Gönderi

Günaydın. İnsan, batar. Sonra daha da dibe batar. Sonra çıkar, bir şekilde. Sonra bir daha... Olur, hayat böyledir, klişe sözler değildir bunlar, hakikattir. Sonra... Sonrasını Karasu söyler: "Gülümsüyorsun, gülümsüyo­rum. Bu kıyamet dışımızda koptu, tek seyircisi biziz." Başımıza ne gelirse gelsin, gülümseyip devam edeceğiz sevgili okur. Batmak da ayıp değil bu vaziyete gülmek de. Var olun.
Bilge Karasu
Bilge Karasu
-
Troya'da Ölüm Vardı
Troya'da Ölüm Vardı
Troya' da Ölüm Vardı
Troya' da Ölüm Vardı
Troya'da Ölüm Vardı
Troya'da Ölüm Vardı
Bir şarkı gibi geliyordu uzaktan. Alacalı sabahın içinde, gecikmiş, kararsız, koyu, acelesiz, acı, gücüyle doldurucu, gerici, bolartıcı bir şarkı gibi... Koşarak denize indim. Bir serinlik uçuşuyordu. Otlar kokularını salmağa başlıyordu. Kırışıksız deniz, kıyılarına çarptığı küçük dalgaları nereden çıkarıyor diye şaştım. Kenardaki çakıllara diktim gözümü. Önce bir sürüklenme sesi, sonra hafif bir hışırtı, sonra da suyun kırılması duyuluyordu. Sandal her zamanki yerindeydi. Yanına gidip oturdum. Çakıllar soğuktu. Pabuçlarımı çıkardım sonra, paçalarımı sıvadım. Ayaklarımın ucuyla çakılları eşeledim, ıslak toprağı eşeledim. Suat yoldan iniyordu. Gözümün ucuyla kumlu yoldan çakıllara geçmesini bekledim. Başımı kaldırmıyordum. Lâcivert keten üstlü, lâstik tabanlı pabuçları yanımda durdu. Buruşuk keten pantolonu, ince bacaklarının üzerinde, denizle çakılların önünde, bir sallantı içinde... Başımı o zaman da kaldırmadım. Elimi ince, sivri kemikli bileğine uzattım, tuttum, sıktım. Oturmak istediğini, oturmasını istediğimi sandığını sezdim o zaman. Bileğini daha çok sıktım. Katılaştı, oynamadı, kıpırdamadı artık. Başımı ağır ağır kaldırdım. Bana bakıyormuş. Yüzünü sarsılarak, acı içinde gördüm. Güzeldi. Güzeldi. Yüzünü o güne dek hiç görmemiştim sanki. Gülüyordu. Yepyeni, tanımadığım, hiç görmediğim bir yüzdü bu. Gözleri çukurda, kaşlarının gölgesinde; yeşil, yunmuş, arı yeşiller... Burnu ince, ucu köşeli, burun kanatları kabarmış. Büyük ağzı, dişlerini bütün çocukluklarıyla açıkta bırakıyor, çenesi uzuyordu. Saçları düşüyordu kaşlarının arasına. Güzeldi. İnce, karanlık, ışıklar içinde. Gene aklıma günah sözü çakıldı. O dakikaya değin, yüzüne bu denli az bakmış olduğuma, gözlerimi, onunla konuşurken hep yere diktiğime, çevreye yönelttiğime sevindim. Bildiğim yüzünü yeni görüyordum. Tutuluyordum. Güzeldi... Bileğini o zaman, oturmasını istediğimi anlatırcasına çektim. Yavaş yavaş çöktü. Bileğini bıraktım. Konuşmamıştık daha. Denizin yüzü ağır ağır, pul pul ışıdı, açıldı, kızdı. Fenerin dibindeki kayalar, suları bölerken keskinleşti, dalgacıkların sesi irileşti. “Erken uyanabilmişsin,” dedim. Cevap vermek istemediğini homurtusundan anladım. Gürül gürül konuşmak istedim. Uzandık sonra. “Dün gece,” dedim, “söylediklerin...” Büyük bir kaya vardır fenerin dibinde, dibi oyuk gibidir, üstü bir saçak gibi denize uzanır; kayanın dibine yuvarlanarak sokuldum. O da yuvarlandı, yanıma geldi. Başlarımız saçağın altındaydı. “Söylediklerin...” dedim, “yersiz lâkırdılardı, biliyorsun...” Çekişmek istemiyormuşçasına, sustururcasına, “Evet, evet, gerekli olan anlaşmak, anlaşıyoruz,” dedi. Sustum. Anlayamadım. Susuyorduk. Güneş denizin üzerinde yansımağa başladı. Ayaklarım ısınıyordu. Gevşedim, gevşediğini duydum. Yüzüne çevirdim gözlerimi. Yunmuş yeşiller, kirpiklerin arasından, sızlatarak bakıyordu. “Haydi,” dedim, “sandala binmeyecek miydik?” Kirpikler, gücenik, yeşilleri örttü. Güneş gözlerimin içine dek saplandı. Gene ondan yana baktım. Elim, aralık ağzının üzerinden dolaştı, gözlerine süründü, saçına tutuldu. Çektim. “Haydi kalk.” Homurtusu elimi kaçırdı, parmaklarım kırılıverdi. Sandalın yanına gittim. Pabuçlarımı içine attım, “kalk,” dedim bir daha. Neden sonra denize açılabildik…
··
3 plus 1
·
194 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.