Eski Yunanlılar, insanoğlunu, kökenlerinden itibaren çevresindeki dünyadan ayrılması olanaksız bir güç haline getiren büyüsel bağı bir yana atmışlardı. Ne kadar olgunlaşmış ve gelişmiş olursa olsun, bir Mezopotamyalı ya da Mısırlı, kendini, kozmosun sınırsız mekanizması içinde yer alan bir çark olarak görmekten kurtulamıyordu ve böylece insanoğlu ırkının bir ayrıcalığı olan zekâ, herhangi bir Tanrısal gücü harekete geçirerek gizli güçleri kendi yanına çekmekten başka bir şey yapamıyordu. Başka bir deyişle, doğanın üstüne çıkabilmesi için insanoğlunun, kendini Tanrıyla özdeşleştirmesi gerekiyordu ve nitekim firavun, insani ve Tanrısal gerçeği kendi benliğinde birleştirerek, uyruklarına, bu dünyâda ve ölümden sonra yaşam sağlıyordu.
İnsanoğlunun dehasının, evren karşısında yeni gücünün farkına vararak kendi ayakları üzerine basabilmesi için, binlerce yıllık geleneklere dayanan dünyâ anlayışını ve tasarımını bozmak amacıyla harcadığı olağanüstü çabanın büyüklüğünü kavramamız olanaksızdır. Bu aşamaya gelindikten sonra, insanoğlu artık kendini doğanın ruhuyla özdeşleştirmeye yönelmiyor; doğayı akıl yoluyla aşmaya çalışıyor ve böylece onun yasalarını göz önünde tutarak bilgi ve güç elde ediyordu. İlkel insanın, sadece bir Tanrıyla özdeşleştiğine inandığı zaman gerçekleştirdiği yaratıcı edim, artık katışıksız bir yaratıcılık haline gelmişti. İşte böylece insanoğlu, Tanrının yarattığı bir varlık olmaktan çıktı ve Tanrıyı kendine benzer olarak yaratmaya koyuldu. Yunan Panteonu'nun çatısı altında, insan ruhunun bütün yetileri ve güçleri kişileştirilerek bir araya getirilmişti: zekâ (Athena), duyarlık (Aphrodite), saldırganlık (Ares), ticaret dehası (Hermes), yaratıcı yetenek (Apollon), lirik yetenek (Dionysos) gibi. İnsanlaro bilinçaltlarında hayvanlara bağlayan kaba içgüdüler bile, yarı-Tanrılarda idealleştirilmiş bir görüntü kazanmışlardı. Her yerde, insanoğlu ansızın yeni bir ölçeğe oturtulmuş bir dünyâya kendi boyutlarını yarısıtmaya koyulmuştu. Kaos bir düzene sokulmuştu; çünkü insan zekâsı, dünyâda, bir uyum yasası, önceden kurulmuş bir sistem bulabileceği sonucuna varmıştı. Modern keşiflerin dayandığı anlayışı önceden kestiren Pythagoras, bütün fenomenleri sayıya indirgeyen bir mekanik bilgisinde varlıkların özünün saklı olduğunu ileri sürmüştü.
İnsanoğlunun evrenin yasalarına tutsak olmasına yol açan zincirlerden kurtuluşu, insan sanatının o güne kadar bilmediği bir psikolojik ifadeyi canlandırarak eski heykellerde bir bakıma naif bir şekilde dile geldi. Bu ifade, katışıksız yaratışın ve özgür buluşun sevincini dile getiren ve "mutluluğun hiyeroglifi" diye adlandırılmış olan bir coşku simgesiydi, yani gülümsemeydi.
Büyüsel dünyâ anlayışı, yerini akılsal bilgiye bırakmıştı artık; ama bu bilgi, modern zamanların temel özelliği olan bağımsızlığını ve kendine yeterliğini kazanmamıştı henüz. Nitekim Eski Yunanlılar doğaüstü gerçeği inkar etmemişler, ama onu, görüntülere (imgelere) ve mitolojiye dönüştürmüşlerdi. Eski dinlerin inançları ve törenleri ile mitos arasında, geceyle gündüz arasındaki kadar büyük bir fark vardır. Bunun nedeni, mitosların tam anlamıyla inanç konuları olmaktan çıkmaları değil (bazı aydın kafalar için, Olympos Tannlannın inanç konusu olmaktan çıkıp masal konusu olduklarını bu arada söylemeliyiz), ama böyle bir inancın, evrene egemen olan kör güçlere değil, kavramlara yönelmiş olmasıydı. Başka bir deyişle, ilkel dinler, korkudan doğmuşlardı; oysa Eski Yunan dini ya da daha çok mitolojisi, belki de Yunan mucizesinin özü olan akıl ve şiir kaynaşmasının ürünüydü. Tanrıbilimsel derin düşüncelerle olduğu kadar, şairlerin türküleriyle de ilk çağların karmakarışık masalları, zamanla, insana dayanan mitosların içinde kaynaştırılıp dile getirilmişti. Dünyanın bütün görünüşlerini ve yanlarını fikirlerin kalıbına dökme tutkusuyla yanıp tutuşan Yunan hayal gücü, doğanın maddesel formlarını olduğu gibi en soyut kavramları; insan zihninin, tarihin ve doğa felsefesinin bütün verilerini; kısacası her şeyi kişileştirmiş ve üstelik bütün bu alegorilere, bir insan çehresi kazandırmıştı. Eski Yunanlılar her şeyi ya kavram ya da figür olarak düşünmüşlerdi. İnsanın tarihsel evrimiyle ilişkili herhangi bir inceleme; ister duyulardan ister zekâdan, ister kişisel ya da toplumsal yaşamdan kaynaklanmış olsun, ilk dile gelişini bir Yunan mitosunda bulmayan bir insan tavrının söz konusu olamayacağını gösterecektir. Eski Yunanlılar için evren şekiller ve çok zengin insan görüntüleri halinde kristalleşmişti ve bu kristalleşme, plastik sanatlar, şiir ve tiyatro için sonsuz bir düşünme, hayal kurma ve irdeleme kaynağı oluşturmuştu.
Eski Yunan uygarlığının sanatçıları, önlerinde, Mezopotamyalıların bilmedikleri ve Mısırlıların pek az değindikleri çok geniş bir etkinlik alanı açıldığını gördüler. Bu alan, insanoğlunun keşfedilmesiydi. Böylece, insan figürü, ilk uygarlıkların hayal gücüne ve eserlerine uzun süre egemen olan hayvan figürünü tahtından indiriyordu. Fizik güçsüzlüğünün farkında olan insanoğlu, başlangıçta, hayvanlardaki şaşmaz içgüdü işleyişine tapınmış ve zekâ denilen şey sadece kendisinde olduğu hâlde, bu içgüdüye hayranlık duymuştu. İnsanoğlu, daha önceleri Tanrıya benzer olabilmek için hayvanın bazı niteliklerini edinmeye çalışmıştı. Oysa Helen uygarlığında, hayvan insanın varlığına aktarılmıştı ve Yunan mitolojisinin canavarları (kentauroslar, sirenler, satirler), insan düzeyine, yani zeka düzeyine yükseltilmiş hayvan formlarıydı.
İnsanın kendini keşfi, iki aşamada, yani fizik ve manevi aşamalarda gerçekleşti. insan vücudunun gerçek yapısını öğrenmek üç yüzyıl aldı. Erkek anatomisi İ.Ö. altıncı ve beşinci yüzyıllarda ve kadın anatomisi de dördüncü yüzyılda gerektiği gibi canlandırıldı. Sanatçılar, spor alanlarındam sonra kadınların yaşadığı yerlerde gözlemler yaptılar ve vücuda ilişkin eksiksiz bir bilgi edindikten sonra, bu bilgiyi ruhun dile getirilmesi konusunda kullandılar. Dördüncü yüzyılda başlayan ve tutkuların irdelenmesine yönelen bu büyük araştırma, Eski Yunan insanıyla yetinmeyerek o çağda henüz uygarlaşmamış olan dünyaya da yöneldi.
Böylece sanat eseri, kendisini doğaüstü güçlerin denetlenmesini sağlayan bir araç haline getirerek dar ve sert kurallar içine hapseden büyüye bağımlılıktan kurtuldu.
Aynca sanat eseri, önceleri mitoslann canlandınlmasından başka bir şey değilken, aradan çok geçmeden amacı sadece kendisi olan bir ürün haline geldi.