Gönderi

Öykü Nasıl Yazılır-1
O Ses Sen Değilsin Diyelim ki ne yazacağımızı bulduk; olayı, kahramanı zihnimizde tasarladık. Yazar olarak niyetimizi ne ölçüde açık edeceğimizi ne ölçüde saklayacağımızı kurguladık. Değineceğimiz meseleleri, kullanacağımız mekânları, kanatlandıracağımız imgeleri seçtik. Bir öykünün iç dinamiğini yani merkezini teşkil edecek sorun yumağını bulduk. Hadi şansımız yaver gitti ve yazma hevesimiz, ağzına kadar dolu mürekkep hokkası gibi kendine akacak yer arıyor. Görünüşe göre her şeyimiz hazır. Geriye, sayfalara doğru atımızı mahmuzlamak kalıyor. Acaba hâlâ bir şeyi unutmuş olabilir miyiz? En önemli şeyi: Bu öyküyü kim anlatacak? Öyküyü kimin anlatacağı meselesi, yukarıdaki hazırlıkların hiçbirinden daha az önemli değildir. Bunu okuduğumuz kimi acemi metinlerdeki şizofren anlatıcılardan öğreniriz. Aksaklıklar en iyi öğretmenlerdir ama bu aksaklıkları başkalarında gördüğümüz müddetçe onlardan istifade ederiz. Kendi metinlerimizde tutarsız anlatıcı dil sergilersek eserimizi telafisi imkânsız bir kamburla yaşamak zorunda bırakırız. Öykü yazarken daha ilk kelimeden itibaren karar vermemiz gereken en temel mesele anlatıcı sestir. Bu sesin bizim gündelik dilimize, düşüncelerimize mesafesi, ortaya koyacağı yaşamsal tecrübenin boyutu, duyarlılığının niteliği anlatının omurgasını teşkil edecek; bu omurga kendi istiap haddi doğrultusunda meseleleri kucaklayabilecektir. Kurmacayı diğer türlerden ayıran, onun kurmaca olduğu gerçeğidir. Söz gelimi şairler böyle bir mesafeye ihtiyaç duymazlar, onlar kendi yüreklerini ortaya koyarlar. Hatasıyla sevabıyla şiirdeki ses şairin kendisine aittir. Denemeci de metninde bizzat konuşan kişidir. Ama kurmacada yazar, “anlatıcı bir bilinç” bulmak durumundadır. Bu bilincin kimi zaman bizzat yazarın kendisi olması sorun değildir. Ama sürekli kendisini konuşturan öykücü, kurmacadan uzaklaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Her öyküsünde aynı duyarlılığa, aynı biçimsel tavra, aynı cümle yapısına sımsıkı bağlı kalan yazar, hangi anlatıcı zamiri seçerse seçsin, metinle kendisi arasındaki mesafeyi umursamıyor demektir. Bu tutum yazarı, sürekli anı/hatıra yazan ve yazdıklarının bir türlü öykü olarak nitelendirilmemesine içerlenenlerin ümitsiz beklentilerine sürükler. Modern kurmaca, yazarın kendi dışına adım atmasıyla başlar. Bu, onun otobiyografisinden beslenmeyeceği, öykü boyunca göğsünde gezdirdiği kalple alışveriş yapmayacağı anlamına gelmez. Aksine yazar biyografisinden de parçalar kullanır ama o parçaları yabancılaşma süzgecinden geçirmesi gerektiğini bilir. Yabancılaşma, hayatımızdan devşirdiğimiz tecrübeleri öyküsünü yazdığımız kahramanın hayatına yeni bir tasarımla iliştirmek, yeni bir kaderle baş başa bırakmak gibi bir dizi ince işçiliği gerektirir. Anlatıcı sesin seçimi, metnin bütününe dair bir dizi belirlemeleri de ihtiva eder. Yazar öykü boyunca o sınırların, belirlemelerin içinde kalmakla mükelleftir. Anlatıcı sesle ortaya konulan zekâ, algı, duyuş düzeyi öykünün sendelemeden yürüyüşünü sağlayacaktır. Aksi hâlde zeki okur huzursuz olur. Unutmamak gerekir ki okur, tedirgin bir avdır. Kurulan düzeneğin farkına varmamalıdır. Onun kurmaca evrenine dâhil olabilmesi, okuduğu metinden keyif alabilmesi, yazarın bu kurala ne kadar riayet ettiğiyle alakalıdır. Okur, gönüllü bir avdır. Lakin onun gönüllü olması, yazara baştan savma bir av düzeneği kurma hakkı vermez. Gabriel Marquez, “Bir tavşanı tuzağa düşürmek, okuru tuzağa düşürmekten daha kolaydır.” der.1 Okurun kendimizden daha derin bir duyuş, daha estetik bir zevk sahibi olabileceği fikrini aklımızdan çıkarmamalıyız. Necip Tosun anlatıcı sesin seçimini “bakış açısı seçimi” olarak ifade eder: “Yaşamı eksiksiz biçimde yansıtmak, görünmeyeni göstermek, bilincin labirentlerinde gezinmek, karşılaştırmalar yapmak, her şeyi ayan etmek, dile gelmeyen duyguları dile getirmek isteyen kurmaca yazarı için ‘anlatıcı ses’ seçimi yaşamsal bir önem taşımaktadır. Bu nedenle öykünün oluşma serüveni ve kaderi, bakış açısı kararının verilmesiyle başlar.”2 İtiraf etmek gerekir ki bir yazarın o en doğru sesi bulması, dünyanın en meşakkatli işlerinden biridir. Sürekli iyi kitaplar okuyup yıldırıcı hayranlıklara gark olan öykücü, o hep yakalamak istediği sese ulaşma azmini yitirebilir. Nitelikli kitaplar yazara bazen bunun tersini de hissettirebilir. Okumak da yazmak da bilişsel bir süreç olmaktan ziyade sezgisel bir süreçtir. Özellikle yolun başındaki öykücüler için anlatıcı sesin tasarımında, hayranlık kozunun kullanılmasını isabetli bulduğumu belirtmek isterim. Nitekim edebiyat, hayranlıklar zinciriyle birbirine bağlanır, dünya edebiyatını akraba kılar. Kafka Amerika romanı için “Amacım Dickens tarzı bir roman yazmaktı.” demekten çekinmez örneğin. Ya da Virginia Woolf, kendini Aldous Huxley’le kıyaslayıp başarısız hissettiğini günlüklerinde itiraf eder. Thomas Mann’ın dillere destan Goethe hayranlığı pek çok eserinde gözlenebilir düzeydedir. Modern öykünün mimarlarından Gogol’ün başlangıçta bütün çabası Puşkin’in gözüne girebilmektir. Tanpınar o muhteşem üslubuyla hocası Yahya Kemal’in ruhsal ikliminde kendini beğendirmek isteyen bir öğrenci gibi gezinir. Hayranlıktan ürkmemek gerekir. En derin keşifler en büyük hayranlık anlarında gerçekleşir. Hem hayranlık duymak hem o hayranlıktan yeterince beslendikten sonra kendi yolunda yürümek, kendi inşa faaliyetine koyulmak sanatçının önündeki en temel kader çizgilerinden biridir. O ses nasıl bir ses olacak? Babacan mı öfkeli mi, olgun mu toy mu, şakacı mı şaşkın mı, gitgelli mi tutarlı mı, romantik mi akılcı mı? Bunların biri veya birkaçını aynı anlatıcıda kullanmak mümkün. Ayrıca öykücü yazdıkça dil kendini daha belirgin hâle getirecek, bu belirginlik yol çizgilerini görünür kılacaktır. Yazarın bu noktada yazma coşkusuna halel getirircesine bunları hesaplamasına, ölçüp tartmasına elbette gerek yoktur. Ama bir kez başlayan sesi tutarlılık içinde sonuna kadar sürdürmesi gerektiğini, öyküde metafiction (üstkurmaca) veya benzeri bir postmodern tavır söz konusu değilse “anlatıcı ses birliği”ne tavizsiz şekilde riayet etmesi gerektiğini bilir. Yazar, sesin kaptan köşküne oturur ve yazmayı sürdürür. Aynı olayı bir kadının, bir erkeğin, bir çocuğun, bir yetişkinin, bir çiftçinin, bir öğretmenin anlatması elbette farklı olacaktır. Yazarla anlatıcı ses bazen aynılaşır bazen ayrışır bazen de ikisinin arasında bir yerde durur. Nihai bir mesafeden söz edilemez çünkü yazar son tahlilde metni yazarken duygularının itkisinden yararlanır. Ondan beklenen, ne yaparsa yapsın yaptığı işi bilinçli bir şekilde sürdürmesi; kurmaca ve diyaloglardaki iniş çıkışı, sahneler arasındaki geçişi, anlatıcı sesin içindeki ahengi gözetmesidir. Öyküde kalıcı etki için en doğru sesi bulmak, o sesin içine girmek, olup bitenleri, duyguları, düşünceleri onun kılığında anlatmak lüks değil, birincil şarttır. Buraya kadar söylediklerimin, ben/sen/o anlatıcı seçimiyle karıştırılmamasını isterim. Çünkü anlatıcı ses, her üçünde de düşünülmesi gereken, her birinde ayrı sebepler gözetilerek oluşturulması gereken bir bilinçtir. Öte yandan öyküyü yazarken seçtiğimiz konuya en uygun, en yakın, en doğru anlatıcı şahsı bulmak durumundayız. Bazen yazar öyküde farklı bakış açıları, farklı sesler kullanarak öyküyü birkaç karakterin ağzından anlatabilir. Metne bakış açısı zenginliği kazandıran bu yaklaşım, karnaval anlatım türü olarak bilinir. Monolog ve diyalog arasındaki zıtlığı açıklamak için bu kavramı kullanan Mikhail Bakhtin, anlatıyı özgürleştirici bir yönelim olarak öne çıkardığı karnavalda; özerk, birbirine karışmayan seslerin ve bilinçlerin çokluğunu, anlatıdaki söylemin yapısal çok sesliliği olarak önemser. Bakhtin’in aslında roman çözümlemeleri için kullandığı karnaval anlatının öyküler için de geçerlilik taşıdığını biliyoruz. Söz gelimi Yıldız Ramazanoğlu’nun Çiçekli Bir Boşluk kitabında yer alan “MR Ruhu” adlı öyküde, MR cihazındaki kadının monoloğu, bir süre sonra kadının kafasının içinde konuşmaya başlayan kocasının sesiyle nadide bir karnaval örneğine dönüşür. Anlatıcı ses bahsinde son olarak değinmemiz gereken konu bir tür müfredat bilgisi diyebileceğimiz anlatıcı şahıs meselesidir. Yaygın kanaate göre birinci şahıs anlatıcı, öznelliğe açtığı alan dolayısıyla kolaycı ve güvenilmez bulunur. Kolaycılıkla itham edilmesinin sebebi, anlatıcının insan oluşu, onun hatalarının kurguya dâhil edilebileceği, bu durumun öykücüye bir konfor sağladığı varsayımına dayanır. Üçünü tekil şahıs ise nesnel bir anlatıma imkân verdiğinden ötürü okurda manipüle edilmediğine dair bir güven duygusu hâsıl eder. Bu kaba yaklaşımın, yazarın ve metnin niyetinin irdelendiği teorik yazılarla berhava edildiğini hatırlatmak gerekiyor. James Wood, birinci şahıs anlatıcının aslında “daha güvenilir” olduğunu; buna karşın “her şeye hâkim” anlatım kabul edilen üçüncü şahıs dilinin ise “daha taraflı” olduğunu dile getirir.3 Birinci şahıs anlatıcı, barındırdığı dürüstlük itibarıyla yazarla okur arasında doğrudan bir konuşmaya olanak verir. Dahası, metnin niyetiyle yazarın niyeti arasındaki sinsi hesap ayarlarını ortadan kaldırır. Üçüncü şahıs anlatıcı ise tepeden tırnağa bir mühendislik gerektirir ve bu açıdan açıkçası ustalık gösterisidir. Yine de okur, nesnellik maskesi takan bir öznel dille karşı karşıya olduğunu bilir. Çünkü o, kurgu gereği her şeyi azar azar bilmesi gereken, yani pek de “nesnel/tanrıgöz” denilemeyecek bir tutumla karşı karşıyadır. Birinci tekil anlatıcının ise ruhu itibarıyla sınırlı olması gerekmektedir. Anlatıcı, kendisine veya gözlemlerine dair istediği kadar yorum yapabilir ama sözlerinin şahsi zaviyesiyle sınırlı olması gerektiğini unutmamalıdır. Bilebileceği ve bilemeyeceği şeyler vardır. Söz gelimi anlattığı kişilerin geçmişleri hakkında malumatlara sahip olabilir ama o kişilerin iç dünyalarıyla ilgili nesnel dışa vurumlarda bulunamaz. Ben anlatıcının bazen karıştırıldığı bir diğer anlatıcı ses, sınırlı üçüncü tekil şahıs anlatımıdır. Üçüncü tekil şahıs anlatıcı; sınırsız anlatıcı ve sınırlı gözlemci anlatıcı diye ikiye ayrılır. Klasik edebiyatta sıklıkla karşılaştığımız sınırsız anlatıcı, kahramanlar hakkında her şeyi bilir, onların duygu ve düşüncelerini metne yansıtabilir. Ama sınırlı o anlatıcıda, gözlem, duyum ve yorum söz konusudur ki burada riayet edilmesi gereken ince bir çizgi vardır. Belki örneklendirerek devam edersek meseleyi müfredat sıkıcılığından çıkarabiliriz. Haldun Taner’in “Kooperatif” öyküsü aslında üçüncü tekil şahıs anlatımına dayalı bir metindir. Olaylar, konuşmalar, meseleler mesafeli bir yerden anlatılır. Anlatıcı olayın içinde değildir. Fakat girişte kullanılan “Bilmem siz de dikkat ettiniz mi? Bazı semtlerin, sakinleri üzerinde birleştirici, kaynaştırıcı bir tesiri oluyor.” cümlesi anlatıcının insaniliğine vurgu yapan, bundan sonra ne anlatılırsa anlatılsın gözlemci sıfatı gerektiren bir çerçeve dayatır. Öykünün ilerleyen sayfalarında “Daha nesini anlatayım… Kooperatif yakında üçüncü kuruluş yılını tamamlayacak.” şeklinde geçen ifade, anlatıcı insanın altını çizer. Bu tavır, Sait Faik öykülerinde de sıklıkla görülür. Anlatıcı; gözlem, duyum ve yorumlarıyla olayı aktarırken klasik metinlerdeki her şeyi bilen sınırsız anlatıcı tavrından uzaklaşır. Bu uzaklaşma, birinci tekil şahıs anlatıcılığa doğru evrilir. Bu geçişken duruma bir diğer örnek olarak unutulmaz karakterleriyle Uzun Çarşının Uluları kitabında rastlarız. Mithat Enç’in “Kuyucu Kör Hafız” öyküsü, diğer bütün öyküleri gibi anlatıcı sesin kendisini anlatmadığı, çarşıdan seçtiği bir kahramanı enikonu hikâye ettiği öyküdür. Ama öykünün girişindeki şu ifade anlatıyı sınırlı üçüncü tekil şahıs anlatıcılığa hapseder: “Onu, hemen her sabah sağ elinde ucu çatallı değneği, sol omzunda ucu taslı; ince, uzun sırığıyla yokuş aşağı inerken görürdük.” Burada sınırlı gözlemci üçüncü tekil şahısla karşı karşıya kaldığımızı anlarız. Son tahlilde anlatıcı şahıslarla ilgili teorik meselelerin öykücülerin kafasını karıştırmaması gerekir. Anlatıcı sesin bilinçli bir şekilde sürdürülmesi, yazarı “ben, sen ve o” anlatıcılar konusunda zafiyete düşmekten koruyacaktır. Asıl mesele her zaman o sesi bulmak; kelimeler denizinde kendimize mahsus bir ada inşa edebilmektir. 1 Semih Gümüş, Yazar Olabilir miyim?, Notos Kitap, İstanbul: 2021, s. 79. 2 Necip Tosun, Modern Öykü Kuramı, Hece Yayınları, Ankara: 2014, s. 176. 3 James Wood, Kurmaca Nasıl İşler?, Çev: Ekin Bodur, Ayrıntı Yayınları, İstanbul: 2013, s. 18.
Sayfa 6 - Emin Gürdamur:
··
2 plus 1
·
550 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.