Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

VAR MI SİZİN DE BÖYLE CİNNETLERİNİZ? “Deliler ile benim aramdaki tek fark, onların bunu kabullenmemesidir. Oysa ben biliyorum deli olduğumu.” diyor, sürrealist ressam Salvador Dali. Dünyanın büyük çoğunluğu onun deli olduğuna, geri kalanıysa dahi olduğuna inanıyor. Hem deli olmak, dahi olmaya engel mi? Ya da tam tersi; dehalar da bir gün deliremez mi? Delirme hakkı yok mudur insanların? Sıradan bir zeka nereye kadar hayal edebilir, ne yaratabilir, ne üretebilir, nesneyi nasıl algılar, nasıl tanımlar? Oysa deliler cesurdur, mert ve zekidir. Zekâ, deliliğin ta kendisidir! Faydacılıktan ve sahtekârlıktan uzak, canlı olanla olmayan arasındaki bağdır. Dünyanın en zeki adamı olarak kabul edilen Einstein; “Delilik, kuşkusuz aptallıktan daha iyidir. Delilik, var olan bir zekânın yok oluşudur. Aptallıksa, var olmamış bir zekânın, var olmamaya devam edişidir.” derken, yanılmış olabilir mi? İnsanoğlunun tüm zincirlerini kırmasını ve salt özgürlüğe kavuşmasını sağlayan konumun delilik olduğunu Erasmus da söylememiş midir? Kulağını kesip bir fahişeye verdikten sonra, Van Gogh ne kaybetmiştir Van Gogh’luğundan? İnsanların, deliliklerinde bile son derece bilinçli olması gerektiği bir dünyada acımasız, saçma sapan söylemlere inanmaya hazır olmaları dehşet verici. Bu algı durumu tüm dünya genelinde böyle aslında, bunun bilincindeyiz. Ancak bilincinde olmak pek de avutucu bir gerekçe değil. Dehşet her geçen gün hızla büyüyor. Uykularımız tedirgin, belki de en çok güvende olanlar, sadece en paranoyak olanlarımız. Eğer herkese kayıtsız şartsız güveniyorsak, her çeşit kötülükle karşılaşmamız mümkün. Etrafımızdaki çember gittikçe daralıyor. Bazılarımız farkındayız ve bu farkındalık bizi mutsuz kılmaya fazlasıyla yetiyor. Deleuze, delilerin ‘hiçbir toplumsal bağı olmayan, saf bireysel arzu akışı üreten, kapitalist kodlamanın dışında kalan devrimciler’ olduklarını savunur. Devrimci olup olmadıkları tartışılabilir delilerin belki, ancak, toplumsal kodlamanın dışında kalan bir çeşit özgürlük alanına sahip oldukları tartışmasız bir gerçektir. Çoğunluklara göre; tanımadığınız insanlar için acı çekebiliyorsanız, delinin tekisinizdir. Sömürülmeyi reddediyorsanız, delisinizdir. Sorguluyorsanız delisinizdir, algılıyorsanız delisinizdir, duyarlıysanız, tepkiliyseniz delisinizdir, farklıysanız delisinizdir, anarşistseniz delisinizdir en kestirmesinden... İnsanoğlunun tüm zincirlerini kırmasını ve salt özgürlüğe kavuşmasını sağlayan konumun ‘Delilik’ olduğundan bahseder Erasmus da. Aklın en geliştirilmiş hapishane olduğunun bilinciyle; delilik bizi tamamen özgürleştirmemişse, hala varsa ufak tefek akıl kırıntıları, henüz delilik mertebesine ulaşamamış olduğumuzu da biliriz. Ve yine Erasmus; “Deliliği tanımlamak, ona sınırlar çizmektir, oysa deliliğin kudretinin sınırı yoktur. Onda ne cila, ne de riya olabilir. Kalbinde bulunmayan bir hissin görüntüsü hiçbir zaman alnında da görülemez. Ve nihayet her yerde o kadar kendine benzer ki; bilge rolü oynamayı ve öyle görünmeyi çok isteyenler de dahil olmak üzere; kimse deliliği saklayamaz.” derken, yine çok haklıdır. Deliliği bir noksanlık ve kusur olarak görenlerin, delilere ait sanat yapıtları karşısında hayranlıktan adeta dillerinin tutulması da incelenmesi gereken ayrı bir paradokstur. Özellikle ‘Sürrealist’ (gerçeküstü) sanat kuramcıları ‘Delilik’ öznesini ve onun nesnesi olan ‘Deli’yi sanatsal üretime dahil ettiğinden beri; delilik sanatla bütünleşerek, sanata, alışılagelmişin dışında bir boyut kazandırmıştır. Açıkça bilindiği gibi özellikle şizofren sanatçıların yapıtları ‘Realizm’ ve ‘Akılcılık’ gibi karşıt kavramları yerle bir etmiş, dimağlarda algı hezeyanı yaratmıştır. Çünkü deli bir sanatçı, sanatsal yapıtlarında kendi psikozunu dışavurmayı başarabilir. Deli bir sanatçı içinde bulunduğu psikozu mükemmel biçimde ifade edebilir. Kullandıkları imgeler tamamen doğaçlama ve bilinç ötesidir. Bunun içindir ki; bir tekrarları yoktur, taklit edilemezler. Kural, teknik, sembol ve simgeler deliler için hiçbir anlam ifade etmez. Deliler simgesel yaşam alanlarını, sadece kendilerine ait olan özgün imgelerle ‘özgürce’ doldururlar. Çünkü imge, onların bireysel gerçeklerinin biricik yansımasıdır. Gerçeküstücülük akımının kurucularından şair Andre Breton, bu halleri “Gerçeküstücülüğün içerdiği ruh hali, çocukluğun en iyi günlerini coşkun şekilde yeniden yaşamaktır. Çünkü hakiki bir yaşama en çok yaklaşan, çocukluğumuzdur.” terimleriyle tanımlar. Çocukluk en saf halidir insanoğlunun ve gerçeküstü imgelerle doludur, bütün çocukların hayal dünyaları. Deliler deliliklerini saklamaz, özgürce sergilerler. Bu sebeple de sanat harikaları yarattıkları sanatsal bir gerçekliktir. Delilik sanatın fantezi alanını oluştururken, sonradan evrilerek, yaşamın da fantezi alanını oluşturabilmektedir kolaylıkla. Psikiyatrik öykü ve deneyimlerin sanata kaydırılıp üretime dahil edilmesi, bu sebeple sanata yadsınamaz bir farklılık, boyut ve derinlik katmıştır. Sözcüklerle ifade edilemeyen ‘alt bilinç’ imgelerle ortaya çıkmış; özgün ifadeyle yaratılan delilik ürünleri, simgesel düzeyin katı yasalarına karşı sanatsal bir tehdit oluşturmuştur. İntiharı seçen nevrotik sanatçıların ölümünden sonra ünlü olmak, yaşarken şan, şöhret, servet kazanmak ya da sanatının ölümsüzleşmesi gibi amaçları yoktur. Beğenilip beğenilmemek gibi kaygıları da yoktur. Onlar sadece psikozlarını dışarıya aktarmakla meşguldürler. İstedikleri tek şey; yapacaklarını yapıp bitirmek ve arkalarını dönerek, çekip gitmektir. Freud’yan olmamakla birlikte, üstün sanatçılığı nevrotik durumla ilişkilendiren Freud’u (bu konuda) haklı bulduğumu belirtlemeliyim. (Bilindiği gibi; kendisi de ölümün ‘delilik sonucu’ olarak tanımladığı şeklini seçmiş; 1939 yılında bir meslektaşının yardımıyla aşırı dozda morfin alarak, kendi isteğiyle son vermiştir yaşamına.) Freud’un savunduğu gibi; özgün sanatçılarda delilik olma olasılığının yüksek olduğu doğrudur. Üstün yetenek sahibi olan kişilerin, depresyona meyilli oldukları da bir gerçekliktir. Çünkü deliler toplumun kurallarına uymazlar, onlar farklı bir gerçeklik alanında yaşarlar. Sözcükler, nesneler, olaylar, mekanlar arasında diğer insanlardan daha farklı bağlar kurarlar. Her birinin algısı bir diğerinden farklı olduğundan ötürü biriciktir, tektir, değerlidir. Bu sebeple Freud’un üstün sanatçılığı nevrotiklerle ilişkilendirmesine katılıyorum; nevrotik kişilerin sanatı gerçekten de diğerlerinden daha özgün ve (yine Freud’un deyimiyle) ‘tuhaf bir biçimde’ saygındır çünkü. Bunu fark etmeden yapıyor olsa da, kendisinde var olmayan bazı geçerliliklerin yerini sanatı sayesinde kazandığı saygınlıkla dengeleyerek, dünyasını kontrol altına almayı başarabilen kişidir, psikozlu sanatçı. Yine Freud tarafından tanımlanan ve ‘Libido’nun analogu olan ‘Mortido’ da ölüm içgüdüsüne ait bir enerji şeklini tarif eder. Yoğun psişik bunalımlar, büyük yalnızlıklar, yaratıcı melankoli süreçleri ve art arda geçirilen şoklar sebebiyle, ‘kriz öncesi krizler’ olarak tanımlanan süreçte baskın olan ‘ölüm isteği’ gibi. Son derece karmaşık olduğu bilinen İd gerilimlerini denetim altına tutmak görevi ise Ego’nun sorumluluğundadır. Kimi insanlar ‘kendilerince uygun niteliklerdeki’ insan formlarına benzemeye çalışırlar. İdealler edinirler, kişisel gelişimlerine önem verirler, üretimin içinde yer alırlar. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ayırt edebilme bilincine sahiptirler. Ego, İd’in kişiyi içselliğe çekmesini, zedelemesini engellemekle görevli, ‘bilinçli’ olan enerjidir. İd, ölçü tanımayan, frenlenemeyen ilkel güdülerimizdir ve çoğu zaman İd bilinçdışı yollarla varlık gösterir. Kişiliğin en üst kademesi olan Süperego ise, kişiliğin sosyal normlara uydurulmuş kademeleri olup, bilinç seviyesinde varlık göstererek olası tehlikelerden uzaklaştırmakla kalmayıp; kişiyi ‘yüceltmek’ görevini de üstlenmiştir. İd’in derinliklerinde genelde saldırganlık, öfke, keder, yıkıcılık, isyan duyguları öne çıkar. Her ne kadar Ego bu yıkıcı dürtüleri kontrol eden bilinçli mekanizma olarak her insanda varlık gösterse de, İd zaman zaman Ego’ya egemen olabilir. ‘Normal’ kabul edilen bir kişi kendisinin ve sevdiklerinin varoluşunu, saygınlığını ya da hayatını tehdit eden bir durum karşısında koruma içgüdüsüyle saldırganlaşabiliyorsa ve bu saldırganlaşma durumu mantıksal ve haklı bir tepki olarak görülüyorsa; bazen de o saldırganlaşabilme durumu hiçbir sebep olmadan da meydana gelebilir. Eğer verilen tepki sebepsiz ve fazla abartlıysa, o noktada, bu davranış ‘antisosyal- sosyopatik’ bir kişilik yapısına işaret eder. Geçerli bir neden varken, kişinin tepkisiz kalması ise, genellikle ‘yetersiz kişilik ve pasif-saldırgan kişilik’ olarak tanımlanır. İd’in tepkileri, ‘ortaya çıkardığı gücün şiddeti oranında’ kişinin ruhsal durumunu da ortaya koymaktadır. Yaşam ve Ölüm içgüdüleri aynı anda ve aynı şiddetle hareket ederler. Ego’nun harekete geçmeden önce İd’in arzularını, dıştaki gerçek dünya gibi enerji sistemlerini ve bu sistemlerin gereksinimlerini de kontrol etmesi gerekir. Bunun içindir ki, İd ve Ego’nun çatıştığı alanlarda sıklıkla hayal gerçeğe değer. Ölüm ve süreklilik yaşamı belirlediğinden; insanlar bu paradoks sebebiyle farkında olmasalar da deliliğe yakın yaşarlar. Böyle hallerde hayal ve gerçek iç içe, yaşam ve ölüm iç içe geçer. Hayalin gerçeğe değdiği noktada; ‘Deli’ ve ‘Deha’ tanımlarının kaynaşıp birbirinin içinde erimesinin intihara zemin hazırlayabilmesi elbette mümkündür. Bazı insanlar içinse ölüm hakiki bir dosttur, dinginlik sunar ve “çok yorgunum, dinlenmek istiyorum artık.” diyen kişiyi şefkatle kucaklayacağı umulur. Her şeyin sürekli ve hızla değiştiği bir dünyada, deli ya da akıllı; anlaşılamasa da kendini ifade etmeye çalışmayan insan olduğuna inanmıyorum. Yaşam ve algı biçimlerimiz sürekli değişmektedir. Kendi bakış açımızla algılarız dünyayı, bir başkasının bakış açısına istesek de sahip olamayız. Dünyamız, kendi algımızın yeterliliğiyle sınırlıdır. Zamanla birlikte nesnenin anlamı ve öznenin pozisyonu da sürekli olarak değişim göstererek evrilir. Aslında sürekli olarak kendini tekrardan ibarettir, sürekli yeniden üretilir. Bunu yaparken tüm zıtlık ve çelişkileri olumlayarak, zıtlıkların ve çelişkilerin sonucunda varılan noktanın da asla sabit olamayacağını, sürekli evrilen çelişki ve zıtlıklardan kaçılamayacağı gerçeğini tanımlar. Zaman, dairesel devinimlerle sürekli olarak kendini tekrarlamaktadır.Bazı bilinçler, bazı günler çok küçük bir çelişki için bile ölmek isteyebilir. Ve bunu yapmaları için mutlaka ‘teşhis edilmiş’ bir deli olmaları da gerekmez. Aksine, bazı durumlarda kişinin akıl sağlığının yerinde olması ve aklını kendisinden yana kullanması bile yeterlidir, ölümü istemek için… Ölüm, en büyük terördür özünde; herkes için ürkütücü olduğu gibi herkes için kaçınılmazdır. Schopenhauer, yaşamı, ‘ölümden alınan bir borç’ olarak tanımlar. İnsanın her an ölümle iç içe yaşadığını ve ölümle mutlaka karşılaşacağını söyler. Dünyanın gelip geçici görüntülerden başka bir şey olmadığı tezini savunur. Yönetmen Tarkovsky ise; “Sanıldığının aksine, sanatın işlevsel amacı düşünmeyi teşvik etmek, bir düşünce iletmek ya da bir örnek oluşturmak değildir. Hayır. Sanatın amacı, daha çok, insanı ölüme hazırlamak, onu iç dünyasının en gizli köşesinden vurmaktır. Bu nedenle benim mesleki görevim özgün, bireysel bir zaman akışı yaratmak, içimde varolan dalgın hayallere kapılmışlık ritminden taşan, coşan, hareket ritimlerine kadar uzanan, özgün zaman duygumu yansıtmaktır.” sözcükleriyle özetler, sanat ve ölüm hakkındaki düşüncesini. Felsefenin, ‘ölmeyi öğrenmek sanatı’ olduğunu söyleyen felsefeye oldukça yakındır Tarkovsky’nin düşünceleri. Bense, felsefenin, ‘ölmeyi öğrenme sanatı’ olduğu kadar; bizlere ‘yaşamı da öğretebilen bir sanat’ olduğuna inanıyorum. Felsefe bize araştırmayı, sormayı, sorgulamayı, çözüm üretmeyi, kanıtlamayı, bilgiyi, bilginin sınırlarını; gerçeği, gerçeğin tanımını; düşünce ve düşüncenin doğasını; varlık-zaman-mekan uzamını, yaşamı, yaşam algısını, bireyi, kendimizi öğretebilir. Ölümü öğrenmekte yetkin olan gücü, yaşamı öğrenmek için de kullanılabilinir, felsefenin. Felsefede sadece araştırmak ve sorgulamak yeterli değildir. Merak edilip sorgulanan konulara sistemli bir açıklama sunmakla da yükümlüdür felsefe. Düşünce ve mantık bilimidir. Her şey hakkında, ‘olabildiğince çok şey bilmek sanatı’ olarak da tanımlanabilir. Bilinmeyenden yola çıkarak bilinmeyeni sorgular. Yaşam da aslında hiç de bize öğretildiği gibi değildir. Yaşam da en az ölüm kadar kapsamlı bir bilinmezliktir. Realitesini yaşadıkça öğrenebiliriz ancak. Öğrenebilme yetimiz ise, yine kendi algımızla sınırlıdır. Kendi bakış açımızla algıladığımız dünyayı anlatırken, yine kendimizden yardım alırız. İkincil ve çoğula, ya da nesneye ait olduğunu sandığımız her bilgi, aslında öncelikli olarak kendimizden elde ettiğimiz bilgilerdir. Yaşam karmaşası denilen telaş içerisinde kendimizden yola çıkarak, kendimizi anlatmaya çalışırız. Adına ‘hayat’ dediğimiz ve kendi yarattığımız bir illüzyonun içinde yaşamaktayızdır. Kendi yaşam alanımızı kendimiz yaratırız. Bu alanda yaşarken, bazen farkında olmadan tasarladıklarımızın esiri olup olmaması gerekenleri yapar, olması gerekenleri yapmadığımız da olur. Sonra da gerçeği bulmak adına, hayatı içinden çıkılamaz hale getirip, bocalamakla tüketiriz çoğu kez. Oysaki aradığımız ipuçları, en sade ve en basit olanda saklıdır. Çok karmaşık sanılan şeyler bir o kadar basittir. Önemli olan işaret parmağının ucuna değil, işaretlediği yere bakabilmek ve görebilmektir. Görebilmek önemlidir. Göremeyen bir insan, bir başka insanın edindiği deneyimlerden doğan gerçekleri insanlara anlatabilmek uğruna çektiği acılara karşı tamamen duyarsızdır çünkü. Günün birinde yaşadıklarımız artık ‘geçmiş zaman’ olduğunda, daha net anlamaya başlarız gerçekleri. Zamanda geri dönüşler yapabilip, yepyeni söylemler yaratabileceğimizi fark ederiz. Yeni, yepyeni söylemler. Evrende hiçbir şeyin durağan olmadığı bilinciyle bakarsak çevremize, kendi içimizde de pek çok değişim yaşadığımızı fark ederiz. Bunları hissedebilmek bizi ‘İnsan’ yapıyor. Bazen kimliği belirsiz bir dünyaya seslenircesine soyut; bazen elle tutulurcasına somut; her canlı bir şekilde ifade eder kendini. Sözle, bakışla, sesle, tavırla, yazıyla, kokuyla, resimle, şiirle, heykelle, haykırışla, susuşla, alkışla, küfürle, protestoyla… Kimi zaman, ‘İntihar’ da bir ifade biçimi olabiliyor. Şu, ya da bu şekilde ve sadece insan değil, her canlı çeşitli yöntemlerle ifade ediyor kendini. Araştırmalarla birlikte; tanıklıklarım, şahsi deneyim ve bilgilerime dayanarak değinmeye çalıştığım ve oldukça aşina olduğum ‘İntihar Psikolojisi’ni hep anlamışımdır aslında. Gözlemlerime dayanarak, intiharı arzulamanın ‘mutlaka’ delilikle doğrudan ilgili olmadığını da söyleyebilirim. Aksine, hayatı boyunca intiharı hiç düşünmemiş insanlar da günün birinde intihar edebiliyor. Delilik şöyle dursun; tam tersine, intihar edenlerin çoğunun yaşamın anlamını en akılcı olanlardan çok daha derinden kavradıkları da açıkça ortada. Albert Camus’un; “Yaşamın yaşanmaya değer olup olmadığını sorgulamak, felsefenin temel sorusunu yanıtlamaktır.” sözlerinde olduğu gibi; yaşam ve ölüm kadar, intiharın da mutlak bir felsefesi vardır. En coşkulu, neşeli, sorunsuz, uyumlu ve hayata sıkı sıkıya bağlı insanlar bile intiharla son verebiliyor yaşamına. İntiharı düşünmek için mutlaka şizofren, nevrotik, depresif, manik, tremens, nevrastenik ya da melankolik olmak gerekmiyor. Her ‘normal’ insanın kendi yaşamından vazgeçmeyi tercih edecek kadar umutsuz olduğu ve acı çektiği anlar olabilir. ‘Şey’lerin bir anda silinip, yok olmasını isteyebilir kişi. Çok seslenmiştir, ama çığlıklarına sadece kendi sesinin yankısı cevap vermiştir belki de. Bir başına kalmışlık duygusu, yarınların hiç gelmeyeceğini düşünmek, gelse bile pek bir şeyin değişmeyeceği duygusuna kapılmak, hayal kırıklıkları, derin mutsuzluklar, yoksunluk ve doygunluklar hepimiz için geçerli değil midir? Bazen çılgıncasına köpüren denizler kadar ürkünç, bazen de durgun sulardan daha durağan olan hayata, bizler ne kadar bağlıyız? Hangimiz sert düşüşler yaşamadık ki? Hangimiz hiç geçirmedik aklımızdan ölümü? İntiharı bir kez bile düşünmemiş olanların, hayatı tam anlamıyla kavrayamadıklarına inanıyorum. Her zaman olduğu gibi; yolunda giden işler ve yolunda gitmeyen işler var insan hayatlarında; yenilgiyi göze alabilmeyi de bilmek gerek. Hep de başaracağız diye bir zorunluluğumuz yok. Başarının bir ölçütü de yok, çünkü kişi nerede duracağını bilemez oluyor. Yenilgi ise, bir anlamda insanın rehberi gibi, fakat elbette herkes yenilgiyi olgunlukla karşılayamıyor. 1945’te Sovyet militanlarının eline geçmemek için kendisini tabancayla ağzından vurarak ölen Adolf Hitler tarzı intiharları düşününce anlıyoruz ki; ‘yenilgi’ de bazen insanların intiharına sebep olabiliyor. Her ne kadar dünya tarihinin en büyük psikopatlarından biri olarak bilinse de, kararlılığı insanı dehşete düşürecek kadar barizdir. Günümüz dünyasında onun tüyler ürperten faşizmini yadırgayanların, ne yazık ki, neredeyse Hitler faşizmini aratacak kadar faşist olmaları ise, yine bir paradoks olarak karşımıza çıkmaktadır ayrıca. Yenilgi ile ilişkilendirilen intiharlara milattan önce 197 yılında, girdiği bir savaşta mağlup olduğu için kendini öldüren Roma İmparatoru Cloudius Albinus ve Kartaca Komutanı Hannibal Barca da örnek verilebilir. Büyük zaferlerle dolu bir hayatı olan Kartaca’lı Hannibal Barca, ‘Zama Savaşı’nda Roma’lılara yenilince gönüllü olarak sürgüne gider. Sürgün yaşadığı ülke tarafından ihanete uğrayıp Roma’lılara teslim edileceğini anladığındaysa, yüzüğünde taşıdığı zehri içerek intihar eder M.Ö.183 yılında. Sonuç olarak bütün insanlarda ruh hali değişiklikleri olduğunu hepimiz biliyoruz. İnsan bazen iyice bastırılmış bir ruh hali içindeyken; bazen de kendini son derece coşkulu, heyecanlı ve zinde hissedebilir. Bir gün önce her şey ona külfet görünüyorken, aynı şey ertesi gün ona sevinç verebilir. Psikiyatrlar ise bu gibi değişken ruh hallerine genel olarak ‘Bipolar bozukluk’ diyorlar. Bir diğer deyişle, deliliğin halleri… Benzeri tespitler dünya nüfusunun yüzde doksanının deli olduğunu düşündürüyor. Geri kalan yüzde onluk tabakayı çok merak ediyorum. Onlar acaba nasıl varlıklar? Duyuları var mıdır? Alışkanlıkları nelerdir? Nasıl yerler, nasıl içerler, nasıl uyurlar, nasıl konuşur, nasıl sevişir, nasıl öpüşür, nasıl yaşarlar? Nasıl algılarlar nesneyi? Aşk, sevgi, öfke, nefret, şiddet gibi duygulara sahip midirler? Kendilerinin farkında olan insanlar deliliklerini hayatlarındaki stresli olaylarla ilişkilendirip bu streslerden uzak durarak, delilikleriyle başa çıkmaya çalışırlar genelde. İrade gücüyle dengeleri bozulmuş olan duyumsama durumunu kontrol altına almayı başarsa da kişi, aslında delilik yok olmamıştır; bir köşeye çekilmiş, ortaya çıkmayı beklemektedir sadece. İnsanoğlu, aslında çeşitli paradokslar içinde debelenerek, yaşam boyunca delilikle iç içe yaşamakta olduğunun farkına varmaz. Psikiyatristler bireysel deliliği sınırlama konusunda destek sağlarken, aynı zamanda, ‘totaliter kolektif delilik’le uyum sağlamaya yöneltirler kişiyi. Farklı olan ve farklılığı başkalarına batmakta olan kişilerin; ‘normal’i tanımlayan toplumun buyruğunda hareket ederek, toplumla uyumlu hale gelmesini sağlarlar. O kişileri normal insanlar gibi mutlu olduklarına, normal insanlar kadar mutlu olabilmeleri için önlerinde hiçbir engel olmadığına inandırmaya çalışırlar. Oysaki ilaçlarla bastırılarak ortaya çıkması engelleniyor olunsa da; eğer delilik varsa vardır, yok edilemez. Ancak inanıyorum ki ara sıra ‘delirme hakkı’ olmalıdır insanların. Delilik, gerekli hallerde sığınılacak; güvenli, kuytu bir köşe gibi... Kendi sınırlarını belirlemek ve kendi belirlediğin sınırlarla yaşamak oldukça ‘normal’ görünüyor gözüme. İzole olmak isterse eğer kişi, bunu yapabilme hakkı olmalı diye düşünüyorum. İzolasyon da kişiliğin en temel ihtiyaçlarından biridir çünkü. İnsanlar, farklı buldukları insanları korku ve tehditle baskı altına
·
364 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.