiz hissediyordu. Ev arkadaşıda aynı durumdaydı. Yapacak bir şey yoktu, kaderin, talihin yüzlerine gülmesini bekleyeceklerdi, umutsuzluğa düşmek yoktu, önlerinde en az 4 seneleri vardı. Bu arada iki ev arkadaşıda kendi sınıflarından birlikte takılacakları arkadaş bulmuşlar, birlikte takılıp birlikte hareket ediyorlardı. Arkadaşım için bu yepyeni bir arkadaşlık türüydü. Daha önce şartların belirlediği, özgür olmadığı koşullarda arkadaşlıklar kurmuştu. Dörtyol'daki arkadaşlıklar tam olarak böyleydi, mecbur kalmıştı arkadaşlarına. Ankara tam anlamıyla Dörtyol'daki gibi olmasada, Ankara'da da özgür değildi, belli bir şekle, biçime, imaja bürünmeden arkadaşlık kuramayacağını düşünmüş, hiç olmadığı bir kişiliği sergileyerek kurmuştu ilişkilerini( gerçi foyası neredeyse belli olmuştu ama bu onun yüzüne vurulmamıştı). Burda durum farklıydı, onu bir şeye zorlayan şartlar yoktu, özgürdü. Ama hayatın onu soktuğu biçimde kalıplaşmıştı, kendini yansıtma noktasında her ne kadar eskiye oranla daha verimli olsada birçok yönüyle yansıttığı arkadaşlık kısırdı. Yeni arkadaşlarının yalaka tipler olması ve arkadaşımın ağırbaşlı hallerinin onu karizmatik biri gibi göstermesi, kendi grubunun lideri gibi bir pozisyona sokmuştu onu, çok iş düşmüyordu arkadaşlığı ayakta tutmak için ona. Benimde şahit olduğum birçok ortamda bu yeni arkadaşları adeta arkadaşımı güldürmek için şaklabanlıklar yapıyordu. Onların adına ben utanıyordum ama bu durum arkadaşımın çok hoşuna gidiyordu, onlarla gezmek çok keyifliydi. Kızlarla tanışma noktasında ne arkadaşım ne diğer arkadaşları hala bir başarı kazanamamıştı. Ama bir gün bir şey oldu ve bir kız grubuyla tanıştı arkadaşımın arkadaşları. İçlerinden biri çok güzeldi, diğerleri değildi. Herkes güzel olanı gözüne kestirmişti, arkadaşımda tabi. Ama içlerinde sesini en çok duyuran arkadaşımın ev arkadaşı, benimde mahalleden arkadaşım M. oldu. Bu durumda arkadaşım sesini çıkaramaz oldu ve içine attı duygularını. M. olayı çok abartmıştı, aşık olduğunu söylüyor ve kızın peşinden bir an olsun ayrılmıyordu (Kızda kızdı hani, gerçekten çok güzeldi). Kızı tavlamak için herkes seferber olmuştu, arkadaşım hariç tabi. O beğenisini dile getiremiyor, duygularını saklamak zorunda kalıyordu. M.'yle ev arkadaşı olduğu için M.'nin duygularını kendisiyle paylaşması artık acı veriyoyurdu. Günler böyle geçiyor, M. kızın peşinden bir türlü ayrılmıyordu. Bir gün kıza duygularını açtı ve onunla birlikte olmak istediğini söyledi. Kız olmaz dedi ama M. durmadı, işi evlenme teklif etmeye kadar götürdü, yine olmaz dedi ama yine pes etmedi, ayrılmadı peşinden. Bir süre sonra kız, arkadaşlarımın çok yakınında olmasada çokta uzak olmayan arkadaş grubundan biriyle sevgili olmaya başladı. M.'yi bu haber yıktı ve M.'yi teselli etmek arkadaşıma düştü. Peki arkadaşımı kim teselli etsindi? Arkadaşımda bu habere çok üzülmüştü, o da kıza aşık olduğunu düşünüyordu artık, kızı gördüğünden beri unutamadığı Dörtyol'daki eski kız arkadaşı bir kere bile aklına gelmemişti. Ama yapacak bir şey yoktu, zaten sevgilisi olmasa bile M. onu sevdiği sürece bir şey yapamazdı, arkadaşlığa sığmazdı. Unutacaktı, yapacak bir şey yoktu. Taşıdığı umutların büyüklüğü, hayatında ilk defa özgür bir ortamda özgürce yaşaması acılarıyla baş etmesini kolaylaştırıyordu. İlerleyen günlerde, otobüsle eve giderken, biraz şansının birazda kızın alışılmışın dışında girişken tavrıyla bir kızla tanıştı. Tanıştığı günde aynı yazlık yerlerde yaşanan aşklardaki gibi bir süratle hemencecik kızı eve attı. Cinsel ilişki olmadı ama onunla sevişti. Hemen sonra kız çıktı evden ve ona cep telefonun numarasını verdi. Acayip bir ilişki başlangıcıydı. Arkadaşım ne olduğunu bile anlamadan kızla evde bulmuştu kendini ve ne olduğunu bile anlamadan ayrılmıştı kız. Rüya gibiydi. Gerçekten olmuş muydu bu olanlar? Evet olmuştu. Çok seviniyordu ama bir doygunluğa ulaşamadan ayrılmıştı kız yanından. Bundan sonra kızla, süreci kızın yönettiği, nadir zamanlarda buluştukları, sevişmenin dışında hiçbir şey paylaşmadan, tatmin etmeyen bir ilişkiye başladılar. Garip bir ilişkiydi ama yapacak bir şey yoktu. Daha çok kız ve daha çok tatmini vaadeden günler vardı, üzülmek yoktu... Hiçbir sadakat duygusu yoktu kıza karşı, zaten her iki tarafın birbirinden sadakat beklediği türden bir ilişki değildi bu. Günler böyle geçiyordu, arasıra gittiği kafede sevdiğini, aşık olduğunu düşündüğü kızı ve sevgilisini görüyordu, onlara selam vermek zorunda kalıyordu. Bu acı veriyordu ona ama yanında birileri varken acısını içine atmak zorunda kalıyordu, özellikle yanında M. varken. Yanındayken, M. kıza ve sevgilisine veryansın edip duruyordu, bunları dinliyordu. Halbuki o ortamı derhal terk edip gitmek, yalnız kalmak istiyordu. Ama gidemezdi, kimseye durumundan şüpheye düşürecek malzeme veremezdi, mecburen dayanacaktı. Dayanmak içinde ona tam anlamıyla tatmin yaşatacak bir kız arkadaş lazımdı. Elbette olacaktı bu, zaman meselesiydi... Üniversitenin ilk yılı böyle geldi, geçti. Derslerle doğru, düzgün ilgilelenilmemiş, neredeyse bütün derslerden kalmışlardı arkadaşım ve M.. Bu ilgisizliğin, akıllarının başka yerde olmasının yanı sıra(kızlarda), ilk sınıfta kalmanın olmaması, bir sonraki sene telafi şansının tanınmasıydı. O yaşlar, hep bir şeylerin ötelendiği, şimdide olmayan gücün, dirayetin ilerde mutlaka olacağını düşündüğümüz, zaman algımızın sadece arzularımızla sınırlandığı yaşlar değil mi? Okullar kapanmış ve herkes memleketine dönmüştü. Arkadaşım ailesinin yanına Dörtyol'a, M.'de Ankaraya gitti. Arkadaşım Dörtyol'da misafir sayılırdı ve burda kalmak artık o kadarda rahatsız edici değildi. Derslerinin çok iyi olduğunu söyleyerek yalan söyledi ailesine ama bu yalan onu rahatsız etmiyordu o kadar, çünkü mutlaka telafi edeceğini düşünüyordu. Bu doğru olmasına çok az kalan, doğruya dönüşecek bir yalandı. Bir şeyler söylemeden edemiyceğim anlatının burasında. Bu yaşlar umudu en çok beslediğimiz yıllar olduğundan mı, yoksa hiçbir şeyle (en çokda kendimizle ilgili) ilgili tam olarak bilgimiz olmadığı ve bundan dolayı bir şeyleri başka şeyler zannetttiğimizden mi, yapamayacağımız şeyleri yapabilecek gibi hissediyoruz? Yanlış yapmaya olan yatkınlığımızla, cehaletimize dayanarak oluşturduğumuz bir umutla yanlışlarımıza katlanıyoruz, ama bu katlanma yanlış yapma konusunda alışkanlığa dönüşecek bir sürecin kapılarını açıyor. Başlangıçta kendimizi çok tanımadığımız için bunları düzeltebileceğimizi düşünerek başlayan, sonrada gitgide kendimizi tanımayla orantılı olarak çözümsüzlüğün ortaya çıkmasıyla alışılıp devam edilen ve kendimizi tanıdığımız noktada ise artık çözümsüzlüğü kabullenerek biten bir süreç bu. Yaşanılan tatminsizlik ve beslenen umudun algımızı bir noktaya odaklamasıyla, odak dışı kalan konuların hayatiyeti görmezden geliniyor, çünkü bu odak dışı nokta uzun vadede fayda veren, verdiği faydanın beklenen faydayla bir alakasının olmaması ve ilerde telafi edilebilecek olması bugünü ihmal etmemizi sağlıyor. Halbuki kendimizi tanısak bunu telafi edemeyeceğimizide bilirdik, bunu bilseydik böyle umutlara kapılmaz, bu kadar coşkulu olamazdık. Bu yüzden gerçeğin vereceği umutsuzluk ve coşkusu olmayan bir bakış açısı yerine, umudu ve coşkuyu veren cehaletimize dayanarak yaşamak daha cazip oluyor bizim için. Her neyse... Arkadaşım Dörtyol'dan sıkılmıştı, Ankara'ya gitmek istiyordu, babasına söyledi, babası izin verdi. Ankara'da hep beraber gezip, dolaştık, bayağı bir eğlendik. Sonra her şey bir rutine dönüşmeye başladı, sıkılmaya başladık... Bir gün sokağımızda yalnız arkadaşım ve ben oturuyorduk. Bana hadi sana içki ısmarlıyayım diyerek kalkmamızı söyledi. Bir meyhaneye gittik. Karşılıklı biraz içtikten sonra, bana bir sırrının olduğunu, bunu bana söyleyeceğini ama bunu söyledikten sonra kendisiyle ilgili iyi şeyler düşünmüyeceğimi söyledi. Çok merak etmiştim, düşünmem, diyerek anlatması için onu cesaretlendirdim. O da anlatmaya başladı... Az çok bildiğim, kızla tanışma hikayelerini anlattı, arkadaş grupları içindeki herkesin adeta yarış yapar gibi kızı sahiplenerek kendini ortaya attığını, en çokda bunu M. nin yaptığını ve bu yüzden susmak zorunda kaldığını, ilk gördüğü andan beri onu sevdiğini, kızla bir araya gelmeleri mümkün olmadığı için çok çaresiz bir durumda olduğunu ve buna çok üzüldüğünü söyledi. Onun hakkında hiç kötü düşünmedim. Böyle bir şey herkesin başına gelebilirdi. Önemli olan duygularına hakim olmak ve arkadaşlığa uygun davranabilmekti. O da gerektiği şekilde davranmıştı. Bende bunu kendisine söyledim, duygularını içine atıp, arkadaşlığa uygun biçimde davranmasının saygı duyulası bir davranış olduğunu, zamanla unutacağını, başka birini bulacağını söyledim. Zaten bunları söylemem için sırrını bana anlatmıştı. Kendisini en iyi anlayacak kişinin ben olduğumu düşünmüş ve kendisini rahatlatmam için bunları bana söylemişti, bende gerekeni yapmıştım. Okulların açılmasına bir hafta vardı, Ankara sıkıcı olmaya başlamıştı, burda kalmak istemedi, Eskişehir'e gitti. Eskişehir'in merkezi olan bir yerde kafede otururken, aşık olduğunu düşündüğü kızda kafeye girdi, arkadaşımı görüp selam verdi, arkadaşım selamını aldı ve onu masasına davet etti. Bir hayli zaman oturdular, sohbet ettiler. Arkadaşım çok sohbet eden, konuşkan biri değildir, o daha çok dinlemeye musaittir ama bu sohbette, aşkın bizi kendimizi aşmak konusunda vermiş olduğu İlhamdan mı, bilmiyorum, bir hayli konuşmuş, bir hayli sohbete sohbetle karşılık vermişti. İkiside çok güzel bir gün geçirdiğini söyleyip ayrıldılar. Evet, gerçektende güzel bir gün geçirmişlerdi, heleki arkadaşım için, bu doğruydu ama bu işin çok acı veren bir tarafıda vardı. Bu geçirilen iyi zaman arkadaşıma neyi kaybettiğinide göstermişti. Sevgili olsalar, birlikte olsalar bu ve bunun gibi geçecek nice güzel günler olacaktı. Hayalini kurduğu her şey sanki bu birliktelikle sağlanacaktı. Bu durumda, birlikte olmamakta hayellerinden uzaklaşmak demekti. Arkadaşım bu durumu böyle kabul etti ve kendini çok çaresiz hissetti. Eve girmeden önce içki aldı, sızana kadar içti. Artık hayata karşı taşıdığı umutlar yok olmuştu adeta, Dörtyol'da yaşadığı çaresizlik gibi çaresizlik içindeydi. Ruh hali aynen orda olduğu gibiydi. İçine kapanmıştı. Bir hafta geçti ve okullar açıldı. Arkadaş grubu bir araya geldi, sohbetler edildi. Arkadaşım değişmişti, belki bu ilk bakışta anlaşılmıyordu ama sohbete katılımı, önceden duyarsız olduğu konulara yaklaşımı çok farklıydı. Mesela, arkadaşımın Eskişehir'deki arkadaşlarının nerdeyse sol görüşlü ve alevi kökenliydi. Arkadaşlar arasında sürekli siyasi ve dini konularda tartışmalar oluyordu, arkadaşım kendi siyasi ve dini kimliğini belirtsede, konuşulan konulara yapılan yorumlar ne kadar kendi siyasi ve dini görüşleriyle çelişsede, önceden bunlara karşı duyarsız kalıyordu. Yine böyle bir sohbet esnasında, söze karıştı ve herkese meydan okur gibi kendi görüşlerini söyledi. Tehditkar ve faşist bir söylemle hemde. Bu tavır arkadaşımın tavrı değildi, asla insanları tehdit eden ve korkutan biri olmadı. Bunu arkadaşımı tam olarak tanımasalarda masadaki herkeste biliyordu, herkes çok şaşırmıştı. Kimse bir şey demedi ve konu kapandı. Ama çok fazla sürmüyor, Türkiye'deki siyasi iklimin gündeme getirdiği her olay bu tartışmayı tekrar başlatıyordu. Artık arkadaşlar arasında siyasi bir kimliği olmuştu ve keskin söylemlerle bunun özellikle altını çiziyordu. Ne olmuştu arkadaşıma, neden bir Ülkücü, bir Türk Milliyetçisi ve zaman zaman yobazlığa varacak şekilde dini savunan bir kişiye dönmüştü? Neden eskiden rahatsız olmadığı şeyler onu rahatsız ediyordu? Eskiden olsa, korkar, kendine böyle düşmanlar kazandıracak, kendini böyle hedef haline getirecek şeyler söylemezdi. Bu insanlar korkutmuyor muydu onu? Bu yüzden mi yapıyordu? Evet sebeplerden biri buydu ama bence başka sebeplerde vardı. Aşık olduğu kızla bir araya gelmelerinin mümkün olmamasının yaşattığı çaresizlik, umutsuzluğa düşürmüş, durumun değişmeyeceğine yönelik mutlak bir inanca sebep olmuştu. Önceki hayatından öğrendiği öğrenilmiş bir çaresizliğin içinde olduğunu düşünüyordu. Kendini yetersiz ve hayatın karşısında küçük hissediyordu. O korkak biriydi, istediği şeyleri yapabilecek, gerçekten onu değerli yapacak özelliklere sahip biri değildi. Aşk konusunda yaşadığı kayıplar ve yaşadığı çaresizlikler buna ikna etmişti. Kişilik olarak değersiz biriydi ve bu kişiliği taşımak acı veriyordu, kurtulmalıydı bu kişilikten. Kendiyle bir arada kalmak, kendini başarısız ve değersiz hisseden biri için huzursuzluk vericidir. Kendi kişisel kaynakları ona aradığı huzuru veremez. Bir nevi kendini reddediş olan bu durum, kimliğini başka bir güçle birleştirme ihtiyacı doğurur: Kendinde olmayan gücü ona sağlayacak, kişiliğini onun içinde eritip yeniden bir kimliğe sahip olmasını sağlayacak bir güçle. Bu güçde ancak arkasına kitleleri almış, gücü bir çok insanca onaylanmış bir şey tarafından verilebilir. Kendini bu şekilde reddeden ve kendinden bu şekilde kaçanların, kimliğini bir güç üzerinden oluşturmak için sığındığı bir liman olmuştur siyaset: Bir kitlenin meydan okuyan gücünü içinde hissetmek ve o güce sahip olmanın kendini özel hissettiren kibrine sahip olmak için. Din içinde aynı şeyleri söylemek mümkün. İnsanın kendini yetersiz, küçük ve değersiz hissettiği anlarda, kendini Tanrıya adayarak kimliksiz hale gelip anonimleşmesiyle, kendi değersizliğine bir gerekçe ve kendine katlanmayı amaçsallaştırmaktır, dindarın motivasyonu. Arkadaşım, fark etmesede böyle bir motivasyonla siyasi ve dini konuları böyle fanatik bir dille konuşuyordu. Siyasetin gücüyle eksikliğini duyduğu güce kavuşarak tamamlanacağını ve dinin, iiradeni Tanrının iradesine adayarak kendini ve yaşadıklarını değersiz göstererek acıya katlanmayı kolaylaştıran etkisini hissetmek için, din ve siyasetin içeriğini benimseyerek, kimliğini bu içerikte eritmek ve bu içeriğe sadakatin gösterilmesiyle ortaya çıkacağına inandığı kahramana dönüştürerek eksikliklerinden kurtulma umuduyla, kendini zayıf ve değersiz hissetmesine sebep olan iktidar yoksunluğunu bu kavramlarla telafi edebileceğini düşündüğü için kullanıyordu. Zaman zaman bunları kullansada, o bu argümanların tarif ettiği gibi biri olacak en son kişiydi. Bir kere mücadele ruhuna sahip değildi, hiçbir konuda kendinden ödün verip fedakarlıklarda bulunmazdı. O bunu insanların algısındaki kendi halinin eksiklerini gidermek, kendini daha güçlü algılatmak için yapıyordu. Kendi zayıflığının yaratmış olduğu hayal kırıklığından; karşısındakinin algısında bir yanılsama yaratıp imaj oluşturmak, sonrada kendini daha güçlü gösterdiği bu imaja tutunarak ve bu imajdan beslenerek, kurtulmak istediği içindi tüm bunlar. Eskiden yaptığından farklı bir şey yapmıyordu aslında. Eskiden kendini olduğundan farklı gösterip, korkularını ve zayıflığını bir vücut dilinin arkasında saklıyordu. Şimdiyse yaptığı şey sadece bunun için farklı araçlar kullanmaktı.
·
547 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.