Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Hayatın Anlamı
2.kısım Anlam sorunu Hayatın anlamı nedir?" sorusu neredeyse her sözcüğü so- runsal olan ender sorulardan biridir. Bu, son sözcük için de ge- çerlidir, çünkü dünya genelinde dini inancı olan sayısız insan için hayatın anlamı bir "ne?" değil, "kim?" sorusudur. Kendini işine adamış bir Nazi, Adolf Hitler'in kişiliğinde hayatın anlamını bula- rık bu görüşü kör topal kabul edebilirdi. Hayatın anlamı yalnızca zamanın sonunda, gelmesi uzun süreceğe benzeyen bir Mesih'le birlikte açıklığa kavuşabilir. Veya evren, kozmik bir devin başpar- mak tırnağındaki bir atom zerreciği olabilir. Fakat aslında tartışmalı olan "anlam" sözcüğüdür. Şu günlerde bir sözcüğün anlamını, onun belli bir hayat biçimi bağlamındaki kullanım şekline göre düşünme eğilimindeyiz; ama "anlam" söz. cüğü bu tür kullanımların hepsini içerir. İşte onlardan bazıları: Poisson, balık "demektir". Onu boğmaya mı "niyetlendin"? Bu bulutlar yağmur "demek"? Kadın, pire tarafından ısırılmış ihtiyar bir eşekten bahseder- ken şu otlaktaki kişiyi mi "kastetti"? Bu utanç verici olayın "anlamı" ne? Ben seni "kastettim", onu değil. Lavanta kokulu banyo sabunu ona çok şey "ifade eder". Ukraynalılar açıkça iş "demektir". Bu tablonun paha biçilemez olduğu "ifade ediliyor". Lavinia iyi "niyet" gösteriyor ama Julius galiba öyle yap- miyor. Rahmetli, garsondan zehir [poison] getirmesini rica etti- ğinde bir ihtimal, balık [poisson] "demek istemiş" olabilir miydi? Karşılaşmaları "maksatı" gibi geldi. Onun kızgınlığı bir şey "ifade etmiyor". Cordelia'nın, Pazar günü öğlene kadar tirbuşonu geri gön- dermesi "gerekiyordu". Sözcüğün bu kullanımları üç kategoriye bölünebilir. Birincisi, bir şeye niyetlenmek ya da onu düşünmekle ilgilidir ki zaten "an- lam" [meaning] sözcüğü de kökenbilimsel olarak "zihin" [mind] sözcüğüne bağlıdır. Bir diğer kategori gösterme/anlamlama fik- riyle ilgilidir. Üçüncü kategorideyse bir şey göstermeye niyetlen- me ya da onu düşünme edimini belirtme yoluyla ilk iki kategori birlikte işler. "Onu boğmaya mı niyetlendin?" sorusu tıpkı "Ben seni kas- tettim, onu değil" cümlesi gibi, açıkça niyetleriniz ya da o zaman akınızdan ne geçtiği hakkındadır. Karşılaşmalarının bir şekilde "maksath" görünmesi, gizemli bir biçimde, belki de kader tarafin- dan tasarlandığı izlenimi verdiği içindir. "Lavinia iyi niyet göste- riyor" ifadesi, onun iyi niyetler taşıdığı anlamına gelir ama bunlar muhtemelen her zaman eylemsel bir davranışa dönüştürülmez, "Cordelia'nın, tirbuşonu geri göndermesi gerekiyordu" cümlesi, onu göndereceğini düşündüğümüz ya da umduğumuz anlamın- dadır. "Ukraynalılar açıkça iş demektir" sözü, onların azimli amaç ve niyetleri hakkındaki bir ifadedir. "Bu tablonun paha biçilemez olduğu ifade ediliyor" cümlesi, işin içyüzünü bilenlerin bir fikri olması anlamında şununla aşağı yukarı eşanlamlıdır: "Paha biçile- mez olduğu düşünülüyor." Bu, tam olarak niyetlenme anlayışını öne çıkarmaz. Fakat diğer örneklerin çoğu bunu yapar. Buna karşın, "Bu bulutlar yağmur demek" ve "Lavanta koku- lu sabun ona çok şey ifade eder" sözleri, niyetlere ya da zihinsel durumlara işaret etmez. Bulutlar, yağmuru "gösterme niyeti" taşı- maz; yalnızca onu gösterir. "Lavanta kokulu sabun"un bir zekâsı olmadığına göre, onun birine çok şey ifade ettiğini söylemek, yalnızca pek çok anlama geldiğini belirtmektir. Aynı şey, olayın ne anlama geldiğiyle ilgili olan "Bu utanç verici olayın anlamı ne?" sorusu için de geçerlidir. Buradaki bildirim, olaya karışmış kişilerin göstermeye çalıştığı değil, durumun kendi anlamlılığıdır. "Onun kızgınlığı bir şey ifade etmiyor" cümlesi, bu kızgınlığın bir anlam ve önem taşımadığını belirtir; ama söz konusu kişinin bunlarla ille de bir şey göstermeye çalışmadığı anlamına gelmez. Bu, onun niyetleriyle ilgili bir mesele değildir. Daha önce gördü- ğümüz gibi, üçüncü kategori yalnızca niyet etmeye ya da yalnızca göstermeye değil, bir şeyi göstermeye niyetlenme edimine işa- ret eder. Bu kategori, "Kadın, pire tarafından ısırılmış ihtiyar bir eşekten bahsederken ne demek istedi?" ya da "Aslında balık mı demek istedi?" gibi soruları kapsar. Belli bir anlamlandırma olan anlam ile bir şeyi göstermek is- teyen bir edim olan anlamı birbirinden ayırt etmek önemlidir. "Balık istemeye niyetlendim ama ağzımdan çıkan kelime zehir anlamına geliyordu" gibi bir ifadede her iki anlam da bulunabi- lir. "Ne demek istiyorsun?" sorusu "Ne göstermek niyetindesin?" anlamındadır. Oysaki "Bu sözcüğün anlamı ne?" sorusu o söz- cüğün belli bir dilsel sistem içerisinde taşıdığı değerin ne anlama geldiğini sorar. Bu iki farklı "anlam" anlayışı, dil öğrencileri ta- rafından bazen "edim" olarak anlam ve "yapı" olarak anlam şek- linde adlandırılır. Yapı olarak anlama göre, bir sözcüğün anlamı dilsel bir yapının işlevidir. Böylece "balık" sözcüğü anlamını bir dil sistemi içindeki yeriyle, bu sistem dahilinde diğer sözcüklerle olan ilişkileriyle vb kazanır. O halde eğer hayatın bir anlamı varsa bu tıpkı bir çeşit duyguyla bir sayfayı kara lekelerle donatmak gibi etkin şekilde bizim ona verdiğimiz bir anlam olabilir. Veya bizim etkimize karşın her koşulda zaten varolan bir anlamı olabilir ki bu da yapı veya işlev olarak anlam kavramına koşuttur. Yine de biraz zorlarsak bu iki "anlam" anlayışının o kadar da birbirinden kopuk olmadığını görürüz. Aralarındaki ilişkiyi bir tür tavuk-yumurta ilişkisi gibi düşünebilirsiniz. "Balık", suda yaşayan, pullarla kaplı bir canlı anlamına gelir; bunun sebebi bu dili konu- şan insanların, sözcüğü kullanma tarzının bu olmasıdır. Sözcük, bütün tarihsel eylem dizilerinin bir tür mahzeni ya da tortulaşması gibi düşünülebilir. Fakat diğer taraftan, suda yaşayan, pullarla kaplı yaratıkları adlandırmak için yalnızca "balık" sözcüğünü kullana- bilirim, çünkü bu sözcüğün benim dil yapım içinde belirttiği şey budur. Sözcükler yalnızca konuşmacılar aracılığıyla aşılanmış bir an- lam kazanmayı bekleyen ölü tohum kabukları değildir. İfade ede- bileceğim, söylemeye niyetlenebileceğim şey, konuştuğum dilde el altında bulduğum anlamlarla sınırlıdır. Tamamen anlamsız olan bir sözler dizisini ifade edemem, ama az sonra göreceğimiz gibi, onu bir şey belirtmek için kullanabilirim. Kendi dilimin tamamen etki alanı dışında bulunan bir şey söylemeye de niyetlenemem. Çünkü birisi evvela "beyin cerrahı" kavramını bilmiyorsa beyin cerrahı olmaya niyetlenemez. Bir sözcüğe, istediğim her anlamı yükleyemem. "Dünya Sağlık Örgütü" sözcüklerini telaffuz eder- ken tütsülenmiş bir ringa balığını gözümün önüne getirnem bile söylediğimin anlamı hâlá Dünya Sağık Örgütüdür. Anlanu eğer bir sözcüğün dilsel bir sistem içindeki işlevi olarak dajunürsek bu sistemi tam olarak öğrenmiş birinin bir sözcüğün anlamını anlayacağı söylenebilir. Eğer birisi the path to pendition Įazıp yoluļ sözünün anlamını nasıl bildiğimi sorarsa İngilizce bil- diğini söylemem yeterli olabilir. Fakat bu, ifadenin özel bir kul- lanımını anladığımı göstermez. Çünkü o, farklı koşullarda farklı şeylere atıfla kullanılabilir ve onun hangi anlamda kullanıldığını bilmek için belli bir ya da daha fazla sayıda konuşmacının özel bir bağlamda kastettiği anlamı dikkate almam gerekir. Kısacası ifadenin somut olarak nasıl uygulandığını görmem gerekir. Te- kil sözcüklerin yalnızca sözlük anlamlarını bilmek burada yeterli olmaz. Bir sözcüğün belli bir durumda neye işaret ettiğini ya da neyi ortaya çıkardığını tanımlamak her zaman kolay değıldır. "Al- kol sözcüğünün Avustralya'nın yerli dilindeki karşılıklarından burist ducking [başını suya sokup çıkarmak ya da eğıp kaldırmak) sözcuğudür. Çünkü yerli halk, bu sözcüğü evvela sömürge yö- neticilerinin kral için düzenlediği resmi kadeh kaldırma törenleri bağlamında öğrendi. Biri hakkında şunu söylemek mümkündür. "Onun ağzından çıkan sözcükleri anladım; ama bunlara bir anlam veremedim." Onun kullandığı anlamlandırmalar benim için yeterince tanıdıktı, ama onları nasıl kullandığını, yani neyden bahsettiğini, bahsettiği şeye karşı nasıl bir tavır takındığını, sözleriyle neyi anlamamı is tediğini, onu niçin anlamanı istediğini vb kavrayamadım. Tüm bunları açıklığa kavuşturmak için onun sözlerini belli bir bağla ma yerleştirmem gerekir. Veya onlan bir anlatının öğeleri olarak kavramam gerekir ki zaten bu da ayrı kapıya çıkar. Böyle bir durumda sözcüklerin sözlük anlamlarını bilmek pek işe yaranmaz. O halde burada sözünü ettiğimiz, bir edim olarak anlan, yani insanların yaptığı bir şey, toplumsal bir pratik ya da bazen beliniz ve çelişkili olan ve özel bir göstergeyi belirli bir yaşam bağlamında fiilen konuşlandıran bir yollar çeşitliliği olarak anlamdır. Öyleyse "anlam"ın bu farklı anlamları "Hayatın anlamı nedir?" sorusuna ne kadar ışık tutar? Bir kere, "Hayatın anlamı nedir" so- rusu "Festival'in anlamı nedir?" sorusundan açıkça farklıdır. İlk soru bir görüngünün anlamınını sorarken ikinci soru bir sözcüğün anlamını soruşturur. Kafa karıştırıcı bulduğumuz şey "hayat" söz- cüğü değil, söz edilenin ta kendisidir. Başka bir nokta olarak şunu ekleyebiliriz: "Hayatım anlamsız" diye hayıflanan birisinin kastet- tiği anlamsızlık, &$£%" gibi bir anlamsızlık değildir. Aksine, o daha çok şu ifadeye benzer bir şekilde anlamsızdır: "Her zaman karşınızda saygıyla eğileceğimizi içtenlikle temin ederek, sizin minnettar ve sadık hizmetkârlarınız olacağız..." Hayatı anlamsız bulan insanların yakınmalarının sebebi, vücutlarının ne çeşit bir maddeden yapıldığını söyleyememeleri ya da bir kara delikte ya da okyanusun altında olup olmadıklarını bilmemeleri değildir. Ha- yatları, sözcüğün bu manasında anlamdan yoksun olan insanlar yalnızca bunalımlı değil, aynı zamanda psikotiktir. Onların demek istediği, daha çok, hayatlarının "anlamlılıktan" yoksun olduğu- dur. Anlamlılıktan yoksunluksa hedef, öz, amaç, nitelik, değer ve doğrultudan yoksun olmak demektir. Bu insanlar hayata akıl er- diremediklerini değil, uğruna yaşayacakları hiçbir şey olmadığını söyler. Bu da varoluşlarının anlaşılmaz olmasından değil, yalnızca boş olmasından ötürüdür. Fakat onların boş olduğunu bilmek, va- sat düzeyde de olsa bir yorumu ve dolayısıyla bir anlamı gerektirir. "Hayatım anlamsız" ifadesi mantıksal değil, varoluşsal bir ifadedir. *Hayatının anlamsız olduğunu hisseden bir kişinin, sözlükten ziya- de intihar haplarına yönelmesi kuvvetle muhtemeldir. Shakespeare'in Macbeth'i intihar etmek zorunda kalmaz; çün- kü düşmanı Macduff onu bir kılıç hamlesiyle sonsuzluğa gönderir. Fakat İskoçyalı gaspçı, ümitsiz bir ruh halinde düşer: ...) Sön, kısa mum, sön! Hayat, yürüyen bir gölgedir ancak, zavallı bir oyuncu ki sahnede Çalımla dolaşarak saatini dolduruyor Ve sonra duyulmuyor bir daha Bir aptalın anlattığı masal ki Sırf kuru gürültü ve şamata Hiçbir anlamı da yok. 5. perde, 5. sahne Bu pasaj, göründüğünden çok daha muammalıdır. Aslında Macbeth hayatın iki suretinden, onun geçici ve beyhude olmasın- dan yakınıyor ve ikisi arasındaki bağlantı fark edilebilir. Başarılar, çabucak unutulup gitmeleri gerçeği tarafından oyulur. Fakat şey- lerin gelip geçiciliği trajik olmak zorunda değildir. Bu, kaçınılmaz surette hüzünlü anıştırmalar olmaksızın, onların oldukları biçimin bir parçası gibi görülebilir. Eğer güzel akşam yemekleri unutu- lup gidiyorsa zalim hükümdarlar ve diş ağrıları da unutulup gider. Hiçbir sınırı olmayan ve sonsuzluğa uzanan bir insan hayatının anlamlı bir şekli olabilir miydi? Bu manada ölüm, hayatın herhan- gi bir anlamı olması için gerekli önkoşullardan birisi değil midir? Veya böylesi bir hayat "anlamlı bir şeklinin olması" ifadesinde- kinden farklı bir şarta göre yine de anlamlı olabilir miydi? Her halükârda, eğer hayat gerçekten böyle geçiciyse bu mutlak görüş sizi niçin onu gerçekleştirmeye daha fazla sevketmelidir ki? ("Sön kısa mum, sön!") Bu dizeler, insan hayatının tıpkı bir tiyatro oyunu gibi pek uzun sürmediğini ima eder. Fakat imge, ardındaki fikrin altını oyma tehlikesi yaratır. Çünkü çok uzun sürmemek oyunun doğa- sının bir gereğidir. Sonsuza kadar tiyatroda oturmayı istemeyiz. O halde niçin hayatın kısalığı da eşit ölçüde benimsenmesin? Hatta daha da fazla benimsenebilir. Çünkü ne de olsa hayatın kısalığı do- ğal olmasına rağmen bir tiyatro oyunununki öyle değildir. Ayrıca, bir aktörün sahneden çıkış yapması sahnede yaptığı ve söylediği her şeyi geçersiz kılmaz. Tam aksine, sahneden çıkışı o anlamın bir parçasıdır. Aktör sahneden rastgele çekip gitmez. Bu manada da tiyatro imgesi, ölümün hem başarılarımızın altını oyduğu hem de onları sekteye uğrattığı görüşüne karşı işler. →Shakespeare'in, olumsuz bir görüntü hatırlatmak zorunda kal- dığında bize rolünü abartılı oynayan bir aktör sureti sunması te- sadüf değildir. Bu suretlerin, onun şöhretini ve banka hesaplarını batıran erkekler olması kuvvetle muhtemeldi. Hem yetersiz hem de acınası olması itibariyle zavallı bir oyuncuya benzeyen hayat, dramatik, gerçekdışı ve yalnızca palavradan ibaret olağanüstü bir söylemle doldurulmuş olduğu için anlamsızdır. Aslında bir aktör, söylediği şeye niyetlenmez. Hayat da öyledir. Fakat bu, yanıltıcı bir kıyaslama değil midir? Daha önce gördüğümüz gibi bu, hayata yalnızca şüpheli bir şekilde uygulanabilir olan, anlamın "söyleme- ye niyetlenme" kavramı değil midir? İnsan varoluşu boş ya da manasız bir maskaralıktır. Bir yığın anlam vardır ama bunlar aldatıcıdır. Diğer kavramınsa anlambilimsel olduğunu söyleyebiliriz çünkü hayatın abuk sabuk bir söz parçası gibi anlamsız olduğunu ima eder. Bir aptalın anlattığı ve hiçbir anlama gelmeyen masal budur. Hayat, beyhude olduğu kadar anlaşılmazdır da. Yine de her iki anlam birlikte yol alamaz. Çünkü varoluş gerçekten de anlaşılmaz bir şey olsaydı, onun anlamdan yoksun olduğuna ilişkin ahlaki yargılar tayin etmek imkânsız olurdu. İnsanın aklına Amerikalı şair Gertrude Stein ge- liyor. Onun hakkında, ölüm döşeğindeyken sürekli olarak "Yanıt ne?" sorusunu sorduğu ve en sonunda "Peki ama soru ne?" diye mırıldandığı söylentisi çıkmıştı. Veya hayatın sanki bu hazır yanıtı üretecek bir çapraz bulmaca anahtarı gibi çözülebilecek şifreli bir yazı, bilmece ya da muamma olduğunu. Peki ama birisi ya bu yüce kişiliklerin hiçbirine inanmı- yorsa? Bu, hayatın anlamsız olması gerektiği anlamına mı gelir? 64; Filozof Immanuel Kant, Kritik der Urteilskraft adlı yapıtında, hem doğal organizmalardan hem de sanat yapıtlarından "amaç Sız bir amaçlılığın" gösterimi olarak bahsetmişti. İnsan vücudunun bir amacı yoktur ama yine de onun çeşitli uzuvlarının, bütünün jgerisindeki yerleri açısından bir anlam taşıdığını söyleyebiliriz. Ve bunlar bizim karar verdiğimiz anlamlılıklar değildir. İnsan ayağım kimse tasarımlanış değildir ve onun "amaç"ını, "tekme atmamı- za, yürümemize ve koşmamıza yardımcı olmak" şeklinde tanım- lamak, elbette dilin kötüye kullanımı olurdu. Fakat ayağın, vücut organizmasının bütünlüğü dahilinde bir işlevi vardır ve bu nedenle insan anatomisi konusunda bilgisiz birinin onun anlamlılığı hak- kında soru sorması anlaşılırdır. Nasıl ki "anlam" diyerek kastet- tiğimiz şeylerden biri, herhangi bir sözcüğün bir sistem içindeki işleviyse, ayağın da bir bütün olan bedenin dahilinde anlamlı oldu- ğunu mütevazı bir dil zorlamasıyla söyleyebiliriz. O yalnızca, ba- cağınızın sonundaki gelişigüzel bir kanatçık ya da mafsal değildir. Başka bir örneği ele alalım: Ağaçların arasında ansızın korkunç biçimde esmeye başlayan rüzgârı duyduğunuzda "Bu gürültünün anlamı ne?" diye sormanız garip kaçmayacaktır. Rüzgâr elbette bir şey anlatmaya çalışmıyordur ama onun sesi yine de bir şey "gösterir". Yaşadığımız süreç bize oldukça anlamsız görünebilir ama Hegel'e göre, deyiş yerindeyse, Zeitgeist geçmişe ve yaratmış olduğu şeye hayranlık duyan bir bakış fırlattığında o, dünya tarihinin bütünlü ğü içinde kusursuz bir anlam kazanır. Hegel'in gözünde, tarihin kör geçitleri ve yanlışları bile sonuçta bu görkemli tasarıma kat- kıda bulunur. Bunun karşıtı bir görüşse eski bir şakada saklıdır. "Hayatım büyüleyici karakterlerle dolu ama onlarla bir türlü başa çıkamıyorum." O, bir andan diğerine anlamlı gibi görünür ama ortaya anlamlı bir bütünlük çıkmaz. Bir Shakespeare oyununda bulunan anlamların karmaşık ağın- dan bahsediyoruz ama sözcükleri kâğıda dökerken tüm bu anlam- ların hep Shakespeare'in kafasında bulunduğunu varsaymıyoruz. Böyle bir müsrif imgesel üretkenliğin şairi, ona ait anlamların tüm yan anlamlarını nasıl zihninde tutabilirdi ki? "Yapıtın olası bir anlamı budur" demek, bazen "Yapıt, makul biçimde bu şekilde yorumlanabilir" demektir. Yazarın gerçekte "aklından geçenler" kendisi için bile tamamen erişim sınırları dışında kalabilir. Birçok yazar, yapıtında ortaya koymayı amaçlamadığı anlam modellerini sergileme deneyimden geçti. Peki ya tanımı gereği önceden dü- şünülüp tasarlanmamış bilinçdışı anlamlar? Wittgenstein şöyle de- mişti: "Gerçekte kalemimle daha iyi düşünüyorum, çünki kle de elimle yazdıklarım hakkında hiçbir şey bilmiyor". İstenç, saf anlamda kendi kendini belirleme yeteneğinde ol duğundan, Her Şeye Kadir Olan'ın kötü niyetli bir karikatürü gibi, amacını tümüyle kendi içinde taşır. Bu ise bizi ve yaratılışın geri kalanını esrarengiz amaçları doğrultusunda kullandığı anla- mina gelir. Hayatlarımızın bir değeri ve amacı olduğunu düşünebiliriz; ama hakikat şudur ki yalnızca İstenç'in kendini yeniden ürettiği kör ve sonuçsuz sürecin zavallı araçlarıyızdır. Fakat bunu gerçekleştirmek amacıyla İstenç, hayatlarımızın anlamlı olduğunu sanmamız için bizi kandırmalıdır ve bunu da bilinç diye bilinen, kendimize ait değer ve amaçlar taşıdığımız yanılsamasına izin ve- ren şekilsiz bir kendini aldatma mekanizması geliştirerek yapar Kendi arzularının aslında bizim arzularımız olduğuna inandırarak bizi dolandırır. Bu anlamda Schopenhauer'a göre, tüm bilinç as- lında yanlış bilinçtir. Bir zamanlar dendiği gibi dil nasıl ki fikirleri- mizi başkalarından saklayabilmemiz için varsa bilinç de hayatımı- zın bütün beyhudeliğini bizden gizlemek üzere vardır. Aksi halde, insanlık tarihi diye bilinen şu katliam ve akamet panaromasıyla karşılaşarak kendimizi kesinlikle yok ederdik. Fakat intihar bile İstenç'in kurnaz bir zaferini simgeler; çünkü onun ölümsüzlüğü tam tersine ve dramatik bir biçimde insan kuklalarının ölümlülüğüyle tanıtlanır. O halde Schopenhauer yanlış bilincin, aklın apaçıklığıyla gi- derilecek bir pus olmak şöyle dursun, insan varoluşuyla mutlak surette bütünleşik olduğunu düşünen bir düşünürler kuşağına ait- tir. İlk yazılarında Schopenhauer'dan etkilenen Nietzsche de bu düşünürlerden biriydi. Gerçek çirkindir" diye yazmıştı The Will to Power'da ve "Gerçek yüzünden mahvolmayalım diye sanatımız var"" demişti. Sigmund Freud, karamsar hemşerisinin derinleme- sine şekillendirdiği bir başka örnektir. Schopenhauer'un İstenc dediğini Freud "arzu" olarak yeniden vaftiz eder. Freud'a göre fantezi, yanlış anlama ve gerçeği bastırma rastlantısal değil, benli- ğin kurucu öğeleridir. Bu kayıtsızlık olmaksızın yapamazdık. Peki ya hayatın bir anlamı varsa ama onu bilmemek bizim için daha uy- gunsa? Hayatın anlamını bulmayı, gerçekleştirmeye değer bir şey gibi düşünmeye eğilimliyiz, ama ya bu bir hataysa? Veya gerçek, bizi taşlaştıran bir ucubeden başka bir şey değilse? Nude Yeritos/ Sonuçta, bir insanın hayatın anlamını niye bilmek "istemesi" gerektiği sorusunu daima sorabiliriz. İnsanlar hayatın anlamını bil- menin daha iyi bir hayat sürmelerine yardımcı olacağından emin midir? Ne de olsa insanlar, bu sırra ermeden de mükemmel biçim- de hayatlarını sürdürdü. Veya belki, öteden beri bunu bilmeksizin hayatın sırrına vakıftılar. Belki de hayatın anlamı nefes alıp vermek kadar basit ve farkında olmaksızın şu an yapmakta olduğum bir şeydir. Peki ya saklı olması bir yana, gözümüzün önünde olduğu için anlaşılmazsa? Hayatın anlamı belki peşine düşülen bir amaç ya da dibi taranan bir gerçeklik yığını değil, yaşamak ediminin ta kendisinde ya da belli bir yaşam tarzında dile gelen bir şeydir. So- nuçta bir anlatının anlamı, onun yalnızca sonu ya da gayesi değil. anlatının kendi sürecidir. →Wittgenstein, sorunu ortaya iyi koyar: "Eğer birisi hayat so- rununu çözdüğünü düşünür ve şimdi her şeyin gayet kolay ol- duğunu söyleyerek kendini iyi hissedecek olursa, bu çözüm'ün keşfedilmemiş olduğu bir dönem olduğunu anımsayarak yanılmış olduğunu fark edebilir. Çünkü bu keşif olmadan da aynı şekilde yaşamanın mümkün olması gerekirdi. Dolayısıyla şimdi keşfedilen çözüm, şeylerin zamanki haliyle rastlantısal olarak ilişki içeri- sinde görünür." Wittgenstein'ın bu düşüncesinin gerisinde saklı olan görüş, eğer hayatın anlamı diye bir şey varsa onun ne bir giz ne de bir "çözüm" olduğudur. Bu fikirleri daha sonra gözden ge- çireceğiz. Bu arada bir kez daha sorabiliriz: Hayatın anlamı, ya ne pahasına olursa olsun keşfetmememiz gereken bir şeyse? . Belki de insanlık salt hakikat yüzünden, onun amansız, göz kamaştırıcı parlaklığı altında solarak yok olup gidecekti. Belki de düşler ve mitler, giderilmesi gereken hatalar değil, gelişme- mize imkân tanıyan üretken yanılsamalardır. Yirminci yüzyıl Marksist kuramcısı Louis Althusser'in yapıtı- na kadar bu düşünce tarzı, ideolojinin yanlış bilinçliliğine şiddetli karşıtlığıyla Marksizme bile sızmıştı. Peki ya her şeye rağmen ide- oloji insanlık için hayati bir gereklilikse? Ve otonom davranabi- len siyasal özneler olduğumuza kendimizi inandırmak için ona ihtiyaç duyuyorsak? Marksist teori bireyin önemli bir birlik ya da otonomi hatta gerçeklik kertesine erişmediğinin farkında olabilir. Oysaki bireyler, etkin bir şekilde davranmak için bunları taşıdı- ğına güvenmek zorundadır. Althusser'e göre sosyalist ideolojinin görevi, bu yanılsamadan kurtulmayı sağlamaktı. Freud'a göreyse neredeyse aynısı, aslında bilinçdışının yalnızca bir yan ürünü olan ve kendisini dünyanın merkezine koyacak kadar organize bir gö- rüntüde olan ego için geçerlidir. Ego, kendini tutarlı, bağımsız bir varlık gibi düşünür ve psikanaliz bunun bir yanılsama olduğunu anlar. Bu yine de onsuz etkin olamayacağımız yararlı bir yanılsa- madır. Bu durumda hayatın anlamından bahsetmek bir yana, hayat ile anlam arasında bir tercih yapma durumuyla karşı karşıya ka- labiliriz gibi görünüyor. Peki ya gerçeklik, insan varlığının bir yıkımıysa ne olacak? O, erken dönem Nietzsche'nin üzerin- de düşündüğü gibi yok edici, Dionysos tarzı bir kuvvet ya da Schopenhauer'un hüzünlü tefekkürlerinde olduğu gibi açgözlü bir İstenç ya da Freud'un düşündüğü gibi acımasızca parçalayıp yutan kişilikdışı bir arzuysa? Psikanalist, düşünür Jacques Lacan'a göre, insan-özne yay anlam ya da "edimdir ama ikisini birlikte yapamaz. Bir kez dile ve böylelikle insanlığımıza, yani "öznenin gerçekliği" denen alana girdik mi onun varoluşu, tikel anlamların sonsuz bir zinciri içinde bölünür. Yalnızca-varoluşun yitimi pa hasına anlama ulaşırız. Bu düşünce tarzı İngilizce yazına büyük çapta ilk kez, Nietzs che ve Schopenhauer'un etkisini hissetmiş olan romancı Joseph Conradla birlikte girdi. Gerçek bir felsefi septik olan Conrad, kavram, değer ve ideallerimizin dalgalar kadar anlamsız oland dünyada hiçbir temelinin olmadığına inanıyordu. Öyle olsa bile, onlar sımsıkı temellenmiş gibi davranmamızı gerektiren kaçınıl maz ahlaki ve politik nedenler vardır. Eğer bu şekilde davran- mazsak toplumsal anarşi, doğacak nahoş bir sonuç olabilir. Hatta inancımızın, onun kendi katışıksız gerçeği kadar önemli olmadığı şeklinde bir anlayış da vardır. Biçimciliğin bu tarzı, varoluşçuluğu açığa vurur; çünkü varoluşçulukta önerilen şey, sahici varoluşun anahtarı olan taahhütlerimizin gerçek içeriğinden ziyade bağlı olma olgusudur. Oyun yazarı Arthur Miller'ın ana karakterleri bu durumu en iyi şekilde anlatır. Death of a Salesman'deki Willy Loman ya da A View from the Bridge'teki" Eddie Carbone gibi karakterler, kendi kimliklerinin ve çevrelerindeki, nesnel açıdan sahte olan dünyanın bir versiyonuna bağlanmışlardır. Mesela Willy'ye göre hayatta de- ğerli olan, toplumsal açıdan saygın ve ekonomik olarak başarılı biti olmaktır. Kendine körleşmiş bu insan tasvirlerinde önemli olan, aynen İbsen'in trajik karakterlerindeki gibi, bu yükümlülüğü ku- şanmalarındaki keskinliktir. Bu, onları deliliğe ve ölüme de götürse kendilerine dair buruk imgeler doğrultusunda gerçeği erteleyen ve sonu içine alan kahramanca bir kararlılıktır. İnançla yaşamak in- san hayatını anlamla donatmaktır. Bu tabloda hayatın anlamı, onun gerçek içeriğiyle değil, onu yaşadığınız biçimle ilgili bir sorundur. Schopenhauer'a göre şu apaçıktır ki hayatın yaşamaya değer olduğunu yalnızca bir aptal hayal edebilir. Onun deyişiyle, insan dediğimiz varlığın en uygun simgesi kürek pençeli köstebektir.: Muazzam küreksi pençeleriyle toprağı bir gayret kazmak, közebeğ tüm hayatının işidir. Sonsuz gece onu çepeçevre kuşatır (...) Eğlenceden yoksun, sıkıntıyla dolu bu hayat seyriyle ne mi elde eder? Yalnızca za melankolik seyrin yeni bir bireyde sürmesini ve yeniden başlamasını sağ layan beslenme ve üreme..."5 Bütün insanlık projesi, uzun süre önce askıya alınmış olması gereken berbat bir yanlışlıktır. Yalnızca, tarih mezarlığıyla karşı- laşmış ve kendini aptalca aldatmakta olan birisi başka türlü düşüne- bilir. İnsanlık anlatısı, yalnızca İstenç'in rezil kurnazlığı tarafindan dolandırılanların dünyaya gelmiş olmayı değerli addedebildiği, dinmek bilmeyen bir sefalet anlatısı olarak süregelmektedir. →Schopenhauer'a göre, her biri kendi yüksek değerinden emin, çabucak hayal kırıklığına uğrayacak olmalarına rağmen ahlaki anlamda yüksek bir amacı kovalayan bu kendini beğenmiş yara- tıklar ırkında, gülünç bir şey vardır. Bu anlamsız kuru gürültüye ve şamataya uygun hiçbir görkemli amaç yok; yalnızca "bir anlık doyum, isteklerin koşullandırdığı geçici arzu, uzun süreli ve yo- ğun acı, biteviye mücadele, bellum omnium, her şeyin hem ava hem de av olması, baskı, istek, ihtiyaç ve kaygı, acıyla inleme.... Bu, sonsuza ya da dünya sonlanıncaya kadar sürüp gider". Scho- penhauer şöyle der: "Bütün bu trajik komedinin niye var oldu- ğu konusunda kimsenin en küçük bir fikri bile yok. Zira onun izleyicisi yok ve aktörler az ve sırf olumsuz bir beğeniyle sürekli olarak kaygı ve sıkıntı çekiyor."" Dünya yalnızca anlamsız bir ih- tiras, grotesk biçimde kötü bir drama, uçsuz bucaksız bir pazar ya da içinde yaşam türlerinin nefes almak uğruna birbirlerini ezmeye çalıştıkları Darwin tarzı bir amfitiyatrodur. Kuşkusuz ki başkalarının dostluğu hep vardır, ama Schopen- hauer'a göre bizi bu dostluğu aramaya sürükleyen şey büsbütün sıkıntıdır. İstenç'e kalırsa insan ile ahtapot arasında önemli bir fark yoktur; her ikisi de benzer şekilde onun boş ve duygusuz dinami- ğinin birer varoluş aracıdır. İnsanın özünde, içsel varlığının temeli olan bir güç -İstenç- harekete geçer; ama bu, dalgaları harekete geçiren güç gibi adsız ve acımasız bir güçtür. Öznellik, en azından kendimizin olarak görebileceğimiz şeydir. Sürekli olarak canavar- larla doluymuşçasına anlamsızlığın dingin ağırlığını içimize taşırız. Ve bu, İstenç'in içimizde bireyselliğimizin tam merkezini oluş- turan eylemidir. Her şey şehvetle doludur: İnsan yalnızca anne ve babasındaki çiftleşme güdüsünün vücut bulmasıdır ve bu kısır arzulamanın tamamı ihtiyaca dayalıdır. Schopenhauer'un deyi- şiyle, "Her isteme ihtiyaçtan, yoksunluktan ve dolayısıyla acıdan kaynaklanır". Arzu sonsuz, tatminse nadir ve düzensizdir/Benlik tahammül ettiği sürece, arzu diye bildiğimiz onulmaz hastalığın bir sonu yoktur. Yalnızca estetik tefekkürün diğerkamlığı bir tür Budist vazgeçiş eşliğinde bizi, isteme astigmatizminden arındıra- rak dünyanın ne olduğunu görmemize izin verir.
·
408 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.