Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Toplumumuzdaki yalnız ve kurallara uygun yaşayan insanların hayatlarına baktığımızda çoğunlukla ortaya çıkan şaşırtıcı gerçek, ilişkilerde sevgi öğesinin ne kadar az yer tuttuğudur. Doğal olarak insan ilişkilerinin çoğu birçok nedenin karışımından oluşur ve içlerinde değişik duyguları bir arada barındırırlar. Bir erkekle kadın arasındaki, (belli bir olgunluğa ulaşmış halinde) cinsel sevgi, genellikle iki duygunun karışımıdır. Biri "eros"tur, karşıdaki insana duyulan ve bireyin kendini tatmin etme İsteğinin bir bölümünü oluşturan cinsel dürtü. İki bin altı yüzyıl önce Plato, "eros"un bireyin kendini tamamlayan insanı bulup onunla birleşme dürtüsünden kaynaklandığını düşünmüştü. Özgün "androjen"in, yani hem kadın hem erkek olan efsanevi varlığın diğer yarısını bulma dürtüsü. Erkekle kadın arasındaki olgun sevginin bir başka öğesi de diğer insanın değerinin onaylanmasıdır. Sevginin aşağıdaki tanımı da bunu içermektedir. Ama nedenlerin ve duyguların karıştığını ve sevginin basit bir konu olmadığını göz önünde tutarsak başlangıçta yapacağımız en önemli şey duygularımızı doğru isimlendirmektir. Ve sevmeyi öğrenmeye başlamanın en yapıcı yanı da nasıl sevemediğimizi görebilmektir. Buna da Auden'in Endişe Çağı adlı eserindeki genç adamla kendimizi özdeşleştirerek başlayabiliriz: Böylece, sevmeyi öğrenirken, En sonunda ona öğretilen Sevmediğini bilmekti. Gördüğümüz gibi bizim diğerleri üzerinde baskın bir motivasyon gücüne sahip olan toplumumuz, beş yüzyıllık rekabetçi bireyciliğin mirasçısı; bizim neslimiz ise oldukça çok endişe, yalnızlık ve bireysel boşluğun mirasçısı olmuştur. Bunlar sevmeyi öğrenmenin hiç de iyi hazırlayıcı etkenleri sayılamaz. Günümüzde sevgi hakkındaki karışıklık öyle bir düzeye ulaştı ki sevginin herkesçe kabul edilen bir tanımını bulmak bile oldukça zor. Sevgiyi, diğer insanın varlığından duyulan sevinç ve insanın kendisinin olduğu kadar onun da değerini ve gelişimini onaylaması olarak tanımlayabiliriz. Böylece sevginin her zaman iki öğesi bulunmaktadır: Diğer insanın iyiliği ve değerliliği ve bireyin o insanla olan ilişkisinden duyduğu neşe ve mutluluk. Sevme kapasitesi, bireyin öz-bilince sahip olduğunu önceden kabul eder çünkü sevgi diğer insana anlayış göstermeyi, onun potansiyellerini takdir etmeyi ve onaylamayı içerir. Sevgi aynı zamanda özgürlüğü de kabul eder: serbestçe verilmeyen bir sevgi tabii ki sevgi olamaz. Başkasını sevmekte özgür olmadığınız için birini "sevmek" ya da doğuştan o kişiyle zorunlu bir tür aile ilişkisinde olmak, sevmek değildir. Ayrıca birey, diğeri olmaksızın yapamayacağını düşündüğü için "seviyorsa", sevgi bir seçim değildir; çünkü birey sevmemeyi seçemez. Bu tür serbest olmayan "sevginin" kanıtı ise bir ayırım yapmamasıdır: "sevilen" insanın niteliklerini veya onun varlığını bir diğer insanınkinden ayırmaz. Bu ilişkilerde sizi 'sevdiğini söyleyen kişi tarafından gerçekten “görülmüyorsunuz"- bir başkası da olabilirsiniz. Bu tip ilişkilerde ne seven ne de sevilen, birey gibi davranabilirler; sevenin özgürlüğü yoktur, sevilen ise sadece tutunulacak bir nesne olduğu için önemlidir. * Rollo May'a göre; Toplumumuz da, içinde birçok endişeli, yalnız ve boş insan barındırdığı için, sevgi maskesi altında gizlenen birçok bağımlılık türü vardır. Bunlar karşılıklı yardımlaşma veya arzuların karşılıklı tatmin edilmesinden (ki bunlar da doğru isimlendirilseler oldukça sağlam olabilirler) bireysel ilişkilerin çeşitli "iş ortaklığı" şekillerinden tutun da açıkça görülebilen parazit mazoşizme kadar uzanır. İçlerinde yalnızlık ve boşluk hisseden iki insanın, sözcüklere dökülmeyen bir anlaşmayla yakınlaşıp birbirlerinin yalnızlık çekmesini önlemeye çalışmaları az rastlanan bir olay değildir. * Ama sevgi yalnızlığı alt etme amacıyla kullanıldığı zaman da bu amacı sadece, her iki insanın da boşluğunu artırma pahasına yerine getirir. * Ayrıca Erich Fromm ve diğer yazarların da üstünde durdukları gibi bizi toplumumuzda sevmeyi öğrenmekten alıkoyan şeylerden biri de bizim "pazar eğilimimizdir". Biz sevgiyi satın almak ve satmak için kullanırız. Bunun bir kanıtı birçok anne-babanın çocuklarına bakmalarına karşılık olarak ondan sevgi beklemeleridir. Doğal olarak eğer anne- babası ısrar ederse, çocuk da yalandan bazı sevgi gösterilerinde bulunmayı öğrenecektir. * Ama eninde sonunda bir bedel olarak istenen sevginin aslında sevgi olmadığı ortaya çıkacaktır. Bu tür bir sevgi sadece "kumdan yapılmış bir kaledir" ve genellikle de çocuklar genç yetişkinliğe geçtikleri zaman büyük bir gürültüyle çöker. Çünkü bir ebeveynin bir çocuğa destek vermesi ya da onu korumasının; onu önce yaz kampına sonra da üniversiteye yollamasının o çocuğun anne-babasını sevmesiyle ne gibi bir ilgisi olabilir ki? Bu mantıkla çocuğun, orduya girdiğinde ona yemeğini getiren yemekhane görevlisini de sevmesi beklenirdi. * Bu isteğin daha derin bir şekli de çocuğun, yaptığı fedakarlıklar yüzünden anne-babasını sevmesinin beklenmesidir. Ama fedakarlık yapılan pazarlığın sadece değişik bir şekli de olabilir; böylece karşısındakinin değerlerinin ve gelişiminin de bir onayı olmaktan çıkar. * Biz, başkalarından olduğu kadar çocuklarımızdan da, taleplerimizle, fedakarlıklarımızla ya da ihtiyaçlarımızla değil, daha çok sevme kapasitemizle orantılı olarak sevgi alırız. Ve buna karşılık bizim sevme kapasitemiz de öncelikle kendi başımıza bir insan olmamıza bağlıdır. Gerçekte sevmek, vermek demektir; verebilmek de öz duygumuzun olgunluğuna bağlıdır. Bu aynı zamanda sanatçı Joseph Binder tarafından anlatılan tavrın ta kendisidir: "Sanat yaratmak için sanatçının sevebilmesi gerekir yani bir ödül kazanma kaygısı olmadan vermesi." * Sevgiyi bir "vazgeçiş" ya da insanın özünü reddetmesi olarak görmüyoruz. Birey, sadece verebilecek bir şeyi ve kendi içinde de bunu verebilecek bir gücün temeli varsa gerçekten verebilir. Toplumumuzda sevgiyi zayıflıkla özdeşleştirerek saldırganlıktan ve rekabetçi zaferden arındırmış olmamız gerçekten üzücüdür. Bu aşılama o kadar başarılı olmuştur ki ortak önyargı, insanların ne kadar zayıf olurlarsa o kadar çok sevebilecekleri ve güçlü bireylerin de sevmeye ihtiyaç duymadıkları yönündedir. İşte bu yüzden de, ekmeğin kabarmasını sağlayan maya gibi sevgiyi kabartan şefkat, çoğu zaman aşağılanmış ve sevgi deneyiminden ayrı tutulmuştur. Asıl unutulan, şefkatin güçle yan yana gittiği ve bireyin güçlü olduğu kadar şefkatli de olabileceğidir. Yoksa şefkat ve nezaket sadece arkasına saklanılacak maskeler haline gelir. * Peki ama birey kendini sevgi içinde kaybetmez mi? Sevgide olduğu gibi yaratıcı bilinçte de birinin diğeriyle birleştiği doğrudur. Ama buna "bireyin kendini kaybetmesi" denmemelidir; yine yaratıcı bilinçte olduğu gibi, bu, bireyin kendini tatmininin en üst noktasıdır. Örneğin, cinsellik sevginin bir dışavurumu olduğu zaman, orgazm anında hissedilen düşmanlık ya da zafer değil, diğer insanla birleşme duygusudur. Şairler, sevgiden dolayı kendilerinden geçtiklerini anlatırlarken yalan söylemiyorlardı. Bu, kendinden geçmenin yaratıcılığında olduğu gibi, bireyin bir kimliği ile diğeri arasındaki sınırı geçici olarak aştığında kendini fark etmesidir. Bu aynı zamanda hem kendini vermek hem de kendini bulmaktır. Bu tür bir kendinden geçme, insan ilişkilerindeki en uç düzeydeki karşılıklı dayanışmayı simgeler. Aynı paradoks yaratıcı bilinç için de geçerlidir: insan ancak önceden bir birey olabilmişse, kendi ayakları üzerinde durabilmişse kendinden geçme anında diğer kimliklerle bir olabilir. * Toplumumuzda çok yaygın olan bir yanlışa kapılıp bir de aşk yapmanın ideal anlamına çok fazla önem vermeyelim: yoksa bireyin "gerçekten değecek insanı bulamadığı" ya da işi ikiyüzlülüğe döküp hissettiği bütün o duyguların "sevgi" olmadığı iddiası dışında seçeneği kalmaz. Eğer kendimizi sevmenin kolay olduğuna inandırmaya çalışmaktan vazgeçer ve sürekli sevgiden bahseden ama içinde çok azını barındıran bu toplumda yalancı maskeleri bırakacak kadar gerçekçi olursak, sevmeyi öğrenmek de sağlam temeller üzerinde gelişecektir.
·
393 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.