Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

KAN PORTAKALI Doktor konuşuyor. İlk tümcelerden sonrasını duymuyorum artık. Adamın dudaklarına odaklanmış gözlerim, annemin korku bulamacı bir renge boyanmış yüzüneyse hiç bakamıyorum. “Akciğerin sol lobunda portakal büyüklüğünde kitle...” Portakal büyüklüğünde... Kan portakalı mı? Portakal bahçelerindeki tüm portakallardan nefret ediyorum o an; portakal ağacından, portakal çiçeğinden, portakal yetiştiricilerinden, portakal satıcılarından… Doktor, öyle ya da böyle düşüncesini söylemiyor, yalnızca tetkik edilmesini istiyor. Ama kötü şeyler olacağını ruhumuza fısıldayıveren hislerimiz var bizim… Kar yağmış. Kumsala dalgaların vurup çekildiği alanın ötesi bembeyaz. Karın kumu örttüğünü ilk kez görüyorum. Bir genç kız ve genç bir adam karda koşuyor, kendilerini atıyorlar karın üstüne. Kar eriyor, denize ulaşıyor süt beyazı su. Sevişiyor genç çift. Adam kızın üstünde, kız kuma gömülüyor. Kolları yanlarda. Dağılıyor. Kollar, bacaklar ayrılıyor eklemlerden, başı yuvarlanıyor sağa, saçları karışıyor rüzgâra. Zerrelere bölünüyor kız, yok oluyor. O genç kız annem mi? Sıçrayarak uyanıyorum. Yaptırdığımız dosya dolusu tetkikten hiçbirine elini sürmüyor. Sonucu öğrenmek için hastaneye gitmeyi, doktorla yüzleşmeyi reddediyor annem. Bu onun seçimi. Bilmek istemiyor. Ona çizilen yolda yürüyecek olsa da koşulları kendi belirliyor. Öğrenmemenin, bilmemenin huzurlu karanlığına saklanıyor. Ben gidiyorum doktoruna; çok geç kalındığını, tedavi şansının kaçırıldığını söylüyor. Bir oyun kuruyorum, saklıyorum annemden durumu, içindeki portakalın yağ hücresi olduğuna ikna ediyorum onu; kaslara tutunmuş bir top, ağrılarının nedeni onun kaslara baskı yapması… “Unut onu, yok say, onunla yaşamaya alış. Sana hiçbir zararı olmayacak…” İnanıyor. Kandırıyorum onu ya da öyle sanıyorum; aslında birbirimizi üzmemek için saklıyoruz kederimizi… Kendi hastalıklarıyla meşgul babam; ona da bildirmiyorum önümüzdeki belirsiz zamanın ayrılığa evrildiğini; bilse ne olacak, hiç değilse bir bitişe doğru uzanan bu yolu, o yürüyüş saatlerini, sonsuza dek sürecek gibi gölgesiz yaşamalarını istiyorum… Anneme ilk kez yalan söylüyorum ve bu yalanın altında eziliyorum günden güne. O ölüyor, benim ruhum çoktan öldü. Onu göremeyecek, sevinçlerimi paylaşamayacak, özlediğimde sarılamayacağım… Kaçamak bakışlarla yüzünü süzüyorum, inanamıyorum adım adım gelen ayrılığa. Kulağına gider diye akrabalara, komşulara, arkadaşlarıma anlatmıyorum gerçeği; öyle yaralı ki ruhum; annemden sakladığım şey tanıdıklarla paylaşılınca ona ihanet gibi geliyor.  Sokaklara atıyorum kendimi, yapmadığım şeyleri yapıyorum, yabancılarla konuşuyorum; kafelerde, pazarda, parkta… Hatta çektiğim acıyı onlara anlatmasam yaşayamayacağım. İnsanların sığlığını keşfediyorum bir yandan da, olaylara garip yaklaşımlarını. Dokunduğun yerden ses veriyor benzer tınılar: "Ben neler yaşadım, bir bilsen… Gencecik insanlar da ölüyor…Üzülme, kendine bak sen…” İçi boş tümceler. Oysa yalnızca dinlesinler istiyorum, yorum yapmadan. Sözcükleri serinletmiyor içimi, yaraya ulaşmıyor üfledikleri soluk. Annemin reçel kaynattığı günlere gidiyorum, evin buram buram vişne koktuğu günlere. Önümüzde yaşanacak güzel zamanların olduğuna inandığımızdan kuş gibi hafif olduğumuz tatlı günlere. Akşam iniyor, paket taşı döşeli sokak hafiften yokuşa sarıyor. Çocuklar evlere çağrılıyor. Mutfaklarda akşam telaşı... Annem kabak mücveri kızartıyor. Genç, incecik. Upuzun maviye çalan siyah saçları var. Sokuluyorum yamacına, kayık tabaktan bir tane mücver aşırabilmek umuduyla. Anlıyor, gülümsüyor. Bembeyaz dişleri ışıldıyor. Elime bir mücver tutuştururken eğilip yanağıma bir öpücük konduruyor.  Kendimi öldürmek istiyorum. Ama bilmiyorum nasıl yapacağımı. Ona söylediğim yalanları iki buçuk yıl sürdüreceğimi, acıları arttığında ölmesi için dua edeceğimi de bilmiyorum o sıralar. Kendi evimle annemin evi arasında koşturup duruyorum, boşlukta, bana, bize ait olmayan bir hayatın elemanıyım… Beynim düzensiz düşünceler sarmalından kurtulma, andan sıyrılıp olanları yok sayma çabasında. Geçmişte ruhuma sıkıntı vermiş eften püften anılar önemsizleşiyor; nasıl da anlamsızmış pek çok şey.  Bir şiir yazıyorum ona, okuyorum: Geçse de kıraça günlerim, büyümedim daha anne. Yine bebek olayım, koynuna al emzir beni… Ağlıyor. Ben de ağlıyorum. İnsanın her yaşta gereksinimi var annesine. Hüzünleri kovalayıp komik anıları anımsatıyorum ona. “Hani bir peruğun vardı senin, ne oldu?” Mavi, plastik bir mankenin başındaki dalga dalga, çikolata rengi saçlar, makyaj masasının üstünde duruyor. Çok geziyorlar benim çocuk olduğum o yıllarda, limonatalı, pastalı nişanlar, düğünler yapılıyor düğün salonlarında. Likör ve bademşekeri ikramı oluyor, babalar içiyor nane likörünü ve çocukların gözü kalıyor bademşekerlerinde. Kuaför bir arkadaşı var annemin, peruğu gönderip taratıyor. Giysilerini özenle seçiyor, makyajını yapıyor, peruğunu takıyor, babamın kolunda nereye gitse insanlar dönüp bakıyorlar. “Ne oldu peruğun?” “Verdim birine…” Kimbilir kimin saçıymış. “O güzelim saçlarını neden onunla örttün o zaman?” diyorum. “Gençlik işte,” diyor. Gülüşüyoruz. Gözbebeklerine yerleşen hüzne karşın öyle sağlıklı görünüyor ki. Arada ben bile unutuyorum hastalığını. İlk bir yıl ağrıları olsa da ayakta, alışverişe gidiyor, çarşıyı, pazarı dolaşıyor. Ama elini çekiyor dünya sevinçlerinden, bir göçe hazırlanıyor bilmeden. Düşünmüyor pek çok şeyi, irdelemiyor; çünkü içindeki portakala takılı usu. Her ne kadar ikna olmuş görünse de günde birkaç kez açıyor konuyu, bana onaylatıyor ciğerinde taşıdığının zararsız olduğunu… "Bak pazardan ne aldım,” diyor. İç içe iki kahve tepsisi. Üstlerinde çiçek tarlaları var. Baktıkça canlanıyor çiçekler, kokuları doluyor eve. Bunların köşeleri çatlak, diyorum. “Gördüm, ama ucuzdu, çok da beğenince... Bir de seramik şekerlik aldım.”  Şeftali rengi, seramik oval bir kap, küçük bir sepeti andırıyor. “Güzelmiş...” Elime alınca, sepetin üstünde bir sap olması gerektiğini anlıyorum, karşılıklı iki yuvarlak sap yeri var. Öyle her şeyi beğenmeyen, en güzel olanı seven kadına ne oldu? Susuyorum. Anlıyor, gülüyor. “Sapa gerek yok ki,” diyor. “Sen olmasan, bunların satıcısı aç kalacak,” diyerek geçiştiriyorum. Pazarda defolu mal satan yaşlı kadının tezgâhında fazlaca oyalandığı kesin, o nesnelerin kırık döküklüğüyle yüreğindeki izleri özdeşleştiriyor diye düşünüyorum. Meğer o yaşlı kadın onu çocukluğuna götürüyormuş; babaannesine benziyormuş ve bu yaşında çalışmak zorunda olmasına üzülüyormuş. Anlıyorum ne yapmak istediğini. O sırada büfenin üstünde duran beyaz meleğe takılıyor gözüm. “Ama buna bir kusur bulamayacaksın,” diyor. Evet, kusursuz görünüyor. Bir biblo. Sedefli beyaz giysileriyle bir melek. Yanlara yarı açılmış kanatları, yüzünde masum bir gülüş var. Onu öyle sevmiş olmalı ki başköşeye kondurmuş. Usulca alıyor incitmekten korkarmış gibi, bir güvercini tutarcasına yumuşacık kavrıyor, elime bırakıyor. Gerçekten çok sevimli. Ben de seviyorum meleği, özellikle annemi mutlu ettiği için. Kanatlarının altında kırılmış kol yuvalarını görüyorum; bu kez sezdirmiyorum. Öyle çok kırık var ki yüreğimizde, varsın o da kanatlarıyla yetinsin, diye geçiriyorum içimden.
·
273 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.