Gönderi

...birçok zaman kendisini neşelendiren yasının ve acısının ara sıra yaptığı gibi, sessiz ve karanlık, ruhunu ezen bu acıklı bezginlik içinde çok bahtsızdı. "Ya ben! Ben ne yapayım?" Niçin o daima böyle idi? Dünyada durgunluk ve rahatın hep kuruntu olduğunu görüp kendini üzen şeylerin de hep kendi hayalinin, kendi dileğinin icatları olduğunu düşünerek, kendisine, ruhuna karşı bir şey yapamadığından, kendini iyi etmek için bir çare bulamadığından deliren bir hiddet ve öfke duyuyordu, önce yerden havalanmak için gökyüzünü yeterli bulmayan bir güzel hülya, yüksek bir emel, bir ismet isteği ile boğulur, o zaman bir hiç için canını verecek hale gelirdi. Fakat sonra yine o hiçlerden biri ile bütün havalanarak yükselme hevesi yaralanır, her güzeli bir yara haline koyan incelme duyguları uyanır, hayatın, dünyanın, insanların, ruh ve kalbin ne olduğunu soğukkanlı, kendine karşı bile düşmanca bir damla şiire yenilmeyerek, arzularının ne iğrenç, emellerinin ne gülünç, başarılarının ne miskin, bütün huzurların, neşelerin, ne kadar süslü olursa olsunlar ne mundar olduğunu düşünmekten doğan ümitsizlik ve bezginlik ile harap olur, sisli, küflü kalırdı. Ah, ara sıra ruhunu heyecanla ürperten o masumluk güzelliğine her zaman meyledebilseydi; herkes gibi o da hayatı sade, ilk renkli masum gözlerle görseydi... Hayat onu kollarının arasına alıp tırnakları, dişleri de paralayarak bu hale getirmemiş olsaydı... "Halbuki..." diyordu. Evet, bilirdi ki, ona sükûn ve şiir ne kadar lazımsa ruhunda fırtınayı, karanlığı, esrarı da öyle derin bir özleyiş vardır. Bu sükûn devrelerinden sonra şimşek ve yıldırıma muhtaç olacağını bildiği için başını eğerek, "Hâlbuki..." diyordu.
Sayfa 90
·
33 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.