Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Her dakika başı burnunu çeken sümüklü bir adam oturdu yanıma. Uçak havalandı. Umutlarımı geri kazandığım topraklara veda ederken yanımda oturan sümüklü adama baktım. Eski müdürümü anımsatıyordu bana. Rezil hayatının farkındaydı ama etrafındakilere lüks içinde yaşayan mutlu bir adam rolü yapmayı seviyordu hostesten bir kadeh şampanya isterken. Bana baktı ve ukala bir tavırla konuşmaya başladı. “Yol uzun, sen bir şey içmeyecek misin genç adam?” “Yol uzun, ben altıma şort ve üstüme tişört giydim. Hayalarımı derin boşlukta özgür bırakmak için. Sen bu takım elbiseyle rahat edebilecek misin?” “Klaslık her daim üzerinde olmalıdır genç adam. Bir kendine bak, bir de bana bak.” “Senin ruhunda bir klaslık göremiyorum yaşlı adam. Gelecek kaygılarıyla gençliğini yaşayamadığı için yaşlandığında sahip olduğu paranın tadını çıkarabilecek enerjiye sahip olmayan bitik bir ruh görüyorum. Bunun getirdiği kompleksle de çevrende maddi durumunun senden daha kötü olduğunu düşündüğün herkese hava atıyor gibi bir görünümün var. Cümlelerim seni kırabilir. Acıyı vaktinde çekmeli. Geç olmadan… Şimdi çek acılarını, bulutların üzerinde salınırken, Fiji’ye, beş yıldızlı otele tatil yapmaya giderken çek acılarını ve tükür Mercan Denizi’ne çok geç olmadan, tükür hayal kırıklıklarını…” Benden tiksiniyormuş gibi baktı suratıma ve hiçbir şey söylemeden elindeki moda dergisini okumak üzere önüne döndü. Biliyordum, yakın zamanda onun aklına gelecektim ve onu kıran sözlerimi onun iyiliği için söylediğimi fark edecekti. Vicdanım rahattı. Sahi, ben de kimdim ki? Yaşlı bir adama öğüt verme hakkını nasıl görüyordum kendimde? Elli yaşlarındaydı. Bense yirmi dokuz olmak üzereydim. Yaşın kıymetini gerçekten biliyor muyduk? Düşündüm, şampanya içen adamın yanında kendime bir serseri birası söylerken. Yaşın kıymetini en iyi bizler biliyorduk. Daha uzun yollar gidebilmek için ucuz serseri birası içenler… Aklı başında manyaklar ordusu. Gününü yaşamaya ant içmiş eğitimli serseriler mangası… Tasmalarını çıkarmış kayıp ruhların, özgürlük yolunda canından vazgeçebilecek kadar inananların, yaşamak için yananların yoluydu bu. İçinde bir parça pişmanlık kalmayana kadar yanan, yanan, yanan… Küllerin içinden dağılan umut dumanları… Her yerde duman, duman, duman… Bir anda adamın elindeki şampanya bardağı havaya fırladı ve şık takım elbisesinin üzerine dökülüverdi. Şiddetli sallantıyla elimdeki bira şişesini güçlükte kontrol ettim. Okyanusun üzerinde süzülen uçak kötü bir türbülansın içine girdi. İçeride insanların düşürdüğü eşyalardan gelen patırtılar yolcuların panik halini artıyordu. Çığlıklar kopuyordu. Yanımda oturan takım elbiseli adam terlemeye ve bağırmaya başladı: “Buraya bakın! Yardım edin! Hostesler! Ne oluyor! Ne oluyor? Tanrım ne olur yardım et! Ölmek istemiyorum! Ölmek istemiyorum!” Onun bu müthiş telaşı, öfkesi ve korkusu yaşayamadıklarından kaynaklanıyordu. O takım elbiseyi giymek ve kendine bir Fiji tatili ısmarlayabilmek için yıllarca birikim yapmış olmalıydı. Hem de yarına sağ çıkabileceğinin bir garantisi yokken… Bu yüzden korku içinde bağırıyordu yaşlı adam. Bir beşiğin içinde sallanırken biberonundan sütünü içen bir bebeğin rahatlığıyla içiyordum elimdeki serseri birasını. Adamın takım elbisesi şampanya lekeleriyle yapış yapış olmuştu. Sallantı gücünü iyice artırdı. Sağa sola yalpalarken yolcuların çığlıkları da yükselmişti. Hüngür hüngür ağlamaya başladı yanımda oturan koca adam. Ona biramı uzattım. Aldı ve bir dikişte kökledi. Gülümsedim. Sakinliğim karşısında şaşkındı. Elli küsür yaşında, varlıklı ve şık giyimli bu adam ölüm korkusuyla tir tir titriyordu. Ondan yaşça çok daha küçük olan bense Bukowski’nin dediği gibi ölüm beni almaya geldiğinde tir tir titretecektim onu. Öyle bir hayat yaşıyordum ki, içinde bir nebze pişmanlık yoktu… Tabağın dibini sıyırırcasına, menemenin son lokmasına ekmek banarcasına yaşadığım hayatın getirdiği olgunluk karşısında yaşamıma bir son verilecek olması beni korkutmuyordu. Uçağın sallanışı ve insanların çığlıkları yaklaşık beş dakikadır devam ediyordu. Onların çığlıkları bana Vivaldi konserini hatırlatıyordu. Batan gemi Titanik misali… Sakindim. Bugün ölmeyeceğimi biliyordum. Yaşadıklarım bir hiç uğruna olmamıştı. Henüz tamamlanmayı bekleyen görevlerim vardı. Bu yüzden rahattım. Kenn’in bana verdiği mavi taşı aldım elime. “Bu senin kader taşın,” demişti. Yanımdaki kravatlı adamın gözyaşları eşliğinde avucumun içinde tuttuğum taşa baktım. Tohumlarını yeni eklemiş müptedi bir yolcuyken, çamurun içinde güneş yüzü görmeden filizlenen bir ağaç olmuştum. Pilot anons geçti: “Sayın yolcular lütfen sakin olun. Bu güçlü türbülans birazdan son bulacak.” Uçağın sallantısı çok geçmeden durdu. Takım elbiseli adam gözyaşlarını sildi. Şortum ve tişörtümle ferah ve temiz görünüyordum. Kravatlı adam üzerine şampanya döktüğü gömleğini temizlemeye çalışıyordu. Büyük bir şefkatle gülümseyerek seslendim ona: “Çantamda yedek bir tişörtüm var. Yeni yıkandı. Senin olsun ister misin?” Ölüm korkusu egosunu kırmıştı. Kibirli adam yerini masum bir kedi yavrusuna bırakmıştı. Başını titreyerek salladı ve gülümsedi. Çantamdan tişörtümü çıkarıp ona verdim. Sakince, mimiksiz bir yüz ifadesiyle derin bir nefes alarak önüme döndüm ve kader taşıma tekrar baktım. Uçağın içinde tüm dünyanın beni duyabilmesini sağlayan bir mikrofon olduğunu hayal ettim. Gökyüzünden şöyle bağıracaktım insanlığa: “Biliyor musun, kimseyi etkilemeye ihtiyaç duymayacağın bir noktaya vardığında, özgürlüğün başlayacak.”
Sayfa 428Kitabı okudu
·
83 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.