Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

80 syf.
8/10 puan verdi
·
7 günde okudu
DEHŞET NEDİR? TANIMLANABİLİR Mİ?
Selamlarımla sevgili okurlar! Bu defa Algernon Blackwood'un "The Willows" isimli öyküsü ile karşınızdayım. "Tuna Nehri'nde yolculuk yapan iki arkadaş, kanolarıyla süratle ilerlerken kendilerini âdeta başka bir dünyanın eşiğinde, söğütlerin ıssız diyarında bulur. Bu viran bölgede uygarlığa dair tek bir işaret yoktur. İnsanlığın dünyasından uzakta olma hissi, tabiatın orta yerinde olmanın cazibesi ikisini de büyüler ama bu diyarın tekinsiz yüzü yavaş yavaş kendini göstermeye başlayacak, dehşet, huşu ve hayret birleşerek benzersiz bir korkuyu doğuracaktır. Söğütler yolculara karşı duracaktır." Klasik gotik edebiyatında şato, hisar ya da kaleler yani aristokrasiye ait mekanlar veya katedral, manastır ya da kiliseler yani ruhban sınıfına ait, kapalı, içinde her türlü karanlık işlerin dönebileceği mekanlar söz konusudur. Çoğu zaman insan, bu mekanlardan kaçıp kurtarıcı olsa da çoğunlukla kendisi de gotik bir korku mekanı olan "Doğa"ya sığınır. Doğa kasvetli labirentlerle ve vahşi canavarlarla dolu, hava karardıkça tedirgin edici hale gelen bir diyardır. Küçük burjuva ve işçi sınıfının kapladığı şehirlerin victorian dönemdeki gotik edebiyatın yeniden yükselişi ile aynı dönemlerde kimliğini bulmasıyla, korkunun taşradan şehre taşınması ve aileye, evin dört duvarına sıkışmasından önce gotik edebiyatının köklerinin yer aldığı romantik edebiyat akımında doğa, modern insanın kaçtığı ve hayranlık duyduğu bir yerdir. Bu açıdan "Söğütler" bir kırılma noktası olmuştur. Çünkü "Söğütler" gotik edebiyata Eko-eleştirinin kurumsal çerçevesinden bakan ve doğanın karanlık yanının analizine alan açan ekogotik kurguların ilk önemli örneklerinden biridir. Algernoon Blackwood İngiltere'de sanayi devriminin ardından şehirde geçen gotik kurguların zirveye çıktığı dönemde yaşamış, aristokrat ve muhafazakar bir ailede büyümüştür. Hayatı boyunca kaçmaya çalıştığı gerçeklik, yaşamı boyunca tecrübe ettiği aristokrasi ve katı dinsel hayat ve kaçtığı yer ise doğa olmuştur. Bu sebeple kendini uzun doğa gezilerine vermiştir. Ekogotik coğrafyada çok fazla vakit geçirmesi yazarın doğa tutkusunu doğaüstü tutkusuyla birleştirerek mistik ve okült merceğini doğaya çevirmesine, müridi olmaya başladığı "doğa ile bir olma" felsefesini "doğada yok olma" hatta "doğa tarafından yok edilme" noktasına getirmesine sebep olmuştur. Tüm bunlar sayesinde doğaya kaçış ya da doğanın yüceltilmesi veya doğanın uyandırdığı dehşet ile hayret hislerinin karşısında insanın düştüğü durum gibi gotik temalar Blackwood için biyografik birer unsura dönüşür. Anlattıklarıma paralel olarak Blackwood, 1900-1901 yıllarında bir arkadaşı ile Tuna nehri'nde yolculuk yaparken yaşadıklarından hareketle "Söğütleri" yazdı. Eserde doğa, ötekisi ile iç içe olan, karanlık tarafını içinde barındıran bir ekosistem olarak tasvir edilir. Öyle ki berrak suların parıltısına gölge düşüren bataklıklar, güneş ışığıyla hayat dolmuş manzaralara gizlenmiş viranelikler, hava karardıkça bakanın içini de karartan söğütler de dahil olmak üzere birçok unsur doğanın bünyesinde hayat bulur. Doğa aynı zamanda hem yeşillik hem de karanlıktır, yaşamı da ölümü de içinde barındırır. Söğütler de her iki tarafa ait gibidir. Bir taraftan bakılırsa yalnızca rüzgarla kıpırdayan dalları, diğer taraftan bakılırsa içinden korkunç doğaüstü varlıkların geçip gittiği salkımları vardır. Aslında bu imgeler doğanın her yanı ile kendini görünür kıldığı resimi oluşturur. Çünkü doğa, gerçekte bastırılmış, sıkıştırılmış, üzerine başka yapılar inşa edilmiş, yerin altına, betonun içine itilmiştir. Eserde beşere gömülmüş doğanın kalıntıları, adeta intikam alır gibi insanın burnunun ucunda bitiveren bir sarmaşık misali büyüyerek uygar insanı dehşete düşürür. "Söğütler" ötekinin toplumsal gerçekliğe sızdığı bir öyküdür. İtina ile belirtmem gerekirse, toplumsal gerçekliğe ötekinin sızmadığı bir öyküde gerçeklikte bir eksiklik olmaz ama hakikat noksan kalır. Bu noktada gerçeklik ve hakikat arasındaki fark iyi kavranmalıdır ki zaten yazarın amacı da budur. (Gerçeklik, fiziksel dünyada var olan şeylerin somut ve gözlemlenebilir yanlarıyken; hakikat, gerçekliğin fizikiliğin ötesindeki anlamıdır.) Blackwood bu anlamda okuyucusuna kusursuza yakın bir kurgu sunarak amacına ulaşır. Yazar, hayalet öykülerinde hayaletin değil de onu gören insanın hikayesinin peşine düşer. Söğütlerde de bize ne ağaçları, çalıları ne de doğaüstü korkunç varlıkları anlatma çabasındadır. O daha ziyade söğütlerle çevrili o ıssız bölgede doğa ile baş başa kalan uygar insanın yaşadığı ve anlatamadığı o derdi eğilir: "KORKU". Dönemin popüler gotik romanlarının aksine yazar hikayenin sonunda korkuyu mantığa oturtmaya çalışmak, korkuya temel aramak yerine onu tanımlamaya çalışır. Öykü, ilk sayfasından son sayfasına kadar korku edebiyatının bizatihi konusu haline getirdiği dehşetin tanımını yapmaya çalışan pasajlarla dolu olmakla kalmaz aynı zamanda (daha sonraki dönemlerde Lovecraft'ın özellikle üzerinde duracağı ve bir yaklaşıma dönüştüreceği şekli ile) bilinmeyenin neden kelimelere dökülemeyeceğini, tasnif edilemeyeceğini, adlandırılamayacağını gösterir. Bu daha sonraları gotik korkunun yeni dönüm noktalarından biri haline gelmiştir. Gotik edebiyat geleneğine baktığımızda, genelde anlatının sonunda, söz konusu failin, doğal ya da gerçekliğin ötesinde bir fail olduğu ortaya çıkar. Söğütler gibi kimi tuhaf öykülerde ise arada kalırız. Evet, hikayede dalları titreştiren, insanı tir tir titreten şey rüzgardır. Peki sadece Rüzgar mıdır? Bu soru eserde açıkça cevaplanmaz. Bu müphemlik bir bilinmeyen olarak kalır. Bu nedenle Blackwood bilinmeyeni değil, bilinmeyene göz ucuyla baktığını düşünen kahramanların iç dünyasına eğilir. Öykü'nün başında kahramanımız Tuna nehridir. Adeta canlıdır. Ulu, yüce, engin, devasadır ve irade sahibidir. Kendine ait bir dünyası var gibidir. Kahramanlarımız o dünyayı keşfettikçe işin rengi kararmaya başlar. Anlatıcı nehri bize uzunca anlatmaya çalışsa da tasvirler hep eksik gibidir. Eksiklik yolculuk sürdükçe kendini hissettirmeye başlar. Söğütlerin diyarına girildikçe o yüceliğin karşısında sezilen "kozmik dehşet" ortaya çıkar. İlerleyen yıllarda Lovecraft "kozmik dehşet" konusu üzerine bir mitos bina edecektir. Issız diyara aniden girilmesi ile başlayan bu gotik/botanik öykü, gerçekçiden hayalpereste dönüşen, bilinmeyen varlıklara zihinsel anlamlar yükleyen "İsveçli" adlı kahramanıyla, akıl ve mantığın yolundan çıkmadıkça cinnete adım adım yaklaşan nitekim hayalperest (daha doğrusu doğaüstücü) tarafına ket vurmayı bırakan, bilinmeyene dini bir mana atfeden anlatıcısıyla, öykü boyunca akıp giden ve her seferinde daha karanlık bir veçhesini gösteren Tuna nehri ile, uygar insanın gizemini çözemediği, bir an doğa üstüne, bir an doğaya ait gibi görünen esrarengiz varlıklarıyla ve uygarlığın içindeki yeşillikle karanlığı bir arada vücuda getiren söğütleriyle bir yolculuk öyküsü olduğu kadar bir dönüşüm öyküsüdür de. "Söğütler" biri yolculuk öyküsüdür çünkü son satırın ardından bizi sevk ettiği yer, dönüş yolculuğunun nasıl olacağıdır ki yolculuğa devam edilip edilmeyeceği bile kesin değildir. Yolculuğun devamı nasıl olursa olsun, iki kahramanımız da artık eskisi gibi değildir. Onlar artık yaşadıkları o adlandırılamayacak tecrübeden sonra başka iki insandır; tekinsizle yüzleşmek onları dönüştürmüştür. Bu sebepten "Söğütler" aynı zamanda bir dönüşüm öyküsüdür de. Bunların da ötesinde eser rüzgarın öyküsüdür. Rüzgar tahminen metinde en sık geçen kelimedir. En başından en sonuna kadar gizli bir kahraman gibi rol alır. Doğaüstü gizemler rüzgarın varlığına dayanarak açıklanır ya da inkar edilir. Korku rüzgara göre yükselir ya da azalır. Sessizliği o bozar gerekirse de sükûtu o sağlar. Dehşetin kalbinde eser rüzgar. Başlangıçta o vardır ve ancak o dindiğinde korku diner. Kitapta "Rüzgar" kelimesinin geçtiği son cümle ile "Söğütler" kelimesinin geçtiği son cümlenin yan yana olması da bunu destekler niteliktedir. "Rüzgar yoktu. Söğütler hareketsizdi." Rüzgar yoksa söğütler de yoktur dolayısıyla korku da yoktur. Öyküdeki söğütler nehri, doğayı, insanı dönüştürebildiği gibi aklı, mantığı, gerçekliği de dönüştürür. Öykünün kendisi ise okuyanları dönüştürebildiği için Algernon Blackwood'un "Söğütler"i, korku edebiyatının kurucu metinlerinden, ekogotik edebiyatının öncülerinden ve tuhaf öykünün zirvedeki örneklerinden biri sayılır. Bu sebepten korku edebiyatına atılacak olanların başucu kitabı olma niteliğinde anlatılardan biridir. Okuyucusunun yüzünü dehşete boyayan bu eseri, hakikatin perdelendiği fiziki dünyadan kaçmaya cesareti olan herkese öneririm. Kendinize cici bakın ve okur kalın!!
Söğütler
SöğütlerAlgernon Blackwood · İthaki Yayınları · 2022405 okunma
·
190 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.