Gönderi

Zevksiz yaşıyorum. Tatsız tuzsuz. Kimse beni kandırmıyor. Beni kimse pastadan evlerle besleyip şişmanlatmıyor. Kazanlar hep bensiz kaynıyor. Ekmeklerden pusula yapsam; gelip biri bozmuyor. Kuşlar da mızıkçı değil. İstesem uçmayı, istesem kanatlarını bırakıp gidecek kuşlar. Ne bir kurt yoluma çıkan, ne pençe ne tüfek. Başlıklar hep kırmızı başlıklar ama kızsız. Üçüncü sayfaları heyecanla açtığım Pazar sabahları, çekirdeği öğüttüğüm değirmen, kahvenin kokusundan kırıntılar kaldı. Ben yaşarken oldu bunlar. Şakaklarıma lanetli yazıldı. Göz göz yumurtalar sunny side-up olunca içimde bir şeyler kopmuştu. Bak demiştim bu küçük ejderha büyür. Bu yeşil seni kandırmasın, bu sürüngen dil hepimizi ısırır. Ciddiye almadı kimse beni. Ağaç yılanlarından bahsettim. Mesela çevre sıcaklığının yüzde biri civarındaki değişimlere bile hassas yapılarından. Böylece körlükle mücadele ederler dedim. Önce güldü sonra kitapları yaktılar. Ağustos böcekleri dedim suratıma karınca çarptılar. Bir çocuktum Ezop okudum sonra Ezop’a lanet okudum. Ben dedim başka hikâye anlatacağım. O ses, o cırcır sesi, o sarı sıcak zamanların piştisi o ses... Ağustos böceklerinin karınlarının altına kadar bahsettim, zardan ve gerilmesinden, erkeğinin cırlaması ve dişisinin sessizliğinden. Dinlediler ve sonra yine karınca dediler. Tembellik kâlû belâdan alnıma damgaymışçasına bin senelik lafları sundular. Ben koşarken, say ederken, tavaf ederken, telaş nedir bilmezlerin hipodromuna düştüm. Sonra dürbünler, sonra havaya kalkan eller, sonra yırtlaz kalabalık ve “Koştukça açılır Arap atıdır,” dediler. Küheylan ya da refref oldum. Taşa oturma yer çeker dediler. Koştum arz üzere, yerde ne var ne yok çektim. Bolca demir, ağır ağır akan cıva damarlarımda, bir kuple mangan. At iken tren oldum. Şimendifer ve katar dediler. Ne kimseyi kattım ardıma ne de kimse katıldı bana. Yalnızlık bir sözdü. Kuyruksuz bir yıldız. İz bırakmayan ve beklenmedik. Kaşı gözü dökülmüş, tüysüz ve üstü başı 960 senelik toza bulanmış bir peygamberden öğrendim susmayı. O dağ başı her çıkıldığında biraz daha örselendi. Turuncu ve bol elbiseli rahipleri hamburger yerken yakaladım. Neticede Dala i Lama da Omega takardı. İttirdim rahipleri ve sakallıları ve çok giyinenleri tepelerden. Ne bir çığ olup düşüverdi, ne dünyadan bir şey eksildi. Sonra gövdemde kargılar ve baldırlarım erimiş döndüm şehre. Yorgundum. Koltuğumun altında sırtlanlar. Yorgundum. Baktılar. Tepetaklak dönmüş bir Kabe’ydim kendi örtüsünü değiştiren ama sadece baktılar. Sonra biri çıkıp “Tüm iyi hikâyeler iki şekilde başlar: ya bir insan yolculuğa çıkar, ya şehre bir yabancı gelir,” dedi. Onu alkışladılar. Ve ben yine yolculuğa çıktım…
·
45 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.