Anlatması ve inceleme yazılması zor bir metin okuyacaksınız. Bitirdiğinizde beni çok iyi anlayacaksınız.
Olaylar, 1800'lü yıllarda geçiyor. Napolyon Bonaparte'ı önce aşçısının gözünden görüyorsunuz. Daha sonra (anlatıcı karakterimizin) nasıl aşçı olduğunu öğreniyorsunuz. Ve şöyle bir his kaplıyor içinizi; her an bok gibi bir akışa girip, bir daha da toparlanamayacak bir noktaya doğru frenleri boşalmış bir kamyoncasına yokuş aşağı ilerliyoruz...hayırdır bakalım.
Daha sonra devreye şöyle bir his giriyor. Yaw bu
Jeanette Winterson hakkatten acayip güzel kitapları var...bu olmamışsa sesimi soluğumu çıkarmam.
Ve sahneye kurgu çıkıyor. Hooop başka bir evrende, imkansız bir aşk okumaya başlıyorsunuz... Bambaşka bir yerdesiniz. O da ne. Bizim anlatıcı öyle bir çıkıyor ki ortaya, işler hızlanıyor. Tam gaz Waterloo Savaşına doğru gidiyoruz...hatta daha ön hazırlıklarında, tatbikatlarındayız.
Sonra yeni bir bölüm geliyor. Ve duruma uyanıyorsun. Haaaa şimdide sanki başka bir öykü anlatır gibi bir yere daldık ve biraz sonra, (aslında) tam da bıraktığımız yerden yani kaldığımız yerden başlayacağız.
Hop, tam da öyle oluyor. Sonlara doğru, öyle bir bağlama öyle bir kesişim, öyle bir kavşakta buluyorsunuz ki kendinizi, ne o freni boşlana kamyon duvara toslamış, ne hikaye almış başını gitmiş, ne de akıclığından, sürükleyiciliğinden en ufak bir kayıp vermişsiniz. Ve hayat devam ediyor.
Hayat devam ediyor ama tüm taşlar yerine otursa bile...hayat...eskisi gibi devam edemiyor.
Bir an olsun, bu kopukluklara rağmen, yahu ne oldu da buraya nasıl geldik demeden, bir solukta finalde bulmuşsunuz kendinizi ve zalimin kızı Jaenette tüm bu olup bitenlere rağmen daha son darbesini indirmemiş.
Perde kapandığında...bu neydi şimdi böyle...diyerek, esasen
Jeanette Winterson hiç boşu olmadığını bir kere daha anlıyor ve saygı ile 'kessin bunu tekrar okurum' diyerek, kitabınızı, gözünüzden pek uzak olmayan raftaki yerine kaldırıyorsunuz.
Not: Hatta bu ilk
Jeanette Winterson kitabınızsa, bu zalımın kızı daha neler yazmış bakalım diyerek,