maktulüydün doğurduğun
bütün aşkların
gözlerinden vuruluyordu gece
sığınacak gök bulamayan
göçmen kuşların kanatlarıyla
alacakaranlığında tenimin
gezinen parmak uçların
kadim bir yaraya dokunur gibi
bilinmeyen bir yolu yürüyordu usulca
ben çöle vurgun
hırçın ve asi
soluğun boynumda
dağ esintisi
denizin uğultusu kulaklarımızda
ürperen ay gökte
bozuk bir sarkaç
sonsuz galaksiler
zamansız kayan yıldızlar
samanyolu geçiyordu
gözlerimizden
tutunacak dalımız yoktu
şiirden ve aşktan başka
sürgündük,tutuklu hayatlarımızda
dudak kenarlarımızda
teyelli tebessümler
bastıramıyordu içimizdeki acıları
söylediğimiz her şarkıda
ele veriyordu bizi
çırılçıplak bir yalnızlık
hünerliydik
tekil yaşayıp
çoğul acılar doğurmakta
bu dünya müebbet ceza
kırılmalar
kırılmalar
kırılmalar
derin fay çatlaklarını
kapatamıyordu
hiçbir ecza
sızıyordu elem
en savunmasız yerlerimizden
kaburgalarımızda peygamber sabrı
öldürüyorduk bir şeyleri
Tanrım ama neyi
bilmiyorduk,bilemiyorduk
bildiğimiz tek şey vardı
terk edemiyorduk inceliği
büyüdükçe büyüyordu gözbebekleri gecenin
sen vahşi bir kısraktın
ben çılgın bedevi
saçlarından sızan huzmeleri ellerime doladığım
yankılandı kırbaç sesleri
aydınlandı oda
söndü titrek mum alevleri
dişlerim boynunda
sustun,ehlileştin
başın omzumda
yavru bir kedi gibi
sokuldun koynuma
ciğerlerimizde cenk
ateş ve su
cennet ve cehennem
esti bir rüzgâr inceden
su uyudu
söndü ateş
kırbaç soğudu
-iki yabancıydık oysa,köklerimiz kalu bela’da-