Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Chambord Kontu (V. Henri) olayını hatırlıyor musunuz? Bu da bir kral, lejitimist [iktidarın meşruluğunu soya dayandıran monarşi taraftarı]... İspanya'da Don Carlos'un yaptığı gibi, o da aynı dönemde Fransa'da iktidar arayışına girmişti. Hatta birbirlerini aynı aileden, aynı kökten sayabilirler, ama ne kadar farklı! Biri inançlarına gömülmüş, kendi kabuğuna çekilmiş, melankolik, kibar, insan bir tip. Chambord Kontu, kral olabildiği (kısa süre tabii) en kaçınılmaz anda asla rüzgârlara kapılmadı, "beyaz bayrağını" teslim etmedi ve bu tavrıyla neredeyse bir Don Kişot gibi yüce gönüllü, gerçek bir şövalye olduğunu gösterdi, kralların eski soyunu azametle sona erdirmek için ruh temizliği ve yoksulluk andıyla yollara düşen eski zaman şövalyesi, saygıyı hak eden bir kişi (azamet bir parça gülünç kaçıyor, ama güldürü olmadan da hayat olmuyor). Kendisi için değil, yalnızca Fransa'nın kurtuluşu için kral olmak istediğinden iktidarı ve tahtı reddetmişti, çünkü bakış açısına göre kendisinden istenen ödünler (aslında çok uygun ödünlerdi) Fransa'nın kurtuluşuyla bağdaşmıyordu, işte bu yüzden kral olmak istemedi. Sırf iktidara ulaşmak için elinden ne geliyorsa vaat eden, ödün veren, milleti aldatan, dünün işçisi, malın gözü Napolyon'la arasındaki fark işte buydu! Chambord Kontunu Don Kişot'la bir tuttum, bundan daha yüksek bir övgü bilmem. Don Kişot'u okurken, gönül kırıcı, zeki berber Sanson Carrasco'nun Don Kişot'u yendiği bölüme geldiğinde, çocukken iki gözü iki çeşme ağladığını söyleyen kimdi, Heine miydi, hatırlamıyorum. Dünya üzerinde bundan daha derin ve güçlü bir yapıt yazılmamıştır. Hâlâ insan düşüncesinin son ve en yüce sözüdür, ama insanoğlunun yansıtabildiği en acılı alaydır da, kıyamet kopsaydı ve insanlar şöyle bir soruyla karşılaşsaydı: "Sizler yeryüzündeki hayatınızın anlamına vardınız mı, bu yaşamdan ne gibi bir sonuç çıkardınız?" İnsanoğlu suskun Don Kişot'u öne sürerdi: "Işte, yaşam üzerine vardığım yargı bu, bunun için beni sorgulayabilir misiniz?" Bunu söyleyince kişinin haklı olacağını iddia etmiyorum, ancak... Don Carlos, Chambord Kontunun yakını, o da şövalye, ama bu şövalyede Büyük Engizisyon yargıcı tavırları var. Kutsal Meryem adına, halkımızı dingin dualarla yatıştıran, halkımızın nitelediği gibi "esirgeyen ve koruyan" Meryem Ana adına ad majorem gloriam Dei [Tanrının yüce şanı için] seller gibi kan akıtmıştı. Chambord Kontu gibi, ona da krallık önerilmiş, o da reddetmişti. Herhalde Bilbao'dan hemen sonra, çarpışmada Madrid ordusu başkomutanının öldüğü büyük zaferden sonra olmuştu bu. Ona "Madrid'den elçi yollamışlar: kente girmesi halinde, görüşmelerin başlaması için herhangi bir program verip vermeyeceği üzerine düşüncelerini" öğrenmek istemişlerdi. Ama görüşme isteklerini, konuyla ilgili her görüşü kibirle geri çevirmişti, elbette bu tavrı sadece kibirden değil, ilkelerine derinden bağlı olmasındandı: Savaşan tarafın elçilerini kabul edemezdi, "kral olarak" "devrimle" her ne olursa olsun anlaşmaya giremezdi! Özetle, kısa, ama açık biçimde "başkentine ulaşacağı zaman nasıl davranması gerektiğini kralın bileceğini bildirdi" ve başka da bir şey eklemedi. Kuşkusuz, ona yüz çevirdiler ve hemen kral Alfonso'yu çağırdılar. Fırsat kaçırılmıştı, ama o savaşmayı sürdürdü; tumturaklı üslupla bir bildiri hazırladı ve bu yazdıklarına önce kendi inandı; kibirle ve azametle, "ihanetleri" nedeniyle generallerini kurşuna dizdiriyor ve yorgun bitkin askerlerinin isyanını bastırıyordu, bir savaşçı olarak hakkını yememek gerek: toprağın son karışına kadar çarpışmıştı. Fransa'dan ayrılarak şimdi İngiltere'ye doğru yol alırken karamsar, ama gurur dolu bir mektupla Fransız dostlarına, "hizmetlerinden ve desteklerinden memnunluk duyduğunu, şahsına hizmet etmekle, kendilerine de hizmet etmiş olduklarını ve kadersiz ülkesinin çağrısına kılıcını çekmeye yine hazır olduğunu" bildiriyordu. Ama merak etmeyin, o yine gelir! Bu arada "dostlarına" yazdığı bu mektupla düğüm azıcık da olsa çözülüyor: Bu dehşetengiz adam (genç ve oldukça yakışıklıymış) hangi araç gereçle ve kimin parasıyla böyle uzun bir savaşın üstesinden gelmişti? Demek ki güçlü dostları çoktu. Kimdi bunlar? Krallardan çok onu Katolik kilisesinin desteklediği büyük ihtimal olarak görünüyor. Yoksa dostlarından hiçbiri bu kadar milyonu toplayamazdı. Dikkat edin, "devrimle" her türlü uzlaşmayı reddeden bu adam İngiltere'ye gidiyor, kendi anlayışına göre, bu devrimci, özgür düşünceler ülkesinde konukseverlik aramaya gittiğini baştan çok iyi biliyor, ama ne kavramlar birleşimi! Bakın, İngiltere'ye girerken küçük, ama hayli ilginç bir olay başına geliyor. Folkston'da inmek üzere gemiye Boulogne'da [İngiltere'de liman kentleri] binmişti, Folkston demiryolu istasyonunun açılış törenine İngilizlerin davet ettiği konuklar ve Boulogne Belediyesi üyeleri de aynı gemiyle İngiltere'ye gidiyorlar. Aralarında Pas de Calais milletvekillerinin de bulunduğu İngiliz kalabalığı -yetkililer, şık bayanlar, bando ve bayraklarla şirket ve dernek temsilcileri- konukları karşılamak üzere İngiltere sahilinde beklemektedir. Parlamento üyesi Sir Edward Watkin iki milletvekiliyle birlikte burada bulunuyor. Don Carlos'un yolcular arasında bulunduğunu öğrenince kendini tanıtmak ve saygısını bildirmek üzere hemen ona doğru yürüyor, büyük incelik göstererek istasyona kadar ona refakat ediyor ve özel bir kompartımana yerleştiriyor. Gelgelelim diğer kalabalık o kadar kibar değil; Don Carlos'un aralarından süzülüp vagona bindiğini görür görmez ıslıklamaya, yuh çekmeye başlıyorlar. Yurttaşlarının bu davranışı Sir Watkin'i derinden üzüyor tabii. "Konuğa" yapılan bu saygısızlığı gazeteye verdiği bir demeçte elinden geldiğince yumuşatmaya çalışıyor. Buna beklenmedik bir olayın neden olduğunu, yoksa her şeyin yolunda gittiğini açıklıyor: ”Bizler platforma girdiğimiz ve Don Carlos kendisini selamlayanlardan birkaç kişiye şapkasını kaldırarak tam karşılık vereceği sırada, rüzgâr Odd Fellows derneğinin [Anglosakson ülkelerde gizli dinsel hayır örgütü] flamasını dalgalandırdı ve flamada birden, "Dulları ve yetimleri unutmayın!" yazısıyla birlikte çocukların koruyucusu Meryem Ana'nın görüntüsü belirdi. Etkisi çok hızlı ve şaşırtıcı oldu: Kalabalıktan uğultu yükseldi, ama öfkeden çok hüzün vardı. Olay beni üzmüştür, ancak neşeli bir kutlamaya hazırlanan ve kanlı bir iç savaşın başaktörüyle ansızın karşı karşıya gelen Folkston halkının gösterdiği saygı ve inceliği yine de hiçbir toplumun gösteremeyeceğini bu arada belirtmek isterim." Bu ne kendine özgü bir bakış açısıdır, bu ne düşünce kararlılığı, halkı için bu ne imrenilecek gururdur böyle! Bizim liberallerin çoğu belki de Sir Watkin'in bu davranışını alçaklık, ünlü birinin karşısında çirkince bir yaltaklanma ve yüz sürme sayar, kendini küçük düşürdüğünü söylerdi. Ama Sir Watkin bizler gibi düşünmüyor: Ah, gelen konuğun kanlı bir iç savaşın başaktörü olduğunu biliyor, ama onu böyle karşılamakla aslında kendi yurtseverlik gururunu tatmin ediyor ve bütün gücüyle İngiltere'ye hizmet etmiş oluyor. Kana bulanmış tirana elini uzatırken, Iİngiltere adına ve bir parlamento üyesi olarak sanki şunu söylemeyi amaçlıyor: "Siz bir zalim, bir tiransınız, ama ne olursa olsun bu özgürlükler ülkesine kendinize bir sığınak yeri bulmaya geldiniz; bunu beklemek gerekiyordu; İngiltere herkesi kabul eder ve sığınma hakkı talep edeni asla geri çevirmez: entrée et sortie libres [giriş ve çıkış serbest]; hoş geldiniz!" Onu üzen "kalabalığın içinden küçük bir grubun" saygısızca davranışı değildi sadece, bu taşkınlıkta, ıslıklamada, yuhalamada gerçek her İngiliz'de mutlaka bulunması gereken özsaygının zedelendiğini fark etmiş olmasıydı. Halkın, duygularına engel olamayıp, konuk da olsa herkesin önünde bir caniyi ıslıklayarak, küçük düşürerek lanet okuması, anakarada, dünyanın her yerinde olağan bir davranış olarak görülebilir; bir Alman'a ya da Parisliye uygun düşebilir, ama bir İngiliz farklı davranmak zorundadır. Böyle anlarda bir beyefendi gibi soğukkanlılığını korumalı, düşüncelerini uluorta dile getirmemelidir. Konuğun, kendisini karşılayanların, hakkında ne düşündüklerini bilmemesi daha iyi olur: herkes İngilizlere özgü nezaketle ellerini arkaya koyarak sakince bekleseydi ve gelenin yüzüne soğuk, onurlu bir bakış fırlatsaydı daha etkileyici olurdu. Yavaş ve ölçülü bir sesle seslenmeleri, pek rahatsızlık yaratmazdı: Konuk bu hareketin bir gelenek, bir etiket olduğunu, kendisi ne kadar ünlü olursa olsun kimsede heyecan uyandıramayacağını fark ederdi. Oysa konuk şimdi bu yuhalama ve ıslıkları anakaradaki gibi anlamsız, yersiz, sokak çapulcularının çıkardığı bir olay olarak düşünecektir. Geçenlerde okuduğum çok hoş, küçük bir olayı hatırladım şimdi, nerede, kimden, çıkaramadım, Mareşal Sebastiani ve bir İngiliz'le ilgili, yüzyılımız başında 1. Napolyon zamanında geçiyor, Mareşal Sebastiani o dönemin önemli bir şahsiyeti. Napolyon'la aralıksız ve inatla savaştıkları için sürekli ihmal edilen İngilizlerden birinin gönlünü okşamak istiyor. İngiltere'ye bir yığın övgüden sonra kibar bir ses tonuyla şöyle diyor: "Fransız olmasaydım, İngiliz olmayı yeğlerdim." İngiliz, mareşali dinliyor, ancak bu incelikten hiç etkilenmeden karşılığını veriyor: "İngiliz olmasaydım, yine de İngiliz olmayı isterdim." İngiltere'de her İngiliz kendine bu şekilde aynı saygıyı duyar, bunun tek nedeni İngiliz olmalarıdır belki de. Bu ülkede birlik ve beraberlik ve sağlam bir bağ için herhalde sadece bu yetiyor: Sağlam bir demet. Gelgelelim Avrupa'nın her yerinde olan şey, gerçekte İngiltere'de de var: Orada da hayatın yüce anlamı kaybedilirken, yaşamaya tutkulu bir istek var. Burada bir İngiliz'in, kendi dinine, Protestanlığa bakış açısına, özgün bir örnek olarak yer vereceğim. Büyük çoğunluğunun dindar olduğunu da hatırlatalım: Dinlerine büyük tutkuyla bağlıdırlar ve sürekli arayış içindedirler, ama resmi "Anglikan" dinine rağmen yüzlerce tarikata bölünmüşlerdir. Sydney T. Dobell, "Sanat, Felsefe ve Din Üzerine Görüşler" adlı, kısa zaman önce çıkan bir yazısında bu konuda bakın neler diyor: "Katoliklik yücedir, kusursuzdur, bilge ve güçlü bir dindir. İnsanoğlunun inşa ettiği yapıların en sağlamı, en büyüğüdür, ama eğitici değildir, bu nedenle de yok olmaya mahkümdur; dahası ölümün sorumlusudur, çünkü zarar vericidir, yapısı yetkinleştikçe daha zarar verici olmaktadır. Protestan dini yabandır, çirkindir, yüzsüzdür, mantıksız ve tutarsızdır; kendiyle barışık olmayan bir dindir; sürtüşmelerin ve ağız dalaşlarının şahikasıdır, düşünce yoksulu ukalaların, yarı aydın dâhilerin, her cinsten kara cahil bencillerin yarış kulübüdür; ikiyüzlülüğün, fanatizmin beşiğidir; çılgın serseriler için eğlencelik toplanma yeridir; gelgelelim eğiticidir, bu nedenle de yaşamaya yazgılıdır. Üstelik insanoğlunun tinsel yaşamının sine qua non [olmazsa olmaz] gereksinimi olarak, ona özen göstermek, onu beslemek, düzene koymak ve savaş vererek savunmak gerekir." Ne inanılmaz bir yargı! Öte yandan binlerce Avrupalı kurtuluşunu böyle yargılarda aramaktadır. Böylesine heyecanla ve ciddiyetle insanların dinsel talepleri üzerine bu gibi sonuçların çıkarıldığı bir toplum, gerçekten ne dereceye kadar sağlıklı olabilir? Şu sözlere bir bakın: "Protestanlık yabandır, çirkindir, yüzsüzdür, mantıksız ve tutarsızdır, ama eğiticidir, bu nedenle onu yaşatmak ve korumak gerekir." Bir kere, bu meselede, bu davada faydacılık da ne oluyor? Herkesi bağlayan bu olay (Sydney Dobell gerçekten dini için çaba gösteriyorsa), evet, bu olay, tersine, yalnızca İngiliz faydacılığı açısından incelenmektedir. Hiç kuşkuya yer yoktur ki bu faydacılık Katolikliğin eğitsel olmayan kendi içine kapanıklığında ve kusursuzluğunda saklıdır ve bu Protestanın onu böylesine lanetlemesinin nedeni de budur. Bu sözler tüm ülkelerin derin siyaset adamlarının, resmi düşünürlerin kimi zaman sarf ettikleri şu pek bilge sözlere, ne dersiniz, benzemiyor mu: "Tanrı yoktur, haliyle din de anlamsızdır, ama din cahil halk için gereklidir, çünkü din olmadan halkı dizginlemek mümkün değildir". Buradaki fark, devlet sözcüsünün görüşündedir, temelde acımasız bir ahlaksızlıktır bu, insanlığın dostu Sydney Dobell de doğrudan doğruya onun yararı için çırpınıyor; yarara bakış açısı da çok değerli: Bakınız yarar, bilindiği gibi, her çeşit yargıya ve görüşe kapıları ardına kadar açık tutar; akla da, yüreğe de enterée et sortie libres; hiçbir şey saklı, sınırlı ve tamamlanmış değildir: Kıyısı olmayan denizlerde yüz ve nasıl istiyorsan kendini öyle kurtar! Gerçi çok geniş, kıyısız deniz gibi alabildiğine geniş bir görüştür ve kuşkusuz "dalgalar arasında bir şey görünmez!, buna karşılık hiç değilse ulusaldır. Ah, burada derin bir içtenlik var, ama ne dersiniz, bu içtenlik sanki umutsuzlukla yan yana değil mi? Buradaki düşünce biçimi de ilginçtir; bu insanların orada kendi ülkelerinde ne düşündükleri, ne yazdıkları, ne için endişelendikleri ilginçtir: Sözgelimi bizim yazarların bu tür düşlemsel konulara eğildikleri, ayrıca geniş bir tasarı biçiminde ortaya koydukları görülmüş müdür? Buna göre Rusların bu İngilizlere göre çok daha gerçekçi, derin ve sağlıklı bir bakış açıları olduğu bile söylenebilir. Gelin görün ki İngilizler ne kendi düşüncelerinden, ne de kendilerine ilişkin yargılarımızdan utanırlar; aşırı içtenliklerinde, kimi zaman çok dokunaklı bir yan vardır. Avrupa'da özellikle bu davranışları inceleyen ve İngiltere'deki tanrıtanımaz öğretiler ve yorumlarla bazı karakterler üzerine araştırma yapan bir gözlemci izlenimlerini bana şöyle aktarmıştı: "Kiliseye giriyorsunuz: Büyük bir ayin icra ediliyor, çok değerli ayin kaftanları, günlük dumanları, müthiş bir ciddiyet, derin bir sessizlik, huşu içinde dua edenler... İncil okunuyor, herkes gözyaşları içinde yaklaşarak sevgiyle İncil'i öpüyor. O da ne? Bu kilise tanrıtanımazların değil mi? Dua ediyorlar, ama Tanrıya inanmıyorlar; bu kiliseye mensup olanların tek akideleri, mutlak koşulları: tanrıtanımazlık. Peki, İncil'i öpmelerinin, kendilerinden geçercesine dinlemelerinin ve Onun üstüne gözyaşları dökmelerinin sebebi ne? Nedeni açık, Tanrıyı yadsımaları ve 'İnsanlığa' tapmalarıdır. Şimdi insana inanıyorlar, insanı tanrılaştırıp ona tapıyorlar. Onlar şimdi kutsal kitaba, Onun insana, insanın da Ona duyduğu sevgi için tapıyorlar. Kutsal kitap yüzyıllar boyu insanoğluna ne iyilikler bahşetti, güneş gibi yolunu aydınlattı, insana güç ve hayat verdi; 'şimdi O anlamını yitirmiş olsa da...', ama onlar insana taparken, onu tanrılaştırırken değerbilmezce davranamaz, İncil'in iyiliklerini de bir kenara atamazlar..." Bu çok dokunaklı, aşırı esrime durumudur. Gerçekten de burada insanı tanrılaştırma ve tutkuyla sevgisini gösterme talebi vardır; ancak tanrıtanımazların bu nasıl yakarma ve tapınma tutkusudur, bu nasıl Tanrı ve din susuzluğudur, gençliğin, gücün ve umudun canlı kaynağıyla fışkıran aydınlık, canlı bir yaşam yerine bu nasıl bir umutsuzluk ve hüzün, bir çeşit cenaze törenidir böyle? Hoş, bir cenaze mi ya da geleceğin yeni bir gücü mü, işte bu çok kişi icin soru işaretidir. Kısa zaman önce gücü yeni romanım Delikanlı'dan bir alıntı yapmama izin verin. Bu "tanrıtanımazların kilisesini" romanımı bitirip yayınladıktan bir süre sonra öğrenmiştim. Kitapta tanrıtanımazlığa değindiğim bölüm, bizim dönemin -kırklı yılların- gündelik yaşamında Velikorus [Büyük Rus] genişliğinin yanı sıra ileri düşünceli, eski toprak sahibi, tutkulu ve hayal düşkünü Rus insanlarından birinin düşleridir. "İlerici Rus aydınından beklendiği gibi", bu toprak sahibi de hem hiçbir dine bağlı değil, hem de insana tapıyor. Tanrı üzerine bütün düşüncelerini yitirdiği zaman insanlığın geleceğine değgin hayallerini anlatıyor ve kendi anlayışına göre de bu hayallerinin bir gün mutlaka bütün dünyada gerçekleşeceğine inanıyor. Şöyle: "Dalgın bir gülümsemeyle konuşmaya başladı: "Bir tanem, sanıyorum artık kavga bitti, yatıştı. Lanet okumalardan, çamur atmalardan ve ıslıklardan sonra çevreye derin bir sessizlik çöktü ve insanlar, arzuladıkları gibi, yalnız kalmışlardı: Eski yüce ülkü terk etmişti onları; o zamana kadar onları besleyen büyük güç kaynağı, insanı kendine çeken görkemli güneş gibi onlardan uzaklaşmıştı, ama bu sanki insanlığın son günü gibi bir şeydi. Birden insanlar tamamen yalnız kaldıklarını anladılar ve ansızın müthiş bir yalnızlık duygusuna kapıldılar. Güzel oğlum, insanları asla soysuzlaşmış, aptallaşmış düşünemedim. Dünyada bir başına kalan insanlar birbirlerine hemen daha sıkıca ve sevgiyle yaklaşabilirlerdi; asıl şimdi birbirleri için var olduklarını anlayarak el ele tutuşabilirlerdi. Ölümsüzlük düşüncesi, bu yüce düşünce kaybolurdu, yerine bir başka ülkü koymak gerekirdi; ölümsüzlüğe duyulan o eski tutkunun fazlalığı bütün insanlarda doğaya, barışa, insanlara, bir ot sapına yönelirdi. Gelip geçici, ölümlü olduklarını yavaş yavaş kavradıkları ölçüde toprağı ve hayatı, eskisi gibi değil, karşı konulmazca, bambaşka bir aşkla severlerdi. Doğada, daha önceleri hiç düşünmedikleri kadar yeni olaylar ayrımsamaya başlarlar ve gizler keşfederlerdi, çünkü doğaya iki sevgilinin birbirine bakışı gibi, yeni bir gözle bakarlardı. Sabah uyanırlar, bir an önce sevmek için günlerin kısa olduğunu, onlara kalacak her şeyin sadece bu olduğunu anlayarak birbirlerini öpmeye koşarlardı. Birbirleri için çalışır, kendilerine ait olanı herkesle paylaşırlardı ve yalnızca bununla mutlu olurlardı. Her çocuk yeryüzündeki herkesin kendisine anne baba olduğunu hisseder ve bilirdi. Her biri güneşin batışını seyrederken: 'Yarın son günüm olsun, önemli değil' diye düşünürdü, 'Ölecekmişim, bunun ne önemi var, onlar yaşayacaklar ya, sonra da çocukları...' Birbirlerini hep severek ve birbirleri için titreyerek, geriye kalanların yaşayacağı düşüncesi, öbür dünyayla ilgili düşüncelerini de değiştirirdi. Ah, yüreklerindeki büyük kederi bastırmak için tüm çabalarını birbirlerini sevmeye adarlardı. Kendileri için cesur ve gururlu olurlardı, ama birbirlerine ürkek davranırlardı; her biri diğerlerinin hayatı ve mutluluğu için titrerdi. Hep sevecen davranırlar ve şimdi utanç duydukları davranışlarından utanmazlardı, çocuk gibi birbirlerini okşarlardı. Karşılaştıklarında derin, anlamlı anlamlı bakışırlar, bakışlarında sevgi ve hüzün olurdu..." Burada, bu düşlemde "tanrıtanımazlar kilisesiyle" örtüşen bir iki benzerlik yok mudur, ne dersiniz?
Sayfa 296 - 297, 298, 299,300, 301,302,303Yapı Kredi YayınlarıKitabı okudu
·
328 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.