Gönderi

EFELYA ROMANI HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ... Film Yönetmeni Sinan Tabanlı yazdı... Genk / Belçika Arada su gibi içtiğim Kürk Mantolu Madonna'yı saymazsak eğer uzun zamandır Türk diliyle yazılmış bir roman okumamıştım, Mehmet Ağabey'in Efelya'sı elime geçene dek. Ortalık herhangi bir moral çerçevesi olmayan sığ, karanlık tarafçı bohem tiplerden geçilmediği için modern Türk edebiyatını çok iyi takip edemiyorum. Doğup büyüdüğüm Eskişehir'de geçen "Efelya"nın beni korteksimde duygusal çizikler bırakan şehrimizin kendine has atmosferine tekrar dahil etmesi uzun sürmedi. Sayfalar akarken üslup ve armoni Türkçe'nin yaklaşık olarak 350 kelime ile konuşulduğu bu Belçika'da bana anadilimin güzelliklerini tekrar hatırlattı. Edebiyatın temel görevlerinden birisi de insana dilini öğretmesi, sevdirmesi, ince ve zarif ifadelere aşina kılması, bunların yanında insanı sözler vasıtasıyla kendisine götürmesi değil midir zaten? Fevkalâde bir şair ve dilci olduğu için her zaman severek okuduğum ve örnek gösterdiğim Mehmet Ağabey'in ilk roman çalışması beklediğimden de üstün mahiyette çıktı karşıma. Hantallıktan arınmış lirik şiirleri gibi Efelya romanı da insanı yormadan akıp gidiyor. Üstelik uzun yazıda okuru sıkmadan anlatım yapmanın zorlukları karşısında. Içsel ve haricî çatışmaların karakterlerin hayatını alt-üst ettiği, üstelik bunun yasak aşk gibi bıçaksırtı bir alanda gerçekleştiği bu hikâye insanı aşkın doğasına, ahlakî çerçevesine, oradan kendi içine, varoluşuna, tanrısına götürüyor. Aşkın azizliği karşısında küçüleceğini bilen, bir kaç 'an' uğruna kendisine verilen güzellikleri elinin tersiyle itmeye talip bir çift onurlarından ne kadar ödün verebilir, zehirli baldan bir girdabın spiraline ne kadar kapılabilir, geri dönülür mü, hayat ve içindekiler insanın bir çift gözde bulduğu cennetâsâ ifadeye değişilebilir mi ya da yaratılışta neden bu kadar ikilem vardır, kainatın en azametli duygusu olan aşk ile ızdırap neden birbirilerine bu kadar yakın dururlar, birisi diğerini yakın takiptedir?.. Yoksa bilakis ardından gelen büyük ızdırap, aşkın büyüklüğünün ispatı, nişanesi, hatta varlığının olmazsa olmazı mıdır? Karanlık olmadan ışık düşünülebilir mi?... Dalga boyundaki fikirler denizinde yüzdüm okurken. Ana karakterlerinin hepsinin üç boyutlu, eti kemiğiyle göz önünde belirdiği; insanî zaaf ve kaliteleriyle tanıdığım bir eser duruyor elimde. Birbirileriyle çatışan ama düşman olmayan insanlar ak ile kara arasındaki tonlarda seyrediyorlardı, insana dair bu hakikati bir kez daha idrak ederken. Malum, devir basite indirgeme yani şeytanlaştırıp melekleştirme devri. Öte yandan hikaye de usta bir zanaatkar gibi örülmüş, makası keskin bir terzi gibi kesilip dikilmiş. Ne eksik ne fazlaydı dozaj. Bu manada yazara bir okur olarak teşekkür etmek isterim. Tembel ve çabuk tüketen okurlar türedikçe yazarlar okurun konforunu daha iyi hesap etmek zorunda kalıyorlar anladığım kadarıyla. Edebiyat eseri okuduğumda vaktimi yalnızca şaheser olarak nitelenen eserlere ayırdığım için beğenme eşiğim biraz yüksektir. Efelya'yı da bu bakışla okudum. Okuduğum en üstün eser değildi elbette, fakat sayfalar arasında zirvelere oynamış paragraflar da yok değildi! Vel hasılı kelam... Tatmışlığım olan sıcacık duygular ve ardılı olan ızdırap nöbetlerinin horozu düşürülmüş tabanca gibi alnıma dayandığı anları akla getiren bu eser, insanı bizim Eskişehir'in caddelerinden alıp Italyan deplasmanlarına çıkarıyor; Şirin ile Giulietta'yı tokalaştırıyor ve şahsen bir sanat eserinden en büyük beklentim olan noktalara temas ediyor: 'Varoluş acıları' Bakalım okurlar görünen bu aşk hikâyesinin yanında hangi sayfada en yüce, en kutsal sevgiyi bulacaklar? Benim için oralarda bir yerlerde acıyla yazılmış, içinden taze kan damlayan bir çift sayfa vardı. Insan olanların gözlerini yaşartan türden. Bağımsız bir sinemacı /yönetmen gözüyle bu özgün hikâye hem görseliği hem de derinlikli karakterleriyle filmleştirilmeye oldukça yatkın görünüyor. Umarım bu fırsatımız olur. Kim bilir Tebrikler, saygılar.
·
83 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.