Gönderi

376 syf.
·
Not rated
·
Read in 4 days
Ruhum Olmazsa Neye Dönüşürüm?
Her insanın yaşamı içinde kazandığı deneyimlerden kurduğu nesnel veya öznel gerçeklikleri bulunur ve temellerini bu gerçekliklere dayandırarak ömrünü sürdürür. Yazarların dünyası, bu belirtilen bakış açısına göre pek bir farklılık barındırmaz. Yazında bu iki oluşumu yaratma ya da olduğu haliyle açıklamakta sorumluluk sahibidirler. Üslup denilen mantık da tam anlamıyla burada doğar. Mizahını, hicvini, fabl ya da şiirselliğini eserinde konuşturur. Aşamaları itibarıyla önce hayatta ne kazandığına bakar yazar. Bu kazandığına çeşitli anlamlar yükler. Deneyimlerine paralel içerikler düşünür, kurgular en sonundaysa karşımıza koyarak der ki: Size sahip olduğum gerçeklikten bir roman yarattım. Okuyup okumamaktan siz mesulsünüz. Jack London akla geldiğinde, çoğu yazar gibi siyasetten felsefeye dinden iktisata kadar hemen hemen her konuda kendine has bir gerçeklikle halkın karşısına çıkmıştır. Sosyalizm dendiğinde modern anlamda ilk akla gelenlerden biri odur. Gemicilik serüvenlerini, kurtların ve köpeklerin dünyasını, boksun tahribatlı yanlarını göstermede kendi algısını oluşturmuştur. Onu okuduktan sonra, iki iskemle çekip sevdiğiniz biriyle karşılıklı denizi izlerken burnunuza gelen denizin kokusu yabancı gelmez artık. Bu kokuda yatan bir huzur, bu huzurun altında ona kavuşmak için verilen mücadeleler vardır. Zannımca onu bu kadar değerli kılan şey, dinledikçe insanı kahredecek nitelikte yaşamlara sahip insanların hayata tutunma biçimlerini, kenarda köşede saklı kalmış duygularına kadar görmesi ve okuyucularına sunmaktan sakınmamasıdır. Sakınmak diyorum çünkü pek çoğumuz için gerçekliğimizi insanlarla paylaşmanın tedirgin edici tarafları bulunur. Yüksek sesle söylendiğinde insanı çıplak hissettiren bir sırrın kulaktan kulağa yayıldığını; yargılamaktan keyif alan meraklı gözlerin üzerinize kilitlendiğinde insanı savunmasız bırakıp olduğu yere çivilediğini düşününce, insan bunu akla hayale getirmekten bile son derece utanç duyar. Konusu ne olursa olsun açık ve doğallıktan yana bir tutum içinde konuşma becerisi, hele de bunu yazıya dökme hali düşünülünce, yaralanmış, ayağa kalkarken yeni yaralara gebe kalmış, halkını kırıp geçme pahasına iyileşme derdine düşen bir sistemin içinde oldukça mühimdir. Deniz Kurdu, tüm bu ifade edilenlerin çizgisinde hızlı ve sürekli akışta bırakan bir yolculuk oldu benim için. Hayat tecrübesi bakımından henüz hiçbir zorluğa tanık olmayan Van Weyden'ın bindiği geminin batmasıyla başlar hikâye. Bu gemi yalnızca batmakla kalmaz, batarken Weyden'ın bedenine art arda vuran sert dalgalarla birlikte, hayatta kalmak için çırpınırken yiyeceği ilk tokatın sebebi de olur. Okuyucuya daha en başından bir mücadeleyi resmedeceğinin garantisini bu yolla verir London. Henüz her şeyin başındayken onu ölüm gibi hakiki bir mücadeleye sokar ki, kurtarılıp hayatında bundan daha çetin meseleler olduğunu düşündüğü anlarda, dalgaların gücü bir hatırlatıcı olabilsin. Kötülüğü, çirkinliği, zulmü tatmayan onun gibi biri için hayat, kafasının içinde kurduklarından çok daha korkutucu planlar yapmıştır Weyden'a. Elbette Weyden'ın birtakım aracılar olmadan bunları öğrenmesi mümkün değildir. Karşısına tam bu bilinmezlik içinde ortaya çıkan, ona ölümün farklı bir halini düşündürten insan çıkar: Wolf Larsen. Uyandığı gün nerede ne zamandır bulunduğunu idrak edemez halde, kurtarıldığı geminin içinde yatmaya bir süre daha devam eder. Bilinci yavaş yavaş yerine gelirken hatrında yalnızca gırtlağına dolan tuzlu su ve kimden çıktığı belirsiz bir otoriterliğin sesi canlanır. Bir an önce karaya çıkmanın yolunu düşünürken karşısında güçlü kuvvetli, sarsılmaya meyilsiz omuzlar; herhangi bir fikre kapıldığında bunda son derece titiz bir kararlılık gösterecek bakışlar görür. Wolf Larsen'e dair ilk izlenimleri budur ancak o an bu fikirler yalnız fikir olarak kalır Weyden için. Asıl oyun eyleme geçildiğinde başlayacaktır ki kısa süre sonra oyunun fitilini çekecek bir çalışan boşluğu ortaya çıkar. Weyden için vermesi gereken hayati iki kararı da önüne çıkarır: Ölmek ya da geminin bir parçası olarak yaşamak. Bu ikisi karşısında kaderi çoktan çizilmiştir ve onu yaşanmadan bilinemez olan yolculuğuna çağırmaktadır. Kendimize şunu sorduğumuzda Weyden'ın gittiği yolu cevap vermeden bulmuş oluruz: Yaşama tüm güzellikleriyle bağlı olan biri için ölmek, ne kadar olağan bir seçenektir? Weyden'ın hassas ruhunu sarsan, karadan bağımsız bir dünyada ayakları üstündeyken midesini bulandıran ilk duygu aşağılanma olur. Tüm çalışanlarla birlikte dikkatini asıl çeken kaptanın sarf ettiği çirkince sözler, ilk şaşkınlığı ve alacağı derslerin de ilki olur. Weyden yalnızca alaya değil, insanların kurmaktan kaçındığı iletişimsizliğe de hayret eder çünkü onun geldiği dünya bu tür davranışların hüküm sürdüğü bir yer olmaktan çok ötedir. Aşağıda belirtilen alıntıda olduğu gibi, o kötücül eylemleri aklından başka bir yerde deneyimlememiştir: "Aslında, ben yaşamı yalnızca entelektüel aşamalarıyla tanımıştım. Gaddarlık görmüştüm, ama aklın gaddarlığıydı bunlar." London metaforik olmanın dışında ilk toplum eleştirisiyle beşinci bölümde bizi karşılar. Kaptan Larsen, Weyden gibi tiplerin zavallı bir yiyici konumundayken üretmeye yanaşmayan, hazır bulduğu ile yetinen bir yaşam içinde debelenip durmasından dem vurur. Bunun yalnızca bireysel bir davranış biçimi olmadığını aynı zamanda yaşadıkları toplumun da bu şekilde rollere büründüğünü belirterek bundan tiksindiğini açıkça belirtir. Zayıfın güçlü karşısındaki tutumunu; avcının avı karşısındaki iştahlı bakışlarını görür gibi oluruz anlattıklarında. Bu aynı zamanda fikirlerin ilk çatıştığı bölümdür ve anlatılmak istenen ne eksik ne de son bırakılacaktır. Bir yandan Weyden gemide geçirdiği vakti değerlendirerek içindeki insanları tanımaya çalışır. Bu bize tipik Jack London'ı anımsatır çünkü yazarın gençlik yıllarından itibaren çalıştığı farklı işlerde, çalışma arkadaşlarını çok iyi bir tanıma sürecinden geçtiğini, kimi romanlarında bu insanlardan bahsettiğini açıkça biliyoruz. Weyden, süreç içinde sevdiği kadar kendisinden hoşlanmayan insanları da görür ki bununla beraber içinde kaynayan birtakım duyguların da yüzeye çıkmaya başladığını fark eder. Birine karşı nefret duymanın, ona zarar verebilmenin kendisinde uyandıracağı zevki ve heyecanı düşünerek bundan korku duymaya başlar. Kişiliğinin sarsılmaz yönlerinden arındığını, kabuğundan yavaşça çatlayıp çıkacağını kabullenmeyen bir yanı hâlâ içinde yaşar ve o bu duyguların henüz çok başında yer alır. Bu anlar Weyden'ın durumunda olanlar için tam bir ikili çatışma örneği taşır. Weyden için, hiç şüphesiz, asıl bilinmezlik Wolf Larsen'den başkası değildir. Konuşmaları boyunca edindiği fikirler sonucunda görür ki aslında Wolf Larsen'e göre, doğru ile yanlışın bir önemi yoktur. Yalnızca güçlü ile zayıf insan vardır ve kimin kimi mağlup edeceği gayet açıktır. Ahlaki eylemlerden haz almak son derece anlamsız, alanlar içinse yaşamın bir anlamı yoktur. Başkalarının değil kendi çıkarlarını gözeterek ilerlemek doğru olan ve iki tarafın da bu çıkarlar doğrultusunda birbirini yiyip bitirdiğini belirtirsek içlerinden birinin diğerini yutmaya çalışması olağandır çünkü içlerinde yatan kalıtımsal güç budur. Kaptanın saf ve sebepsiz gibi görülen zulmünün altında yatan aslında yüzyıllık yalnızlığıdır. Çocukluğundan itibaren yoksul ve bilgiden, öğrenmeden yoksun bir aileyle yaşayışı bu yalnızlığının temeli olmuştur ve bununla savaşı, gemi hayatına atılması ile katlanarak artmıştır. Etrafına korku salan gözlerinin gördüğü şey, yetiştiği ortamdan aldıklarıdır. Hayatı algılama biçimi de böyle şekillenir; onu ciddiye aldığında acı çekmeye başlar oysa hayat bunu yapmamasını öğütler çünkü acı her biçimde kaçınılmaz olandır. Yaşam gerekli fırsatı ona sunduğunda, önemli yerlere geleceğinden emin şekilde hayal kurmaya başlar, çocukça bir hevesle ilerisine merak duyar fakat tam tersini gördüğünde bu inancı da hevesiyle birlikte son bulur. Kâle almadığında değerli olursun hayatın gözünde ve o bunu hırsının parlayıp sönmesiyle, alın terinin kuruyup etini yakmasıyla öğrenmiş olur. Kendi deyimiyle Wolf Larsen hasta, çok hasta bir adamdır. Bu kısa ama etkileyici tanı, Yeraltından Notlar'ın ustası Dostoyevski'yi akıllara getirir. Gereğinden fazla düşünmenin hastalıktan farksız olduğunu bilen Rus yazarımızın bu görüşü, Wolf Larsen'ın hayatından paralellik taşır. O hem çok düşünür hem de bundan müthiş bir azap duyar. Sonuç olarak ona acımayan hayatın barındırdıklarına Larsen de acıma gereği duymaz. Ne aldıysa karşılığını verir. Weyden hem bu fikirlerin hem de ona yaşatılanların üzerine durdukça zamanla olduğu insandan çok daha farklı bir kişiliğe dönüştüğünü de keşfeder; artık yaşamak için savaşmak zorundadır. Karşısında ezici bir güç gördüğü an 'bıçağını kınından çıkarıp bilemekten' çekinmeyecek bir duruma gelir. Öğrenir ki içinde bulunduğu doğanın şartları, ancak bu şartları yerine getirenleri hayatta bırakacak bir düzende kurulmuş; yani güçlü, yeri geldiğinde zayıfın gözünü korkuyla boyayabilmelidir. Yakıcı ve yapıcı olmak üzere sürekli bir ikililik içinde seçeneklerle karşılaşan karakterimiz, artık sağduyu hakkında eskisi gibi düşünmeyecektir. Fakat Weyden her şeye rağmen kaybetmemeye azimle direteceği bir şeye daha sahiptir; ruhuna. Weyden'ın sahip olduğu ruhu, belki de kendisini üstinsan konumunda gören kaptandan onu ayıran temel özelliğidir. Kaptan için bir insana zulmetmek sadece hayatın öğrettiği bir kazanım değil aynı zamanda üstünlük kompleksinin doğurduğu bir zevk alma biçimidir fakat bunu her zayıf üzerinde kullanmayı gerekli görmez. Kendisine beddualar savuran kamarotu bir köşede durup dakikalarca izleyerek müdahele etmemesi, bu zevkin çeşitliliğine sadece bir örnek sayılabilir. Elinde yetkin bir güç olduğunun bilincinde, karşısında kim olursa olsun yıkma sabrına sahipken yaşadığı keyif, diğerleri tarafından hep aynı korkulu bekleyişlerle sürer ve akıllara şu soruyu getirir: Ne zaman saldıracak? Eylem kadar eylemin bilinmezliği de içinde bir hazzın oluşma sebebidir. Aradan geçen uzun bir zaman sonra görürüz ki, kendisine Lucifer kanı bahşedildiğini düşünen bu özgür ancak ruhunu inkar eden adamın, korku saçan gözlerine umutsuzluğun parıltısı bulaşmıştır. Arzu duyacağı, duysa dahi bunu yerine getireceği bir gücü kalmamıştır. Kısacası kaptanın materyalist algısı yoğun bir acıyla savaşarak bedeninin içinde tıkılıp kalır. Gururunun ve diğer güçlü bulduğu -güçten geriye ne kaldıysa- yanlarının arkasına gizlemeyi tercih eder. Bu güçsüzlüğünü paylaşacağı an hükmetme yetisinden, keyfi dilediğince zulmetme hakkından mahrum kalacağını bilir gibidir. Hayatla bir tutan, o dağ gibi, devrilmez sanılan katı gerçekliği, ruhuna kadar onlarca parçaya bölünür. Tüm bu anlatılanlar ışığında söylenebilir ki, yaşam bizim ondan öğrendiklerimizle, kendimizi yetiştirme tarzımızla, hayat boyunca çektiğimiz -çekmek zorunda olduğumuz- acılarla ve de sevinçlerle ifade edilebilecek her türlü tanımın kendisi olmaktan çok uzaktır. Hayat, her birimizin ona biçtiği gerçeklikle kendi anlamında kavrulur, şeklini bulur. Oysa tanım koymaya meyilli insanoğlu için hiçbir kaide, yaşamı bu denli dar kalıplara sokmaya yetecek güçte değildir. O bizim kurduğumuz gerçek ya da kurmaca isimlendirmelerden çok daha ötesinde varlığını sürdürürken biz burada; çöplerden rengi bulanmış nehirlerin hemencecik kıyısında, dönmeye ant içermişçesine yol alan bu gezegenlerin çok çok uzağında; zamanın bilinmeyen dönemlerinden şu ana, yalnızca iyi geçinmenin derdinde olan mahluklar olarak kalacağız. İşte bu da benim gerçekliğim.
Deniz Kurdu
Deniz KurduJack London · İş Bankası Kültür Yayınları · 20145.9k okunma
·
175 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.