Gönderi

İslam'ın faize yaklaşımı konusundaki bazı genel yanılgıları gidermek adına vurgulamalıyız ki, İslamcı literatürde tartışılan faiz kavramı, modern ekonomi kuramında üretim faktörlerinden sermayenin getirisi olarak tanımlanan faiz değildir. Bu anlamda faize karşı geliştirilen İslami karşı duruşun, emek harcamadan gelir elde etmek gibi bir ahlaki temeli yoktur. Tersine, sermaye-emek ortaklığı şeklinde tanımlanan mudaraba ortaklıkları, İslam ekonomisinin ve İslam bankacılığının temel yapı taşları arasında sayılır. Burada, İslam etiği açısından ayırt edici unsur olarak, sermaye sahibinin risk altına girip girmediği konusu öne çıkar. İslam bankacılığının da temel çıkış noktası olan bu görüşe göre, risk almadan elde edilen kazanç haksız kazanç olarak değerlendiriliyor. Bu yaklaşıma göre, bir bankanın verdiği sanayi kredisi üzerinden faiz alması haksızlığa yol açacağı düşünülür; çünkü, banka her koşulda vade sonunda yatırımını önceden belirlenen faiziyle geri alırken, yatırımının batması durumunda dahi sanayici, batık anaparayı faiziyle birlikte bankaya geri ödemek durumunda kalacaktır. Böylece bir taraf hiçbir risk almaksızın önceden belirlenmiş oranda kazanç elde ederken, diğer taraf, yatırımın tüm riskini göğüsler. İslam Bankacılığı, 1970'lerde yürütülen İslam ekonomisi tartışmaları üzerinden ortaya çıktı ve Türkiye dahil birçok ülkenin ekonomisinde payını hızla arttırdı. 1980'li yıllarda, başta Al Baraka ve Dar al-Mal al-İslami grupları olmak üzere, Arap dünyası merkezli İslam bankalarının aktifleri yılda yüzde 18.8 büyüdü ve 1980'lerin sonunda, 22.9 milyar dolara ulaştı. 1990'larla birlikte İslam bankalarının büyüme hızında bir gerileme görülse de diğer geleneksel bankalarla rekabet ettikleri Mısır ve Kuveyt gibi bazı ülkelerde, toplam banka mevduatının yüzde 20'sini kendilerine çekmeyi başardılar. Riskin alacaklı ve borçlu üzerindeki asimetrik dağılımı, bir diğer anlatımla, alacaklının risksiz kazancı, İslami kâr-zarar bankacılığının modern bankacılığa yönelttiği eleştirinin temel çıkış noktasıdır. İslam bankacılığında temel düşünce, risksiz kazancın ortadan kaldırılması ve kazanan hem riskin hem de kârın paylaşılmasına dayanmasıdır. Ne var ki, burada, çok önemli bir detay gözden kaçmaktadır, o da riskin ne oranda paylaşılacağıdır. Bu noktada, genel adalet anlayışına uyulması gereğine dikkat çekilmesine rağmen, bu oranın nasıl belirleneceği detaylandırılmıyor. Elbette burada ilk akla gelen soru, tarafların asimetrik risk taşıma kapasitelerine rağmen, riskin, onu taşıma kapasitesi yüksek tarafa yüklenmesinin neden haksızlık olarak nitelenmiş olduğu konusudur. Sözgelimi, bir bankanın on binlerce tasarruf sahibinden biri olan ve tek geliri tasarruflarının getirisi olan bir dulu ele alalım. Bu dul, elinden geldiğince riskten kaçınacaktır, çünkü herhangi başka bir sürekli gelire sahip olmadığı için, eldeki birikiminden mahrum olması durumunda, yardıma muhtaç olması kaçınılmazdır. Tasarruf sahibinin, bankaya önceden belirlenmiş bir faiz oranı üzerinden parasını yatırması ve bunun karşılığında risk taşıma kapasitesi yüksek olan ve riski dağıtabilecek bir portföye sahip olan büyük sermayeli bir kuruluşa riski devretmesi, bu dulun, banka üzerinden haksız kazanç elde etmesi şeklinde yorumlanabilir mi? Bir diğer gerçek ise, sabit getirili her türlü yatırımın risksiz kazanç olduğu, bu yönden de İslam devletinde yasaklanması gerektiğini öne süren İslam iktisatçılarının iddialarının aksine, aktiflerinden faiz kazanan bankaların da belli oranda bir risk üstlendiği gerçeğidir. Şöyle ki, banka açtığı kredilerin bir bölümünü toplayamayabilir, hatta ekonomik kriz dönemlerinde, batık krediler, bankanın aktiflerinde büyük yer tutabilir. Böylesi bir sürecin sonunda bankaların iflaslarının da olanaklar dahilinde olduğu düşünülürse, tasarruf sahipleri de kısmen risk almaktadırlar. Kâr-zarar ortaklığı iddiasıyla ortaya çıkan İslam bankalarına yöneltilen en temel eleştiri, bu bankaların, geleneksel rakiplerinden ancak söylemde farklı oldukları, pratikte ise aynı yolu izledikleri yönündedir. İlk İslam bankasının kurucusu ve İslam Bankaları Birliği'nin Genel Sekreteri Ahmed Al Naggar tarafından da saptanan bu durumun başlıca göstergesi, İslam bankalarının tasarruf sahiplerine dağıttıkları “kâr payları"ndaki dalgalanmaların faiz hareketlerini izlemesi ve bu iki getiri aracı arasındaki marjın çoğu zaman göz ardı edilebilir derecede ufak olmasıdır. Türkiye'de faaliyet gösteren geleneksel ve İslami bankaların 1990-1993 yılları arasındaki 3 ay, 6 ay ve 1 yıl vadeli nominal getirilerini yansıtan (...) grafikler de gözler önüne ser(mektedir) ki, İslam bankalarının sözde faizsiz getirileri, yaklaşık olarak, tam da geleneksel bankaların faize dayalı getirileri ile eşit düzeyde gerçekleşiyor. Müşterilerine faizsiz kazanç taahhüt eden İslam bankaları, aktiflerini, çoğunlukla hisse senetlerine ve faiz getiren araçlara yatırmaktadırlar. Bu durum, bu bankaların müşterilerine piyasa faiz oranlarının altında kalmayacak bir getiri vaat etmelerinin arkasındaki sırrı da açıklıyor. Buradaki temel soru, faizsiz kazanç sloganıyla piyasalarda boy gösteren kapitalizmin, “etik yüklü” bankerlerinin, neden aktiflerini büyük oranda faiz getiren araçlarda değerlendirmekte olduğudur. Bu bankaların aktiflerinin yalnızca küçük bir bölümü, genelde yüzde 5'ten azı, gerçek anlamda kâr-zarar ortaklığına dayalı kredilerden oluşuyor. Bu durum şöyle açıklanabilir. İslam bankalarının en yaygın kullandığı finans yöntemi murabahadır. Murabaha sözleşmelerinde, bankalar, makine teçhizat vs. ihtiyacı duyan işyerine kredi açmak yerine, bu makineyi işyeri adına doğrudan kendisi alır. Banka, daha sonra, bu makineyi, malın fiyatının belli bir kâr marjıyla işyeri sahibine devreder. İşyeri sahibi ise, makine karşılığı banka tarafından tespit edilen bedeli, kontratta belirtilen vade içerisinde bankaya ödemekle yükümlüdür. Buradan da anlaşılacağı gibi, eğer banka tarafından işveren adına alınan mala eklenen kâr oranı, aynı dönemdeki piyasa faiz oranına eşitse, murabaha sözleşmeleri, faize dayalı sözleşmelerle aynı sonucu doğuracaktır. İslam ekonomistleri ise, murabaha sözleşmeleriyle tipik faize dayalı sözleşmeler arasında önemli bir ayrım olduğunu vurgularlar. Şöyle ki, murabaha sözleşmesinde, öncelikli olarak makineyi mülkiyetine alan banka, makinenin mülkiyetini işyerine devrettiği süre zarfında makinenin uğrayabileceği herhangi bir zarara karşı riski tamamıyla kendisi yükleniyor. Dolayısıyla elde edilen kâr oranı, banka tarafından yüklenilen riskin karşılığı olarak görülmelidir. Tabii, pratikte, bankanın makineyi mülkiyetinde tuttuğu süre saniyelerle ölçülüyor ve üstlenilen risk bu süre içinde deprem, sel, yangın, hırsızlık vs. olma olasılığı kadar düşük ve önemsizdir. İslami bankaların kâr-zarar ortaklığı yerine neden faize endeksli yatırım araçlarına yöneldiği sorusuna dönersek; bu durum, aslında İslam bankalarının, kredi başvurusunda bulunanların (kredi kararına temel oluşturan) geçmiş performansını değerlendirmekte veya (kâr ya da zararı belirleyen) gelecek performansını tespit etmekte yetersiz kalacağı, dolayısıyla da kâr-zarar ortaklıklarından, kârdan çok zarar edeceği korkusuna dayanmaktadır. Bunun da ötesinde, bir “ters seçim" sorunu vardır. Yatırımlarından ek kâr etmeyi bekleyen işverenler, kârlarını bankayla paylaşmaktansa, önceden sabitlenmiş bir faiz ödemeyi tercih edecek ve bu yüzden geleneksel bankalara yönelecektir. Aksine, düşük kâr beklentisi içinde olan riskli yatırım sahipleri, faizle borçlanmak yerine, kâr-zarar ortaklığına, yani İslam bankalarına yönelecektir. Aynı durumun tekrarlanması hâlinde ise, İslam bankalarının aktifleri, geleneksel bankaların belirgin şekilde altında bir getiri oranına sahip olacaktır ki, böyle bir durumda da mevduat sahiplerine söz verdikleri gibi, faiz oranları seviyesinde veya üzerinde “kâr payı” dağıtmaları olanaksız olacaktır. Tüm bu örnekler açıkça göstermektedir ki, İslam bankaları biçimsel bazı farklılıkların ötesinde, temelde, geleneksel rakiplerinden farklı araçlarla çalışmamaktadırlar. Bu biçimsel farklılıklarsa, Osmanlı döneminde sıkça başvurulan istiğlal ve benzeri hile-i şeriyye uygulamalarıyla aynı işlevi gösteriyor, bu yolla elde edilen faiz kazancına “İslam kılıfı” giydiriliyor. Ve yine vurgulamak gerekir ki, İslam bankacılığının dayandığı etik modelin kapitalistin işgücüne karşılıksız el koymasından kaynaklanan artı-değer ile en ufak bir sorunu bulunmuyor. İslam ekonomistlerinin bu noktadaki tek sorunsalı, sermaye sahibinin yatırımı dolayısıyla elde ettiği kâr karşılığında herhangi bir riske girip girmediğidir. Bu anlamda İslami bankaların dayandığı retorik, karşılığı ödenmemiş emeğin üzerinden elde edilen faiz kazancını, kâr-zarar ortaklığı ekseninde yeniden formüle edip kapitalist sömürü koşullarına kendi varsayımları uyarınca ahlaki bir zemin oluşturma çabasının ötesine geçmiyor.
·
46 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.