Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Günce | @zikodima
Bugün çok kez girdim siteye. Her hafta sonu gibi. Kıran kırana, kısır didişmelere heba ediliyordu her şey. Her şey ben haklıyım paylaşımlarının dişlilerine atılıyor, öğütülüyordu. Ne işim var burada diye düşündüm. En doğrunun kendi olduğunu düşünen milyonların mezarlıklarda çürümüş bedenlerinden arta kalan göğüs kafeslerinden kimin erkek kimin kadın belli olmadığını nasıl düşünemiyorlar diye, düşündüm. Ne desem boş olur, ağzımdan çıkacak her söz, kıyıyı döven dalgaların sesinde yok olur, diye düşündüm. Mesaj yazmış İbrahim PÜSKÜL (Hiçbir şey yok!) , okudum ama cevap yazmaya takatim yok. Gençlerin didişmesi yordu beni. Bazı şeyleri anlamak için altmışına mı dayanması lazım insanların. Gerçi bu yazdıklarımı da komik bulup moruk üfürmüş yine diyeceklerinden de eminim. Muzaffer Akar sessiz. https://1000kitap.com/ayay/ bir şey paylaşmıştı, kaldırmış. Hakan S. de sessiz. Pierre Riviére yorulmuş. https://1000kitap.com/Zagor/ ufaktan ufaktan ama mahçup paylaşımlarda. Belki de ben öyle hissediyorum tüm bunları. Yaşlılık kara yamalık, derdi nenem. Haklıymış. Kulağımda mikrofon, o en sevdiğim makamdan, Muhayyer Kürdi makamından şarkılar dinliyorum. "Yani; evet, edebiyat teselli eder ama, hakikat değişmez: çünkü hepimiz bir gün, oraya, o derinlere diplere, ne kadar masal ve hikâye ile geçse de ömrümüz o kayalıklara, çaresiz, hiç kaçamadan varacağız..." demiş, Rogojin Bu tanıdık, bana gönderme yaptığı cümleler nasıl burktu içimi anlatamam. Bütün gün Cem be, niye yazdın böyle, niye derinleri hatırlattın bana bir kez daha dedim. Hakan yaptı yine yapacağını. Ama ne de iyi etmiş dedim. Cem'le paylaşmayacağım da kimle paylaşacağım. Cem, bitmemiş bir romanım var. Bir de askerliği kahramanın, Celal adı, eğer bir gün yayınlarsam onu, askerlik günlerinde sen olacaksın, senden aldım, sana göndermem olacak. Tanırsın zaten. Teselli etmek için kendimi, uzaklarda kalmış bir öykümü paste ediyorum. Ben en çok Muhayyer Kürdi makamını severim. Ama bu Muhayyer Kürdi şarkıyı ne zaman duysam semtlinin Sidikli Dürzü dediği Pomak Hüsnü amca gelir aklıma. Çoktandır dünyadan göçmüş bu adam, kim bilir hangi kimsesizler mezarlığın, hangi bilinmez kabrinde yatıyordur? Balat’ta, iki eski Musevi evinin arasında yangınla boşalan lanetli arsaya yaptığı gecekonduda herkesten uzak, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmadan yaşardı. Yaşadığı ev o kadar pisti ki, önünden geçerken burnunuzu kapamanız gerekirdi. Bahçe denebilirse, üç beş metrekarelik bir hurdalık vardı önünde. Altı ve üstü kesilmiş büyük teneke kutuları dizmişti bahçenin her bir yanına. Ne bunların üstüne basmadan ne de gürültü çıkarmadan yürümenin imkânı vardı. Kırık camların yerine naylon gübre torbaları çakmıştı, kapısı ise hemen hemen hiç kapanmazdı. Zaten kimse de bu yıkıntıya girmek istemezdi. Onunla, bazen üstünde sidikten ıslak, aylarca çıkarmadığı pantolonu, adeta sürünerek gittiği evinin yakınlarında, bazen de mahallelinin veresiye alışveriş yaptığı Siirtli Arap bakkalda rastlaşırdık. İçeri biri girdiğinde veresiye şarap almak için döktüğü bir yığın söze ara verir, bakkalla tekrar yalnız kalana dek sessizce bir köşede beklerdi. Bakkal, onca bağırıp küfür etmesine rağmen bu çocukluk arkadaşını, belki eski günlerin hatırına belki de başının gözünün sadakası olması niyetine, hiç eli boş çevirmezdi. “İyi yere dükkân açtık tövbe yarabbi şerrine,” der, dinlediği, onca yıl geçmesine rağmen hala aklımda kalan, uzun zaman takıntı yapıp sık sık eşlik ettiği Arapça parçaya dönerdi. Bilmezdim sözlerini. Anlamazdım Arapçayı, ama hüzne çekerdi ruhumu. Bir gün mahallenin Balat’a doğru eteklerinde, Hüsnü amcanın evini çaprazından gören sur kalıntılarının olduğu bir viranede, taşların üstünde teypten müzik dinliyordum. Hüsnü amca sokaktan sapıp viraneye, benim müzik dinlediğim yere doğru geldi. Dibini çoktan bulduğu şişeyi saklamaya çalışıyor, sanki utançla harmanlanmış ruh haline yardım edecekmiş gibi, kızgın güneşten rahatsız gözlerini iyice kısıyordu. Başlayan müzikle beraber üstüne gelen kederi benle paylaşmazsa baş edemez hissi uyandıran bir cesaretle yanıma, nispeten daha gölge köşeye geldi. Bir de ipten kemer vardı belinde. Teybimi işaret edip, “Bu parçayı sen de mi çok seviyorsun,” dedi. Teypte Behiye Aksoy'dan “Ayrılmalıyız Artık Gitmeliyim Bu Yerden” şarkısı çalıyordu. Adamın ruh ikizi olmuş dayanılmaz kokudan rahatsız oldum. İhtimaldir ki yüzümü ekşitmiştim. Yüzünü tedirgin bir ifade sardı. Üzüldüm. Rahatlasın istedim, başımı ona doğru uzatıp, “Çok sevmezsem de dinlerim,” dedim. “Ben,” dedi. İlk kez bu kadar yakından gördüğüm iyice küçülmüş siyah bebeklerinin etrafı koyu turkuaz gözlerini bana dikip, “hem de çok, ölümüne severim.” Müzik çalıyordu. Hüzünlü. Müzikle kurduğu bağdan olsa gerek, hiç görmediğim kadar cesaret yüklüydü. Sanki yanımda semtin ayyaş ihtiyar delisi değil, ilk kez muhabbet edeceğim bir dostum duruyordu. Göğsü hafifçe kalktı, içine doldurduğu derin nefesiyle devam etti. “Sevda, yengen, beş aylık kızımı da alıp kaçtığı zaman çok dinledim bu şarkıyı,” dedi. Yüzü ne kadar karaysa kirden, kara yakasının arasından görülen içkiden iyice genişlemiş yemyeşil damarlarla kaplı teni de bir o kadar beyazdı. Gömleğinin göğsüne denk gelen yeri tenine yapışmış. İçimden geçen elini yüzünü döve döve, buz gibi çeşme suyuyla yıkama duygusu, “Adını Behiye koyduydum kızın," sözüyle uçtu gitti. "Behiye Aksoy çok meşhurdu, biz çok sever, çok dinlerdik o aralar,” diye devam etti. “Sevda, uzun koyu kahverengi saçları, yanaklarını kapatan perçemleriyle bir dünya güzeliydi. Perçemleri yüzünün en güzel yerlerini gizlerdi kem gözlerden. Kocaman, kahve mi ela mı olduğu anlaşılmayan gözleri bakanın içine işlerdi. Behiye Aksoy şarkıları gibi hüzünlüydü bu gözler. Düz karnı, iri, huzursuz kalçaları büyümüştü, hamileydi Behiyeme. Huysuzdu çok. Hamileliğine yormuştum. Vara yoğa kavga çıkarır, ağzına gelen tüm küfürleri savururdu.” Duyduğum cümlelere şaşırdım. Ne şaşırması, şok oldum. Konuşan o gariban değil, bir Yeşilçam müzikalinin romantik baş kahramanıydı. O gitmiş, Ayhan Işık’ın canlandırdığı kahraman gelmişti karşıma. Nasıl da seri, nasıl da düzgün konuşuyordu. Bir yandan profesyonel tiyatrocu gibi hikayesini anlatırken bir yandan da, devreye aldığı el kol hareketleriyle flormani orkestrası yöneten dirijör olmuştu. Yanakları kızarmış, gözleri kanlanmıştı. Ben de ondan sirayet eden duyguların yüzüme kondurduğu memnuniyetin farkında izliyordum bu tek kişilik gösteriyi. “Cinganlığın tuttu yine Sevdam, babanı mı hatırladın be ya, der, şaka yapardım. O benden uzaklaştıkça benim sevdam daha da büyüdü. Kara sevdaya gömüldüm, iyice tapar oldum. Dedim ya, hamileliğine verdiydim o zaman. Doğurur, düzelir sandım. Günü geldi doğurdu, düzelmek ne kelime, daha da beter oldu. Kızı uyutur, bir köşede ağır çingene havaları dinlerdi. Bırak kendine, kıza yaklaşırsam kıyameti koparır, bas bas bağırırdı.” “Sonra kaçtı. Behiyem beş aylıktı daha, küçücük bir sabiydi. Günlerce aradım onları, bakmadık delik bırakmadım. Nafile, bulamadım.” "Zaman zaman bıktım onu aramaktan. Özlemin dayanılmaz olduğu geceler rüyalarıma girerdi. Gülüyordu, kucağında Behiye, iyi mi ettin, attın bizi uzaklara, kurtuldun bizden, diyordu. Her rüyadan sonraki sabah deli gibi bir umutla yatağımdan çıkıyor, işi gücü bırakıp aklıma gelen her yerde arıyordum onu." “Çok sonraları öğrendim. Tarlabaşı’nda, Kirkor Ustanın yanında beraber çalıştığımız tamiraneden Çingene Sülo’yla kaçmış. Şerefsiz Sülo hesapta dostumdu, çıkmazdı evimizden. Sonradan yaktığım ahşap evin küçük balkonunda beraber çok piizlenmişliğimiz vardı.” Dalmış gözlerini kaldırdı, uzaklara çevirip derin bir oh çekti. “Bir daha iflah olamadım. Ne iş kaldı ne güç. Çürüdüm, ama kurtulamadım sevdamdan.” Yaşlı gözlerini sildi. Yanaklarının rengi sanki daha beyazlamış gibi geldi. Daha dikkatli bakmama fırsat vermeden, aklına ne geldiyse artık, elleriyle yüzünü örtüp hıçkıra hıçkıra viraneden hızla uzaklaştı. Bende yarattığı mutlu hali de sürükleye sürükleye götürüp gitti. Mutsuz, hüzün dolu kaldım. Başa sardığım parçayı bir daha dinlerken sesi sonuna kadar açtım, sallana sallana evine doğru seğirten Hüsnü, duydu mu şarkıyı bilmem, ama duyduysa bile ne geriye dönüp baktı ne de bir an durakladı. Orada öylece kederle, konuşamadan kalakaldım. Aklımda uçuşan, “Ah be talihsiz Hüsnü, ah be sidikli, semtli, Behiye'nin senin çocuğun olmadığını fısıldaşır durur,” düşüncesiyle boğazıma kocaman bir yumruk düğümlendi. “Senin,” dedim, “o kara talihine tüküreyim.” youtube.com/watch?v=vwBYVGE... (1k, 7 Mayıs 2017)
·
140 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.