Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Hilafetin İlgasının 100.Yılı!...
Hilafet, Rasûlullah (ﷺ)’den sonra Müslümanların din ve devlet işlerini düzene koyan, sorunlarını çözen ve yöneten nizam anlamını taşımaktadır. Müslümanların başında adil ve ehil bir halife, yönetim biçimleri de şeriat (İslam kuralları) olduğu zaman ne kadar muazzam bir güce sahip olduklarını anlayan Yahudi, Hristiyan ve yerli şeriat düşmanları, 1924’te laiklerle yardımlaşarak halifeliği yıkıp bu müesseseye son vermişlerdir. Bununla beraber devletin yürürlüğünden şeriatı da kaldırmışlardır. Yerine Avrupa’dan ithal edilen Cumhuriyet yönetim sistemini getirmişlerdir. Kaldırılan İslam kanunları yerine de yine Avrupa’dan toplama beşer ürünü olan kanunlar getirilip hâkim kılınmıştır. Hilafetin yıkılmasından sonra kurulan grupların hepsi hilafet devletinin tekrar kurulması gereğini ve önemini vurgulamaktadır. Geçen asrın 80li 90lı yıllarında Selefi, İhvani, Cemaati İslami, Hizbut Tahrir hatta bazı Sufi guruplar bile hilafetin kurulması gerekliliğinden bahsediyordu. Bu fikrin batı dünyası tarafından benimsenmediği, hoşlarına gitmediği ve hiçbir şekilde tolerans gösterilmeyeceği anlaşılınca, bu grupların birçoğu hilafeti konuşmaktan tamamen vazgeçti bir diğer kısmı da gündeminden çıkardı. Geriye, hilafet devletinin tekrar kurulumasının vazgeçilmez olduğunu savunan az sayıda cemaatler kaldı. Hilafetin tekrar kurulmasını savunanlar genel olarak şu metodları tercih etmektedirler: 1- Terbiye aracılığıyla; yani İnsanlar islami terbiyeyle yetiştirilecek ve bu şekilde hilafet kendiliğinden gelecek. Bu aynı metodu savunanların diğer bir kısmı, terbiyeyle cihad edecek müslümanları yetiştirelim ondan sonra Allah düşmanlarıyla savaşırız diyor. 2- ‘Demokratik sisteme dahil olarak iktidara gelmekle hilafet kurulur’ diyenler gurubu. 3- Hizbut-Tahrir ise siyasi ve entelektüel eğitim metodunu benimsiyor. Hilafetin entelektüel eğitim seviyesinin yükselmesiyle geleceğini savunuyor. 4- Allah’ın dininin hakim olması için O’nun yolunda savaşanların metodu. Birinci metodu, yani terbiye metodunu savunanlar hiçbir zaman bunun nasıl ve ne şekilde yapılması gerektiğini açıklayamamıştır. Yani terbiye hali sonsuza kadar sürebilir ve bu cihad görevini inkar etmeye götürür. Onlar aynı zamanda terbiyenin her nesile değil de sadece bir nesil üzerinden geçtiğini unutuyorlar. Davetle başlayan ve cihadla tamamlanan Resûlullah’ın terbiye metodu, sadece onun zamanındaki nesil için geçerlidir. Herşey 23 yıl içerisinde oldu. Ümmetin bütün başarılı gelişmeleri bu nesil esnasında gerçekleşti, tarih de buna şahittir. Demokrasinin bir küfür düzeni olduğunu kabul ederek ‘biz bunu kabul etmiyoruz sadece iktidara gelmek için bir araç olarak kullanıyoruz ve iktidara geldikten sonra da islami hükümleri uygulayacağız’ diyerek değişim vaad edenler var. Bu sözleri ben 80’li 90’lı yıllarda İhvan liderlerinin hepsinden sık sık işittiğimi hatırlıyorum. Selefilerle İhvancılar arasında yapılan açık oturumlarda bu konuda birbirine çok ters düştüklerini hatırlıyorum. Ben de Ihvancılarla girdiğim tartışmalarda ‘demokrasi islam dışıdır, kabul etmiyoruz ama iktidari ele geçirdikten sonra yıkmaktır niyetimiz’ cümlesini hep tekrar ettiklerini hatırlıyorum. Bu metodun içinde üç tane sorun var; Birincisi: Bir taraftan, demokratik sisteme bağlılığını ilan etmek, takipçiliğini kabul etmek diğer yandan da buna inanmadığını iddia etmek apaçık dolandırıcılıktır. Şimdi, İslamın şavaş halinde düşmanı aldatmayı müsade ettiği doğrudur ancak, demokratik sisteme dahil olan belirli gruplar kafirlerle savaş değil de anlaşma halinde olduklarına inanıyorlar. Eğer dedikleri gibi anlaşma halinde iseler o zaman onları aldatmaları doğru değil. İslam anlaşmalı toplumları aldatmayı yasaklıyor. Dediğim gibi bu birinci sorun. Bir yalanı tekrar tekrar söylediğiniz zaman buna artık inanmaya başlıyorsunuz, diğer sorun da bu. Bunu savunanları eskiden, 80’li yıllardan itibaren tanıyanlar zamanla ne kadar değiştiklerini anlamakta yabancılık çekiyorlar. Şimdi artık bunların ileri gelenleri demokratik sisteme inandıklarını açık açık beyan ediyorlar, şahsen ben bu beyanlarını birkaç defa duymuşumdur. Bundan daha da öteye giderek mermiye değil de oya inandıklarını, ‘Oy’un iktidar sahibini belirlediğini, oylayan kafir bir partiyi iktidara getirse bile kendilerinin buna itiraz etmeyerek kabul edeceklerini açık açık söylüyorlar (nerden nereye!). Biz müslümanlar olarak İslamı insanların merhametine bırakamayız, onlar İslamı kabul ederse biz uygulayacağız, kabul etmezlerse biz onların isteklerini kabul edeceğiz diye bir şey olamaz. Bizim bu konudaki pozisyonumuz açık ve nettir. İnsanlar istemiş veya istememiş, biz kılıcımızın gücüyle yeryüzünde Allahın hükümlerini hakim kılacağız. Biz şeriat hükümlerini sempati yarışmasına koyamayız. Rasûlullah (ﷺ) diyor ki: “Ben kılıcımla, Allahtan başkasına ibadet edilmeyeceği zamana kadar onlarla savaşmak için gönderildim.” İşte yol bu yol, Rasulullahın yolu, bizim takip etmemiz gereken yol. Bu konuda son olarak söylemek istiyorum ki bu infiltre metodu (içine sızmak, kadrolaşmak) müslümanlara göre değildir. Müslüman gizlice içine sızmak, beraber çalışmak sonra da yıkmak gibi veya buna benzer işlere girmez. Müslümanın tarzı bu değil, bu metodu yahudiler ve münafıklar kullanıyor, bizler değil. Dost veya düşman, kim olursa olsun, bizde açık yüreklilik ve samimiyet görecekler. Biz niyetlerimizi hiç kimseden gizlemeyiz, davetimizi sesli ve açık bir şekilde yaparız ‘sizin dininiz size bizim dinimiz de bize’. Biz Amerika veya başka bir müslüman ülkenin yönetim sistemine sızmak istemiyoruz. Her yaşadıkları yerde, ister Endülüs ister Osmanlı hilafeti olsun veya ister bugün yaşadıkları batı devletlerinde olsun, sistemin içine sızan yahudilerdir. Onların gizli gündemleri vardır, bizimse yoktur. Yahudiler, münafıklarla beraber Rasûlullah’ın hükümetine bile sızmaya kalkıştılar da Kur’ân onları ortaya çıkardı. Onlar dini akşam brakmak için gündüz kabul ediyorlardı. Allah aynı zamanda Kur’ân’da Yahudilerden duyduklarını söylemek için müslümanlarla oturan münafıklardan da haber veriyor. Onun içindir ki, onların içine sızarak, onlardan biri gibi görünerek sistemlerini çökertme fikri İslama göre değildir. Bunu yapanlar müslüman özelliklerine sahip iseler, o zaman bu işleri boşa çıkacaktır, çünkü bu yöntem Müslümanlarda çalışmaz. Yok eğer bu yöntemi kullanarak başarı elde ettiklerini iddia ederlerse, bu durum kendilerinin yahudi ve münafıkların durumuna düştüklerinin delili olur. Bununla bağlantılı başka bir noktaya temas etmek istiyorum. İslami terbiyeyle yetişmiş, İslami çevreden gelenlerin, siyasi sisteme dahil olduklarında nasıl da değiştiklerini, kurnazlaştıklarını ve birer kurt haline geldiklerini görebiliriz. Nitekim Yemen’de tanıdığım bir islami siyasi hareket lideri bu sözlerimi teyit edercesine milletvekillerini kastederek; ‘biz onları oraya kurtlar arasına birer kuzu olarak gönderdik ki bize geri dönünce iskeletlerine kadar etleri yenilmiş hale gelsinler' dedi. Bunun canlı bir örneği olarak Sudan ve Türkiye’yi gösterebiliriz. İslami bir hareket olarak başlayan iktidar partilerinin, zamanla bu bozuk sistem içinde ötekilerden hiçbir farkları kalmadı. Hizbut Tahrir metoduna da kısaca değinmek istiyorum. Hizbut Tahrir gurubuyla ilk defa Ürdün’de tanıştım, bunlar gruplarına sadık, hazırlıklı ve yetenekli insanlardır. Hilafet fikrinin canlanmasında ve aynı zamanda İslamın devlet meseleleriyle işi olmaz anlayışının ortadan kalkmasında büyük katkıları vardır. Fakat metodları, hareket tarzları yanlış. İşlemez demek istiyorum. Çünkü Nusrahı (yönetimi ikna ederek hilafeti ilan etmek) beklemek bir mucizeyi beklemek gibidir. Generallerin veya ellerinde iktidarı bulunduranları tartışmalarla ikna ederek, onlardan Nusrahı almakla Allah’ın dinini hakim kılmak hiçbir zaman mümkün olmayacak. Onlar bunu ancak karşılarında Allah için sahip oldukları Her şeyini feda etmeye hazır bir grup insanın var olduğunu gördükleri zaman, etkilenerek Nusrahı verebilir, yani bu harekete katılarak destek verebilir. Bunun yakın tarihte iki başarılı örneği vardır, birincisi Irak'ta direnişçilere katılan bazı Baas’lı subaylar, bir de tabii Nusrahı veren bir diğer isim Çeçenistan’da Cevher Dudaev var. Kendisi Rus ordusunda yüksek rütbeli subay iken direnişe katıldı. Her iki başarılı Nusrah örneğinde bunun tartışmalarla, gösterilerle ve pankartlarla kazanılmadığını ancak her şeyiyle Allah yolunda mücadele eden insanlardan alınan ilhamla mümkün olduğunu gördük. Bütün bunlar beni, hilafetin yeniden kurulması için tercih edilen dördüncü metoda sevk ediyor, Allah yolunda cihad metoduna. Rasûlullah’ın, önce Medine’de devleti kurup sonra cihad ettiği gerçeği bize karşı delil olarak sürülüyor. Burada cok önemli bir gerçeği görmezden geliyorlar. Rasûlullah, Medine’de devleti kurduğu zaman işgal edilmiş İslam toprakları yoktu, bu ciddi ve büyük bir fark değil mi? Bugün İslam toprakları işgal altındadır, bütün islam alimleri şu anda İslam topraklarının kurtarılması için cihadın her özrü olmayan müslümanın üzerine farzı ayn olduğunu söylüyor. Bir şey farzı ayn olduğu zaman farzı ayndır, bunu teorize veya hipotize ederek tartışamazsınız. Bunun hükmü de gerekliliği de açık ve nettir. Hizbut Tahrir olarak şu anda hilafeti kurmak için cihadı bir metod olarak kabul etmeyebilirsiniz ama cihadın farzı ayn olduğunu da inkar edemezsiniz. İşte Hizbut Tahrir bu düşüncenin üzerinde değildir. Cihad farzı ayn olunca (müdafa cihadı) o zaman cihada katılmak için (imam, ebeveyn, eş, borçlu vs) hiç kimseden izin alınmasına gerek yoktur. Kaldı ki biz niye birbirbirimizle tartışarak deliller vermeye çalışıyoruz, günümüzde bunun canlı örnekleri var. Bugün, belki de mükemmel değil ama mesela Afganistan’da Taliban yönetimi ve Somali’de Şeriat mahkemeleri gibi başarılı örneklerimiz var. Bu ülkelerde sadece Müslüman savaşçılar adaletli ve sağlam düzeni getirdi. Bunlara baktığınızda iktidara seçimlerle veya tartışmalarla değil de bileklerinin gücüyle geldiklerini görürsünüz. Devletlerinin yıkılmalarına gelince; sorun onlarda değil, çünkü onları yıkan yönetim metodları değil de ümetin onları yanlız brakmasıdır. Her nasılsa onlar çatışmayı kaybetti ama savaş devam ediyor. Mevcut durumları takip ediyorsanız ve dikkatli bir şekilde analize ederseniz, orada savaşı kaybedenlerin Mücahitler değil de düşmanın ta kendisinin olduğunu göreceksiniz. Çok yakında terazi ters yöne ağır basacak. Cihad denildiği zaman genelde cihadül nefs veya fiziksel cihad diye kafalar karışıyor. Ben burada birini ötekinden ayırmıyorum. Burada benim cihad diye bahsettiğim sadece eline silahı alıp savaşmak değildir. Cihad bundan daha geniş bir şeydir. Burada benim cihad diye bahsettiğim şey, ümmetin tamamen harekete geçerek var gücüyle düşmanla savaşması ve mağlup etmesidir. Resulullah “düşmanla canınızla, malınızla ve dilinizle savaşını” diyor. Savaş alanında yürütülen bir savaş vardır bir de insanların kalplerine ve beyinlerine karşı yürütülen bir savaş daha vardır. Şehid Şeyh Enver El Evlaki (رَحِمَہُ اللّہُ)
·
88 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.