“Yanlış,” dedim kendi kendime, “İrlanda resmi bize uymaz.” Türk milletinin bilmem nesi itibariyle
değil, Müzeyyen itibariyle uymazdı. Bizim de buralarda kadınlarımız, icabında, ayıp, yasak, günah
üçgeninde sıkıştırılmış vaziyetteydiler ama, Müzeyyen bu üçgeni yırtmış, yırtarken kendi kendine bir
şeytan üçgeni yaratmış, arada bir, üçgenin kuyuya benzeyen ağzından geyik bakışıyla bakıp
duruyordu. Bu bakışı hâlâ çözememiştim. Elinden bir şeyleri ka-çırıyormuş gibi tedirgin,
tedirginliğini gizlemeye alışkın, bu alışkanlığın katılaşmış, istenildiğinde bile dışa çıkılmasını
imkânsızlaştıran bir kabuğa dönüşmüş olduğunu düşünüyordum.
Gözleri, sadece gözleri, sıkılmalarının, ne istediğini bir türlü bilememenin ve belki de bu yüzden,
karşısına çıkan yeni ve yabancı yaşamlara dokunmak isteyişinin, sürüklenişlerden kurtaracak ve
sıfırdan başlama şansı verebilecek, bir çeşit tutunma çabası olduğunun farkındaydı. Belki de
bu yüzden gözler, kendisi tarafından ve çocukluğa giden bir tarihte oluşmuş, artık “kendine rağmen”e
dönüşmüş bir kabuklanmanın içine hapsolmuş, çıkış yollarını yitirmiş bir kimliğin yardım çağrısı gibi
bakıyordu.
Bana öyle geliyordu ki, çağrıya elimi uzattığım anda kabuk, korkunç incelmiş bir şiddetle, beni,
bildiğim her şeyden kuşkuya düşeceğim bir boşluğa itecek, kendimi, çöller, bataklıklar, karabasanlardan geçen, dönüş
yolları belirsiz bir yolculuğun içinde bulacaktım.
Bunu denemiş, elimi uzatmış, işi şakaya vurarak; “Denize düştün de, sarılma mı dedik?” demiştim.
Elimi tutmamış, kendini suya bırakıp, “Bırak beni gideyim,” demişti.