Gönderi

Jules, üç askerle kâğıt oynuyordu. Çiftçi, sesinin tonunu ölçülü tutmakta bir hayli zorlanıyor, karısı onu susması konusunda uyarmak zorunda kalıyordu. Sidonie, Macbeth ile derin bir sohbete dalmış görünüyordu, adam ona ailesinin fotoğraflarını gösteriyor, Sidonie ise her fotoğrafta hayranlıkla hafif çığlıklar atıp beylik lafları sıralıyordu: “Aman ne tatlı şey bu böyle!" Kat kat giysiler içindeki İhtiyar Marcelle ileri geri sallanarak kendi kendine homurdanıyordu. Berthe, elini şefkatle kadının omzuna koydu. “İyi misin nine?" diye sordu. “İyi falan değilim, nasıl iyi olayım, midem bomboş!” “Çorba ve yulaf ekmeği için akşamı beklemen gerek" diye cevapladı Berthe kararlılıkla. “O verdiklerinizle nasıl doyayım!” diye çıkıştı ihtiyar kadın, öfkelendiği açıkça görülüyordu. “O kadar açım ki yaşlı bir insanı yerim." Bunu öyle yüksek sesle söylemişti ki, herkes yaptığı şeyi bırakıp ona doğru döndü. Louise ile tekerlemeli bir oyun oynayan Renée, bir an için elleri havada, öylece donup kaldı, sonra da kahkahayı bastı, hemen arkasından da Louise makaraları koyuverdi. Kızların neşesine ilk katılan, Jules oldu; şaşkın oyun arkadaşlarının baldırlarına ve omuzlarına şaplaklar indiriyordu. Mathias, neşe içindeki sivillere bakıyordu. O da hiçbir şey anlamıyordu. Valoncayı biraz biraz anlamaya başlamıştı ama yaşlı kadın çok hızlı konuşmuş, Mathias onun sözcüklerinden bir anlam çıkaramamıştı. Renee son derece neşeliydi ve bu, Mathias’ı çok şaşırtıyordu. Çocuğun bu yönü ona tamamen yabancıydı. Renée’nin her zaman ve her durumda yararlanmayı bildiği olağanüstü içgüdüleri gibi. “Bir tane buldum nine” dedi Jules, sağında oturan ufak tefek askerin dizine dostça bir şaplak daha indirmekten kendini alamayarak. Renée, Mathias’a, Marcelle’in söylediklerini tercüme etti: “Yaşlı bir insanı yerim.” Mathias, bu sözlerin son derece saçma, gülünç ve tıpkı buradaki insanlar gibi gerçeklerden kopuk olduğunu düşündü. Naziler hiçbir zaman dünyanın efendisi olamayacaklardı, bunun sebebi de mizah duygusundan tamamen yoksun oluşlarıydı. Dolayısıyla, kendi kendileriyle dalga geçemiyorlardı. Führer ne düşünürse düşünsün, Yahudi toplumu akla gelebilecek, olası tüm kusurlara sahip olsa bile kesinlikle Alman ırkından üstündü. Canlarına okuyan şiddetli kasırganın ortasında, en korkunç durumlarda bile kara mizahı elden bırakmıyorlardı. Mathias, doğudaki gettolarda ve hatta kamplarda anlatılan fıkralar duymuştu. Soykırımı, insanın tüylerini ürperten bir alaycılıkla gözler önüne seren fıkralar. Yahudileri özellikle takdir etmese de, Mathias'ın onlarla bir alıp veremediği yoktu. Onları çok az tanıyordu ve sadece bizzat tecrübe ettiği şeylere güvendiğinden, bu konuda kesin bir fikre ya da kanıya sahip değildi. Ayrıca ne olursa olsun, Yahudilerin kaderini çizmek onun işi değildi. Sonuçta kesin olan tek şey, Hitler’in onları dünya üzerinden silmeye vaktinin yetmeyeceğiydi. Bundan elli yıl sonra da, dünyaya espriler armağan etmek için hemen hemen her yerde boy gösteren Yahudiler var olacaktı. Buna karşılık, insanların en çok güldüğü yerin Almanya olmayacağı kesindi, çünkü Bıyıklı en azından orada amacına ulaşmıştı.
Sayfa 77 - Çevirmen: Bahadırhan Bozkurt, Hep Kitap
··
5 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.