Gönderi

Ulus Baker'le ilgili şimdilik son yazıdır. Keyifli okumalar... KES KULAKLARI, GEÇİR SİCİME… Ulus Baker’in babası Sedat Baker ruh bilimci bir doktordur. Kıbrıs savaşı zamanında çalıştığı hastaneye yaralı askerler tedavi edilmesi için getirilir. O sırada Ulus ise babasının yanında oturup, çocuk haliyle getirilen yaralıları ve tedavi sürecini izlemektedir. Bir gün bir bacağı parçalanmış, yirmi yaşlarında, yaralı bir genç getirilir. Bacağı paramparça ve iğrençtir. Konuşmasından anladıkları kadarıyla doğu illerinin birindendir. Anestezi falan olmadan gencin bacağını dikerler. Ağrısı dinsin ve sussun diye bir iğne vurup beklemeye başlarlar. Genç bir türlü susmamakta, ‘’Kulaklarım, kulaklarım…’’diye bağırarak hastanenin koridorlarını inletmektedir. Ulusun babası önce gencin kulaklarının, havan mermisinin sesinden zarar gördüğünü düşünür. Ulus bu sesi çok iyi bilmektedir. Çünkü bu mermi, annesinin üzerinden, anneannesinin ise birkaç santim yakınından geçerek Ulus’un yatağını parçalar ve yere saplanır. Neyse ki patlamaz. Gencin hastanedeki çığlıkları diğer yaralıların psikolojisini alt üst etmektedir. Tabii ki Ulusun da… Çığlıklara dayanamayan Sedat Baker gence birkaç tokat vurup sorular sormaya başlar. Savaştan dolayı psikolojisinin bozulduğunu düşünür. ‘’Kulakların sapasağlam, bir şey yok kulaklarında, niye bağırıyorsun, anlat ne oldu sana?’’ ‘’Komandoyum ben, taşlık araziye paraşütle attılar bizi, arkadaşlarımın kiminin ayağı kırıldı, bana bir şey olmadı. Orada öldürdüğüm düşmanların kulaklarını kesip bir ipe takmıştım, onları kaybettim. Köye götürecektim onları ben. Kulaklarım, kulaklarım, kulaklarımı bulun bana…’’ Psikiyatrist babası gibi Ulus’ta gencin kafayı yediğini anlar. Bu olayı yıllar sonra ‘’Kum güzeli’’yazısında ( bana göre şiir) şöyle yazacaktır Ulus; ‘’Kes kulakları, geçir bir sicime… Ama kaybetme… Başka ne göstereceksin savaşa dair?’’ Bunalımlı bir çocukluk geçirmiş olmasından mıdır bilemem, kadehsiz kalmamıştır Ulus. Bir önceki yazımda Ulus’un votkasını yazdım diye yüzlerce hakaret ve küfüre maruz kalmış olmam umurumda olmayacak fakat içlerinden şu cümle çok dikkatimi çekti; ‘’Dinsiz bir ayyaştan başka yazacak birini bulamadın mı?’’ Yorum yapmıyorum. Bu paylaşımın altına Ulus’un ‘’Kum Güzeli’’ şiirini ve bu yazıma kaynak olan ‘’Duymak İçin Yapılmamış Kulaklar’’ yazısını okumanız için bırakıyorum değerli dostlar. Saygılarımla… [Bekir Yıldız] ****************************** Duymak İçin Yapılmamış Kulaklar Ulus Baker Kim demiş onüç ondört yaşların savaş kaldıramayacağını günümüz dünyasında? Ben de savaş yaralarımı bu öyküye ertelemişim... Ve o yaralar bende kalacak, öfkeyle parlatacağım onları herşeyin yüzeyinde, yapışkan bir toz tabakası gibi... Eve düşen patlamamış bomba --komünistlerle devrik Makarios taraftarları, faşistler onları savaşmaları ya da ölmeleri için zincirlerle havan toplarına bağlamışken, emniyet pimleri çekilmemiş mermiler yağdırıyorlardı Lefkoşa'nın Türk kesimine... Evet. Eve düşen, annemin tepesinden, büyükannenin birkaç santimetre yanından geçerek yaklaşık iki saat önce beni yatırdıkları yatağı biçerek yere saplanan patlamamış bir bomba, galiba güçlü bir havan mermisi (düşerken sesleri giderek tizleşir --cviiiiift gibisinden...) birkaç gün sonra çıkarılırken Girne kapısına kadar koşarak oradan kaçan ben, hâlâ nefes nefese, o öyküyü anlatacak gücü kendimde bulmalıyım... Öykü, o sıralar hastanede -bir hekim kılığında, bembeyaz ve kana bulanarak-- kapana kısılmış babamın mirasıdır ve ben, onu anlatmalıyım... Emniyet kemerlerinizi bağlayın lütfen... "Kulaklarım! Kulaklarım!" Diye bağırarak getirildi... Ondokuz yirmi yaşlarında, doğulu delikanlı... Sağ bacağı kanlar içinde, iğrenç, inanılmaz, paramparça... Doktoru kan çeker önce... Anestezisiz diktiler ve iğne vurup susmasını beklediler. Susmadı: "Kulaklarım! Kulaklarım!..." Haykırışlarının hastane koridorlarında işi henüz bitirilmemiş kurbanlık gibi, kimi sedyede, kimi battaniyeler üstünde bekleyen kahramanların moralini bozması katlanılamaz bir durumdur. Savaşın o gizli biçki-dikiş ahlâkının şu diğer kahramanları, neşterli ve her bakımdan alkollü hekimler, defalarca kulaklarını kontrol etmelerine karşın (yakına düşen, ya da yakından salıverilen bir top mermisi mi acaba?), darmadağın bacağı dışında "sapasağlam" teşhisi koymaktan başka bir şey yapamıyorlar... Ses çınlıyor hastanenin üst katlarına doğru yankılanarak: "Kulaklarım! Kulaklarım!..." Ah! Artık psikiyatrik bir vak'a olsa gerek bu. Bir harb psikozu... Psikiyatristin muayenesi daha da zor ve sürüncemelidir... Birkaç tokat, biraz telkin: "Nerelisin sen evlâdım?" Tercüme: Hangi cehennemden geldin? Hangi cehenneme gidiyorsun? "Ne diyorsun sen, bir şey yok kulaklarında... Sapasağlam ikisi de..." Ah! Psikiyatrik bir vak'a bile değil bu... Oğlan, basbayağı... Yemiş kafayı... Ve yoğun, zor, anlaşılmaz bir diyalog, hoyratça, kulakları tedavi edecektir: "Kulaklarım! Kulaklarım!" Hangi kulaklar? Köyde bekliyorlar... Komandoyum ben... Göğüs göğüse... Taşlık araziye attılar beni paraşütle... Çoğu arkadaşın bacağı kırıldı... Bana bir şey olmadı... Kulaklarımı kaybettim ben... Öldürdüklerimden kestiğim... Bir sicime dizmiştim onları... Köyden beklerler... Kulaksız nasıl dönerim ben? Bu satırları yazarken bilgisayar ekranının karşısında gözlerim yoruluyor, kara deliklere düşüyorum, erişilmez bir süratle... Bunları yazdığım için saldıranlar da olur... Dilim yorulacak... Mirasını savunurum pederin... Ama ben, bir Temmuz günü, ondört yaşındayken, daha kesin olarak söyleyeyim, 26 Temmuz 1974'ün ateşkes kurşunlarının vızıldamasını durduramayan yoğun, katı, renksiz, ceset kokulu bir akşamında (yağmur yağıyor muydu hâlâ?) bu öyküyü kendi kulaklarımla işittim... Kulaklarım! Kulaklarım! ********************************** Kum Güzeli Ulus Baker En elde edilmemiş şiirdin sen. Kuşluk vakti yazılanlardan... Bıkkın bir rahibin, bir sabah, yorgun bir vezirin akşamın alacakaranlığında muhtemelen yazacağı... Masadan doymadan kalkmış gibi okunmalı... güzelsin... Uzaktan zor seçilebilir bir harf... Hayır hayır! Şimdi anlıyorum... Gizli bir rakam, Kabala'dan... kumun üzerine çizilen... Çöldeyiz ve başka bir yerde değiliz... ama güzelsin... Dansederken göğüsleri sallanan kadınlardan, karadelikleri saatlerce uçuşup duranlardan, sessiz sitemleri kargaşada bile belli olanlardan tırsma öyle kolay kolay... Öyleyse bu bir nasihat... çünkü güzelsin... Onlar bitecekler: Çizgi roman gibi kolayca, tatile çıkarken boşanan yağmur gibi apansız, menemen pişirmek gibi aceleyle... hâlâ güzelsin... İskemle hasır ve ayaklarında yatay, ayaklarını dizlerini böğrüne çekmeye razı olarak basabileceğin yatay tahta çubuklar... Rahatına düşkün keyiften uzak Osmanlı "effendi"sinin (ephendi?) garip kahvehane illeti bu iskemleler... Otur o illete gerçekten, çekinmeden, sereserpe... orada güzelsin... Yılgın geçilir sokaklardan, kuş gibi değil, işportacı kertenkeleler gibi de değil... Ağır aksak, akşam dörtten sonra yaz günü... Akşam mı? O kayıtsızdır... Bildiği gibi değişir, geçer, gider... güzelsin... Kes kulakları, geçir bir sicime... Ama kaybetme... Başka ne göstereceksin savaşa dair? Kara delikler işitmiş bu öyküyü... Islanarak... Ama güzeller... Kalp kalbe karşı... Bir arkadaşın evinde... Çiçekmiş... Hemen uzmanı geçindim. Ah! O güneş ister. Ah! Bol su asla olmaz. Oysa hiç anlamam çiçekten... Devetabanını pazı sanabilirim... Neden yaptım bunu? Çiçeğin adı sardı beni... Çünkü güzelsin... Sözlerine delik kulağım... Özürlere sağır... Kör bir kuyu olacağım... Sen ise, güzelsin... Güzel sözcüğünü senden başkasına lâyık göremem... Ama bir önceki cümlede görmüş olabilirim... Aldırma, güzelsin... Mikroskop mucidi Leeuwenkoek dostu ressam Vermeer'e "su böyle işte ve başka türlü değil" demiş... Bir öpüş damlasında milyarlarca gözle görülmez yaratık... Ressamın tarafını tutuyorum... Çünkü, güzelsin... Birkaç tel beyaz... Bizi gazlamaz... Sakınmazsın görüntünü, biliyorum... Çünkü güzelsin... Mikroskopun mucidi Leeuvvenhoek, aynı günde doğdukları, hep komşuluk yaşadıkları dostu ressam Vermeer'e bir su damlası gösterip, "su işte böyle ve değil başka türlü" demiş... Bir öpüş damlasında kanyuvarları... Mucidin tarafım tutsam da... Sen güzelsin... Teleskopla bulamadım... Mikroskopla bulacağım... Ayın yüzeyinin de bir dokusu var elbet... Gözenekler, sivilceler... Onlarla çok güzelsin... Neo-liberalizm, ruhçuluk, tarikat, entellektüel, ordu, çok-insansız şirketler, öykü yazarları, kestaneyi çizdirenler, uzaktan bakanlar, Şemdinliler, tavşan falcıları, kurban sömürgenleri, onmaz kuşkuculuk, araba tamircileri, taksitle alın tutkumu, hadi... Kazık ve pazarlık... Ama son kumarım sensin... Sen, güzelsin... Sen, güzelsin... Kuraldışı... Bastıbacak... Minicik... Ama sen, güzelsin... Kapımın eşiği, gözümün bakışı, son ruhsal tatil, duruşum, bozuluşumsun... Pazarlık etmem... Markette yoksun... Reklamın yok! Gerçekten... Güzelsin... Kedi sakladım senden, öykü sakladım, belki bunu da saklayacağım... İhanet... Ama sen, güzelsin... Ruhumu saran sacayağı, gözümün bağı, son ruhsal kaatil, ölümüm, mahvoluşumsun... Cazgırlık etmem... Gönlünde yokum... Aşkımız, yok! Gerçekten... Güzeldin...
Ulus Baker
Ulus Baker
·
127 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.