Gönderi

.... Siyasi İslam’ın Atası: Osmanlı Uleması Yalnız Olan Yozlaşır Sizce neden yozlaşan inançlar dünyanın her yerinde aynı etiklere sebep oluyor? Aslında anlaşılması güç değil, güç yozlaştırır. Şimdilik dünyayı bırakalım da son günlerde özellikle de sosyal medya fenomenleri sayesinde tekrardan alevlenen “Siyasal İslam” tartışmalarının özüne inelim… 1. Aydınlanmanın çatırdaması duyuluyor Hemen yakınlarımızda bundan yaklaşık yüz yıl önce varlığını sonlandıran Osmanlıya bakalım, özellikle kuruluşundan sonra altın çağını kısa sürede yaşamaya başlayan Osmanlı, İslam’ın halifeliğini elinde tutarak cihatçı bir politika izlemişti. Ve gerçekten de yüzyıllar boyunca izlediği politika Osmanlının gelişmesine ve tüm dünya tarafından korkulan bir süper güç hale gelmesini sağladı. Osmanlının bu yıkıcı gücüne karşı, eş zamanlı şekilde Avrupa’da yeniliklerin gürültüsü duyulmaktaydı. Ardı ardına gerçekleşen haçlı seferlerinde Avrupa halkları çok büyük yaralar almıştı, seferlerin çoğunun büyük başarısızlığı sebebiyle Avrupa genel anlamda güçsüz düşmeye başlamıştı. Halkta artık kiliselere karşı olan güveninin kaybediyordu. Bu zamanlarda Avrupa’da aydınlanmanın başladığı söylenebilir. Halk pozitif bilimlere yönelmeye başlamıştı. Çünkü karşılarında direkt olarak savaşamayacakları ciddi bir askeri güç olan Osmanlı vardı. Savaşa ve kiliseye inancını kaybeden Avrupalı insanlar içerisinden sıyrılan aydınlar pozitif bilimler ile adeta yüzlerce yıl sonra Avrupa’da Yunan medeniyetinin ruhunu tekrar canlandırıyordu. Avrupa bilime nihayet yönelmeye başlamış olsun, Osmanlı ise birbirine ardı zaferler ile toprağına toprak katmaya devam etsin. Osmanlı gittiği hemen hemen hiçbir toprak parçasında soykırım ve asimilasyon politikaları izlememişti, fethedilen bölgelerdeki dini ve kültürel yapılara dokunmamıştı. Şimdilik işler hem Osmanlı hem de Osmanlının fethi ettiği topraklar için iyi gidiyor ancak yakında rüzgâr tersine dönmeye başlayacaktı. 2. Rüzgâr dindi, küreklere mi asılsak? Sultan Süleyman döneminden sonra Osmanlının fetihleri büyük oranda yavaşlamış, hatta birçok tarihçiye göre Osmanlı resmen gerileme dönemine girmişti. Osmanlının gerilemeye başlaması ile Avrupa atmosferi yumuşayacak bunun sonucunda da batı uygarlığı sağlam temellerle yükselmeye başlayacaktı. Osmanlı batının ne yaptığının pek farkında değildi, çünkü sonuçta Osmanlıydı ancak artık dünyada işler değişiyordu. Öyle ki Avrupa resmen yeni çağa geçtiği halde Osmanlı ancak 1773 yılında denizcilik mühendisliği, 1789-1795 yıllarında kara mühendisliği ve 1838’de tıbbiye açarak neredeyse Avrupa’yı 250 yıl geriden takip etmişti. Özellikle de karasal ordu anlamında bu kadar büyük bir güce sahip olan Osmanlının deniz kuvvetlerinde geride kalması 19. Yüzyıl da çok ağır bedeller olarak geri dönecekti. .Osmanlının bu tarz atılımlarda dünya standartlarında geride kalmasının en büyük nedenlerinden birisi Ulema ayak takımıydı Ulemayı bilmeyenler için açıklayacak olursak, dini bilginlerden oluşan aydın grubuydu ve doğrudan doğruya Osmanlı üzerinde büyük bir güce sahipti. Ancak ulemanın kusuru büyük ve Osmanlıya yaşatacakları korkunç olacaktı. Çünkü dünyada ilerlerken durduğu yerde sayan Osmanlı’nın nihayet gözleri açıldığında yine de yerinde durmasına sebep olacak Ulema sınıfı vardı. Öncelikle şunu belirtmeden geçemem, Ulema Osmanlının kuruluş ve yükseliş döneminde vazgeçilmez derecede önemli bir sınıftı ve gerçekten gerekliydi. Ancak daha sonraki yıllar bu vazifeye gelenlerin makam ve para hırsı sebebiyle Ulemanın niteliğini kaybetmesine daha doğrusu çağın gerisinde kalmış şekilde düşünmesine sebep olmaya başlamıştı. 2.1 Öyle ki Ulema’nın bu değişimini kaynağından direkt olarak izah etmek gerekirse. 2.1.1 İlk döneminde Ulemayı özetleyecek olursak: Mustafa Sibâî (ö.1384/1964) de “Ulemâ”yı şu şekilde tarif etmiştir; “Nasslardaki ilimleri insanlara aktaran, din ve dünya işlerinde faydalı olan âlimlerdir.” 2.1.2 Osmanlının son döneminde Ulema’yı özetleyecek olursak: İbn Teymiyye’ye (ö.728/1328) göre; “Hakikati bilmeyen ya da hakkı hakikati bilen kişileri tanımayanı “Ulemâ” olarak kabul eden kişi de cahildir.” Yani âlim kişinin, hakikati bilmesi gerektiği, hakikati bilenleri de tanıması ve fark etmesi de gerekmektedir. Buna rağmen alim olmayıp hakikatten uzak kişileri Ulema olarak kabul eden halk ve diğer kişilerde “cahildir”. 3. Ulema ve Bilim Karşıtlığı Toplumda yapılacak her türlü değişme ve gelişme için Ulemanın görüşü gerekiyordu ve Ulema artık düşündüğünüz gibi aydın kimselerden değil, tabiri caizse bir ayağı toprakta yaşlılardan oluşuyordu. Büyüklerinden gördüklerini devam ettirmek isteyen ulemanın anlamadığı şey ise artık düşüncelerinin ve bildiklerinin asırlık şeyler olduğu idi. Oysa anlaşılması gereken şey son derece basitti dünya hızla yeni bir düzene geçiyordu. Üstelik bu yeni dünya herhangi bir dine ve ideolojiye sahip olmadan sadece ve sadece bilimin ışığında kurulacaktı. O yüzden dolayı kendi gelişiminde bir ideolojiye ve dine sadık kalan milletler bu yeni dünyada yok olacak ya da her zaman 3. Sınıf insan olacaktılar. “Ulema sınıfının bilimden uzak oluşu tek sorun değildi, ulema bilimden uzak değil tam olarak onun karşısında yer alan bir düşmandı.” 3.1 Bunu da direkt kaynağından ispat edecek olursak. Mısırda eğitim görmüş olan Takiyettin (Takıyyüddin Mehmed) adındaki müneccim başı, Sultan III. Murat’ı Tophane bayırında gözlemevi kurdurmak için ikna eder, üstelik bu gözlemevi Osmanlının ilk gözlemevi olacağı için muazzam bir gelişmedir. Üstelik Takiyettin gözlemevinin kurulumunda sonra içerisinde kullanılacak araç gereçleri bizzat kendisi yapar, gökbilimiyle alakalı dönemde toparlanması zor bir kütüphane toparlar. Takiyettin kurdurduğu gözlemevi ve kütüphanede tam 5 yıl araştırmalarını sürdürür. Ancak dönemin Şeyhülislamı gökleri gözlemenin uğursuzluk getireceği ve ülkede felaketlere yol açacağını Sultan III. Murat’a bildirir. Şeyhülislamın bildirisi duyan III. Murat derhal kendi yaptırdığı bu gözlemevini donanmanın top ateşiyle yıktırır. 4. Siyasal İslam Şekil Alıyor Üstelik Ulemanın yaptığı kötülüklerin en beteri bir müneccim başının yaptığı gözlemevini yıktırmak değildir. Ulema yeri geldiğinde İslam’ı kullanarak Şeyhülislamı sık sık kendi safına çekip. Devleti Âliyye’yi kötülüğe sürükleyen kararların önünü açmaktadır. “Sultanların tahttan indirilmesi ancak fetva ile mümkün olduğundan, fetvalar sultanların dinen mürtet (dinden çıkmış) sayıldığı zamanlarda veya Abdülaziz olayında olduğu gibi, akli dengesinin üstlendiği görevi yerine getiremeye gücünün yetmediği durumlarda verilebilmiştir (Abdurrahman Şeref, 1985, s: 253).” Sultan Abdülaziz’in de tahttan indirilebilmesi için fetva alınmalıydı ve fetva, ya dini eksikliğe veya akli eksikliğe dayanarak verilebilirdi ve bu sebepten darbeciler Abdülaziz’i, dini eksiklik izafe edemedikleri için akli eksiklik izafesi ile indirebilmişlerdi, ancak bunun için gerekli olan doktor raporu mevcut değildi ve akli eksiklik sadece fetva metninde konu edilmişti. Sultan Abdülaziz’i bir askeri darbe ile indirmek isteyenler, Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın yalısında Ulema ileri gelenleri ile bir araya gelmişlerdi. Bu toplantıda Ulemadan, Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi, Kazasker Filibeli Kara Halil Efendi ve Şirvani Ahmet Hulusi Efendi yer almışlardı. Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi, bu toplantıdan önce darbeci kadro tarafından, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi konusunda ikna edilmişti. Maalesef ki Osmanlı Tarihinde Fatihten sonra Osmanlıda felsefeye meraklı bir padişah çıkmıyor. Osmanlı tamamen “Siyasal İslamcıların” eline kalıyor. Düşünmenin, dinsizliğin lafının bile geçemeyeceği bir senaryo ortaya çıkıyor. III. Selime kadar başa gelen tüm padişahlar Ulemanın dediklerinin dışına çıkmıyor. Öyle ki Batı’da 1455’te kurulan matbaayı basımevleri, Osmanlıya 20 yıl içerisinde ulaşılıyor ancak ulema sebebiyle basımevlerinin matbaaya kavuşma 1726 yılında oluyor. Özellikle matbaa çok önemli bir gelişme, zira Osmanlı devletinin varlığı sonlandırmasından sonra Türkiye Cumhuriyeti tekrar Anadolu insanını kucaklayana kadar, Atatürk eğitim reformlarını gerçekleştirene kadar Anadolu’da yaşayan Osmanlı vatandaşları kasti bir şekilde cahil olarak yaşıyorlar. Zira okuma yazma yok denecek kadar az, akranları Avrupa’da bilim ve sanatla yüceltilirken, Anadolu Osmanlısının vatandaşları ne bilim ne sanat okuma yazmayı öğrenebilecek bir imkana bile sahip değiller. Bunun nedenini de anlamak gayet basittir; Osmanlının bir Anadolu imparatorluğu değil Balkan imparatorluğuydu. Osmanlı saraylarına Anadolu’nun çocukları paşa olarak getirtilmiyordu. Osmanlı sarayı ve halk arasında çok ciddi sınırlar bulunmaktaydı. Paşalık, Sadrazamlık, Ulema gibi unvanlara kavuşabilmek için özellikle çok iyi Osmanlıca ve çevre coğrafyaların diline hâkim olmak gerekiyordu. Ancak Anadolu insanı bırakın çevre coğrafyaları, kendi payitahtlarının sarayında bile kendini ifade edemeyecek bir haldeydi. Elbette saraydakilerle konuşabilirlerdi, ancak konuşmaları onların sarayın çevresinden gelen biri olmadığını hemen ele verirdi. “Sadrazam Ali Paşa’nın toparladığı kütüphanesi, 1716 da şehit düşmesinin ardından fermanla yakılıyor. Şehit Sadrazam Ali Paşa’nın kütüphanesinin yakılmasının nedeni ise kütüphanede dini kitapların çoğunluğundan ziyade tarihi, felsefi ve astronomik kitapların bulunması.” Ulema yüzünden Osmanlı neredeyse 300 yıl boyunca yanı başındaki matbaayı kullanamıyor. Bunun sonucunda Avrupa’da o dönem milyonları bulan kitap basılırken. Çoğunluğunun Anadolu insanından oluşan Osmanlıda basılı kitap diye bir şey esamesi okunmuyor. Zaten sizin de bildiğiniz üzere, halkın yazı dili ve sarayın yazı dili farklı. Halkın okuma yazması yok denecek kadar az bu durum gerçekten içler acısı. Okuma oranları %10 bile olmayan bir Osmanlı halkı ile, kılıç kalkanına sarılıp Avrupa’nın karşısına yeniden çıkmaya çalışan bir Osmanlı… 5. Siyasal İslam Bendi “Ulemanın diğer inanç sahipleri hakkındaki görüşleri kesinlik içerir: “Putperestlerle ve kâfirlerle samimi arkadaşlık İslam ümmetine yasaktır; birbirlerine karşı durumları ışık ve karanlık gibi olan iki taraf arasında dostça ve sıkı ilişki de arzuya şayan değildir” (Lewis, 2007, s: 41).” Bu fetvadan ötürü, Anadolu insanlarının ticaret haricinde pek de yabancılarla sırnaş dolaş olmayacakları anlaşılıyor. Ancak hal böyle olunca Avrupa’da ortaya çıkan yeni meziyetlerden mahrum kalan Anadolu’da büyük eksikler yaşanıyor. Kör ve sağır bırakılan Anadolu insanından gerekli durumlarda bile fayda sağlayamayan payitaht uleması hemen yeni bir fetva çıkarır. “Tercüman ve hekimlerde gayrimüslimlerden faydalanılmasında sorun olmamasının sebebi, Devlet-i Âliyye de bu vazifelere layık olabilecek pek bir müslimin bulunmaması.” Felsefe, astronomi ve diğer çeşitli alanlarda kesin çizgi çeken Ulema sınıfı mecbur kalınca kendi bendini kırmak zorunda kalıyor. Şu kelimeleri bir daha okuyup asla unutmayalım: “Devlet-i Âliyye de bu vazifelere layık olabilecek pek bir müslimin bulunmaması” Halkın kasti olarak cahil bırakılmasından sonra, halkın diğer uygarlıklarla iletişimini sadece ticaret alanında serbest bırakıp. İlimi yerle yeksan ettikten sonra Ulema’nın çıkıp ülkede hekim yok… Tercüman yok… Yüksek makamı sürdürebilecek insan yok diye fetva yayınlaması. Sizce de ortada kocaman bir çelişki yok mu?.. Tekrar başa dönecek olursak Ulema sınıfı gerçekten Osmanlının kuruluş ve yükseliş döneminde vazgeçilmez bir sınıftı. Ulemanın Osmanlının yükselişinde katkısı büyük. Ancak bu büyüklük zamanla yerini kutsal bir vazifeden ziyade para ve unvan hırsına bırakmaya başlamıştır. Ulemanın sonraki yüzyıllarda başına gelecek kişiler nadiren aralarından gerçek aydın insanlar çıksa da görevini layıkıyla yerine getirememiştir. Ulemanın bu hareketi bir kuşun kanatlarını kırıp ardından kuş neden uçamıyor diye sormak gibi absürt bir durum, neticede siz değerli okurların çoktan bunu kavramış olduğunu varsayıyorum. Bu kısa yazımı da şu cümle ile bitirmek istiyorum, sevgiyle ve sağlıcakla kalın. “Bilimin konusu ne Tanrı’nın varlığını veya yokluğunu ne de Tanrı’nın sözlerini doğruluğunu veya yanlışlığını kanıtlamaktadır."
·
298 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.