Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Karanlığın içinde yürürsen, karanlık da senin içinde yürür. Ertesi sabah. Erken uyandığı için suçluyordu kendini. Yarım kalan güzel bir rüya ya da kaygılarından sıyrılacağı bir vakti tüketmemişti çünkü. Yastığı başına hırsla bastırıyor, azimle kapatıyordu gözlerini. Çünkü yabancısıydı şehrin, caddelerin, ayaküstü sohbetlerin. Bankamatik kuyrukları yabancıydı ona, trafik ışıkları ve ev hüviyetinde betondan zindanlar da. Uyanmak istemiyordu; belki güzel bir düş çalardı kapısını. Belki de yaklaşırdı nihayetine, kim bilir! Hem de duyardı, pencereden içeri dolan yaşam uğultularını; mutlu çocuk kahkahaları ve kuş cıvıltıları... Kalktı yatağından ve bir sigara yaktı sonra, damağında külün tadı. Havadaysa ağır bir kimya, belli ki katran gibi katı buhranı, duvarlara sirayet ediyordu. Fakat önemi ne, diyordu kendi kendine. Her gün yeni baştan başlayan bu çilenin sebebi ne, diyordu. Duvarların bir dili olsaydı mesela, biraz da samimiyeti, anlatırlar mıydı, söylerler miydi en içten sözlerle. Önemi ne, diyordu, bilemiyordu. Önemi ne; her gün yeniden başlayan hayatın sebebi ne, diyordu. Gözleri bazen kapalı ve bazen de açık; ne fark eder, diyordu. Karanlık ile aydınlık arasındaki farkın önemi ne? Nihayet açtı pencereyi ardına kadar, hava kapalı ve fakat önceki günlere nispeten sıcak bir gündü. İstanbul, beyaz gelinliğinden soyunuyordu. Damla damla tükenen karlar, süzülürken oluklardan, nazenin kimseler de süzülüyordu buruk şarkılardan. Fırıncılar ekmek yapar, şairlerse kavgasını. Bir elinde yarım ekmek, diğerindeyse şiir kitabı. Sonra iki biber, biraz zeytin, biraz da peynir. Karnını doyurduktan sonra bir fincan da kahve doldurdu kendine. Dünyanın En Güzel Arabistanı’ndan mısralar okuyordu. Önceki geceden kalma beyabanı hatırlıyordu. Derken cezbeden kokusunu hissedince hafızasında burnunun, kahve ruhun sükûtudur, dedi kendi kendine. Derdi bazen, methiyeler düzerdi kahveye. Birkaç mısra mırıldandı sonra, sanki kurşundu bazısı. Fransızca aslından çevirdiği kitapların telif hakları ile geçimini sağlıyordu. Okumayı ve yazmayı seven bir kimse için daha iyi bir meslek düşünemiyordu. Fakat nedense, uzun süredir yayınevinden yeni bir dosya gelmiyordu. Açıkçası şikâyetçi olduğu söylenemez; zira yeterince parası vardı. Hem böylelikle, Râzabad’a Yolculuk kitabı üzerinde daha fazla çalışma imkânı bulabiliyordu. Elinde fincanı, çalışma odasına geçecek ve yarım bıraktığı Pehlevîce üzerindeki çalışmalarına devam edecekti. Birkaç yudum aldı sıcak kahvesinden ve methiyeler düzdü yine içinden. Bazen sadece kahve içmek için karnını doyurduğunu düşünüyordu. Bir fincan kahve, bir nebze sessizlik ve bir ukde de müzik; bin yıllık saltanattır, diyordu. Nihayet çalışma odasına ulaştığında, her şey bıraktığı gibi; masa üzeri kitap istifi, üç duvara örülü kitaplar yine yerli yerinde ve bir de küçük pencere. Kuruldu koltuğuna sonra, notlar almaya başladı Râzabad’a Yolculuk’tan.
·
203 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.