Gönderi

Reklamcılar 1920'lerden bu yana kendi aralarındaki konuşmalarda mesleklerinin insanlara kendilerini yetersiz hissettirip sonra da ürünlerini kendi yarattıkları bu yetersizlik hissinin çözümü diye sunmak olduğunu itiraf ediyorlar. Reklamlar dost gibi görünen düşmanların şahikası - sürekli şöyle diyorlar: Bak canım, ben senin harika görünmeni/kokmanı/hissetmeni istiyorum; şu an çirkin/kokuşmuş/sefil olman beni çok üzüyor; seni ikimizin de olmanı istediğimiz kişiye dönüştürecek şey burada işte. Ha, karşılığında biraz para vermen gerektiğini söylemiş miydim? Benim tek isteğim senin hak ettiğin kişi olman. Birkaç dolara değmez mi bu? Sen buna değersin. Kültürün her tarafına yayılıyor bu mantık, reklamlar ortada değilken dahi birbirimize bunu dayatmaya başlıyoruz. Çocukken basketbol oynama ihtimalim aya gitme ihtimalim kadar olmasına rağmen Nike'in basketbol ayakkabılarına deli oluyordum. Kısmen reklamlar yüzünden - ama büyük ölçüde bu reklamlar tanıdığım herkeste bir grup dinamiği yarattığı için. Bir itibar göstergesi yaratıyordu reklamlar -biz de sonrasında bunu gözetmeye başlıyorduk. Yetiş-ikinler olarak da, biraz daha incelikli bir şekilde aynı şeyi yapıyoruz. Bu sistem bize "hep yetersiz” hissetmeyi öğretiyor, diyor Tim. "Para, itibar ve mal mülke odaklandığınızda, tüketim toplumu sizden sürekli daha fazlasını istiyor. Kapitalizm sizden sürekli daha fazlasını istiyor. Patronunuz sizden sürekli daha fazla çalışmanızı istiyor. Bunu içselleştirip şöyle düşünüyorsunuz: Daha fazla çalışmam gerekiyor çünkü benliğim itibarıma ve kazanımlarıma bağlı. Bunu içselleştiriyorsunuz. İçselleştirilmiş bir tür boyunduruk bu."
Sayfa 126Kitabı okudu
36 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.