Gönderi

SAİD NURSİ'NİN MEHDİLİK İDDİASI
Nur Risaleleri'nde Hristiyan ve Müslümanların ittifakına (!) Said Nursî tarafından Mehdî (a.s.) de iştirak ettirilmiş ve bu ittifakın programı olan Risale-i Nur'u Mehdî'nin neşir ve tatbik edeceği de iddia edilmiştir: "...sonra gelecek o mübarek zat (Mehdi), Risale-i Nur'u bir programı olarak neşr ve tatbik edecek.(1) Nur Risaleleri'nde bununla yetinilmemiştir. Said Nursî, Hz. İsa (a.s.)'nın vekili (!) olarak takdim edilmiştir: "Ruhum bir mürşid-i ekmel (kâmil bir yol gösterici) taharri ederdi. Aramak üzere iken bana ilham olundu ki, "Mürşidi sen uzakta arıyorsun, pek yakında bulunan Bediüzzaman vardır. O zâtın Risale-i Nuru müceddid hükmündedir. Hem aktabdır (kutubdur), hem Zülkarneyn'dir, hem âhirzamanda gelecek İsa Aleyhisselâmın vekilidir; yani müjdecisidir." denildi. Mustafa Hulûsî.(2) Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını (Said Nursî'nin Mehdi olduğunu) bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i îtikadlarının bir tereşşuhu (sızıntısı) gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nuru aynı o âhir zamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile te'vili anlaşılır.(3) Said Nursî, talebelerince kendisine verilen Mehdî payesini, hiç de reddetmez ve der ki: Ahirzamanın o büyük şahsı, Al-i Beyt'ten olacak. Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (R.A.) bir veled-i manevisi (manevi evladı) hükmündeyim. Ondan hakikat dersi aldım. Al-i Muhammed (A.S.M.) bir ma'nada hakiki Nur Şakirdlerine şamil olmasından, ben de Al-i Beyt'ten sayılabildim; fakat bu zaman şahs-ı mânevî zamanı olmasından ve Nur'un mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsi makamları arzu etmek, şan ve şeref kazanmak olmaz. Nur'da ihlası bozmamak için, uhrevi makamat (ahiret makamları) dahi verilse bırakmağa kendimi mecbur bilirim.(4) Allahummec'al rizka âli Muhammedin fi'd-dunya küûten 1293. 1294 1333. 1334 1373. 1374 Bu hadis-i şerifin ifade-i riyaziyesi; 1293'te doğup, 1374'e kadar îfa-yı cihad edecek olan bir zâtın (Said Nursî'nin), bir cihette Âl-i pâk-i Muhammedî'den (A.S.M.) olduğuna ve hatta bu tahsis dolayısıyla silsile-i Sâdat'ın (seyyitler zincirinin) bir nev'i mümessili bulunduğuna şehadet etmekte ve O'nun rızk-ı mübarekinin kût-u yevmiyeden (günlük gıdadan) ibaret bulunacağına delâlet etmektedir.(5) Said Nursî böyle olunca, Nurculara düşen pay da şudur: Hazret-i Mehdi'nin cemiyet-i nûrâniyesi (nurlu cemaati) (Nurcular olduğunda şüphe yoktur) Süfyan komitesinin tahribat-ı bid'akârânesini (bid'atlarırun tahriplerini) tamir edecek; Sünnet-i Seniyyeyi ihya edecek.(6) Burada amacımız, Mehdîlik hakkındaki hadisleri incelemek değildir. Konuyu, Nur Risaleleri'ndeki iddialar çerçevesinde ele alacağız. Nur Risaleleri'nde bu konu şöyle kurgulanmıştır: Ahirzamanda Hristiyanlık ve Müslümanlık birleşecektir. Büyük Deccal bir şahıs, bir fert, bir insan değil; fakat bir şahs-ı manevidir. Bu şahs-ı maneviyi pozitivizm, materyalizm, komünizm, ateizm ve dolayısıyla dinsizlik oluşturmaktadır. Bu büyük Deccal'ı, Hz. İsa'nın şahs-ı manevisinde birleşen Hristiyanlar ve Müslümanlar alt edecektir. Deccal'ı ve ahirzamanda inecek olan Hz. İsa'yı bir şahs-ı manevi olarak gören Said Nursî, her nedense İslâm Deccalı Süfyanı ve onu alt edecek Mehdî'yi bu kez şahs-ı manevi olarak görmemektedir. Nur Risaleleri'ndeki ifadelerden; İslâm Deccalı Süfyan'ı Mehdî'nin yeneceği, bu Süfyan'ın Mustafa Kemal olduğu, Mehdînin ise Said Nursî olduğu anlaşılmaktadır. Mehdî'nin ehlibeytten olacağı bellidir, zaten Said Nursî de Hz. Ali'nin manevi evlâdıdır, ondan hakikat dersi almıştır. O Mehdî, İslâm Deccalı Süfyan ile olan bu mücadelesinde Risale-i Nur'u bir program olarak neşir ve tatbik edecektir. Nurcular ise, Mehdi'nin nuranî cemiyetidir. Özetlemeye çalıştığımız bu kurgu, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da Şiîlikten mülhemdir. Muhsin Abdülhamid şöyle demiştir: Şillerin esas inançlarından biri olan "Beklenen kurtarıcı (Mehdi)" fikri, şu anda gizlenmiş olan, fakat tekrar zuhur edeceği beklenen bir liderin varlığına inanmaktır. Kendisi gizlendikten sonra zulümle dolmuş olan yeryüzünün, o zuhur eder etmez adaletle dolup taşacağı umulmaktadır. Şiiler, gelmesini bekledikleri Mehdi'nin, kayıplara karışan 12. imam olduğuna inanmaktadırlar. Bu zat, hicri 255 senesi Şa- ban ayının ortalarında bir cuma günü Bağdat'ta doğan Muhammed el-Mehdî b. el- Hasen el-Askeri'dir. İfade ettiklerine göre, annesi ile birlikte Samarra'daki evlerinin bodrumuna girmiş, orada kaybolmuş ve bu ana kadar da geri dönmemiştir. O öl- memiştir, hâlen hayattadır. Şiiler ile devamlı irtibat hâlindedir. Şiiler bu inanç içinde onun geri dönerek kendilerine yardım etmesini ve Şianın düşmanlarından intikam almasını bekler dururlar. (Muhammed Hüseyin Ali Kaşif el-Gıtâ, Aslu'ş-Şiati ve Usûluha, 102-109; Ibn Hazm, el-Faslu fi'l-Milel ve'l-Ehvôi ve'n-Nihal, 4/181; Şehristäni, el-Milel ve'n-Nihal, 169; Abdülkadir el-Bağdadi, el-Farku beyne'l-Firāk, 40.) Bu fikir, esas ve kökleri itibarıyla Şark inançlarından, Hristiyanlık ve bilhassa Yahudilikten İslâm toplumuna intikal etmiş olan ric'at (geri dönüş) fikrine dayanmak- tadır. Ric'at fikrini, entrikacı Yahudi Abdullah b. Sebe, terennüm etmeye başlamış ve ilk zamanlarda bu fikri Resulullah (s.a.v.)'a tatbik ederek şöyle demiştir: "İsa'nın geri döneceğini zannederek 'Muhammed geri dönmez' diyene şaşarım. Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: Kur'an'ı sana farz kılıp (veren), mutlaka seni eski yerine döndürecektir. Muhammed, geri dönmeye İsa'dan daha lâyıktır." Sonra bu fikri Ali b. Ebu Talib'e intikal ettirmiş ve Hz. Ali'nin şehit olmasın- dan bir müddet sonra geri döneceğini söylemeye başlamıştır. (İbn Hazm, el-Faslu fi'l- Milel ve'l-Ehvõi ve'n-Nihal, 4/180.) İlk olarak Hz. Ali'nin kölesi Keysan, Muhammed b. el-Hanefiyye'nin Mehdi olduğunu, binaenaleyh hakikatte imamın bu zat olduğunu ileri sürmüştür. O sırada Muhammed b. el-Hanefiyye, Hicaz'da Cebel-i Radva'da ikamet ediyordu. Hicrî 81 senesinde vefat etmiş ve namazını Hz. Osman (r.a.)'ın oğlu kıldırmıştır. (Ahmed Emin, Duha'l-İslâm, 3/236.)(7) Bu manadaki Mehdîlik fikrinin İslâm âlemine girmesine iki amil sebep olmuştur: 1- Küfe, Şiilerin beşiğidir. Orada birçok fikir, görüş çarpışıyor; Yahudilik, Hristiyanlık, Mecusîlik bizzat kendi memleketlerindeki gibi boğuşuyordu. Hava, dışarıdan gelen fikirlerin yayılmasına müsaitti. Meselâ, yaralı Şianın içinde bulunduğu hava, en uygun vasattı. Ayrıca, Küfe mühim bir kültür merkeziydi. Yunan felsefesi, zındıklık hareketi, kültürlüler arasında yayılmıştı. Şüphecilik çoğalmış, İslâmiyete ait dini görüşler sarsılmıştı. Aynı zamanda Küfe muhiti cehaletin, mitolojinin, hurafelerin yayıldığı; hatta bazı eski putperestlik inançlarının halk arasında yaşadığı garip bir ortamdı. Bu vasat, onları, menfaatleri gerektirdiği zaman, inançlarını bile terk edebilecek duruma getirmişti. 2- Şiilerin uzun müddet maruz kaldıkları haksızlıklar, kendilerinde intikam hisleri doğurmuş ve bu esnada zihinlerine Mehdîlik fikri yerleşmiştir. Çünkü taraf- tarlarının, ehlibeyt üzerindeki emellerini kaybetmemeleri, onların iş başına gelip adaleti yayacaklarına ve zanlarınca zulmü kaldıracaklarına dair imanlarını yitirme- meleri için böyle bir Mehdîlik fikrine ihtiyaçları vardı. (Ahmed Emin, Duha'l-İslâm, 3/241.) Kur'an-ı Kerim'de Mehdî'nin geleceğine delâlet eden bir ayet bulamayınca hadise sığınmak zorunda kaldılar. Bu yüzden birçok hadis uydurdular ve cemiyete yaydılar. Bu fikrin ortaya çıkması ile hadislerin derlenmeye başlaması arasında iki asırlık bir zaman geçmiştir. Bu zaman zarfında fikir adamakıllı gelişmiş ve bazı hadis kitaplarına sızma imkânı bulabilmiştir. Çünkü henüz bu devirde hadisler tam manasıyla kritiğe tabi tutulup ayıklanmamıştı.(8) Fazlur Rahman da şöyle demektedir: İslâm siyasî hayatının akışını kontrol etme teşebbüsünde başarısızlığa uğra- dıktan sonra Şiilik, I/VII. yüzyılın son yarısında Beklenen Mehdî (Mehdi-i Muntazar) fikrini geliştirdi. On iki İmam (İsna Aşere) fırkasında Şiî siyasî inancının zaferini etkiyecek olan Mehdî ile "Gizli İmam" aynı kişilikte birleştirildi. Söz konusu bu Mehdilik nazariyesi ile Hz. İsa'nın İkinci Gelişi hakkındaki nazariyenin iç içe girmesi, tabii olan bir gelişmeydi. İslâmî idealin standartlarının toplum hayatında gerçekleşmediğini İyiden iyiye fark eden Sünnî İslâm dünyasında bile bu çeşit fikirler, vaizlerin de yar- dımıyla, hayal kırıklığına uğramış halkın kalplerinde hazır bir yer buldu. Mehdî fikri, Sünnî kelâm sistemine resmen sokulmamakla beraber Sünni halk arasında önemini daima korudu. Daha sonra İslâm'a geniş ölçüde giren Yahudi ve Hristiyan kaynaklı uydurma fikirler de bu faaliyet alanının içine girmektedir. Kur'an tefsirine bile tesir eden bu fikirleri, tenkitçi İslâm kelâmcı ve âlimleri "İsrailiyat" olarak kabul edip onların karşısına çıktılar.(9) Bununla beraber hadisçiler ve ilim adamları bu tip hadisleri reddetmişler, hadis kritiği (cerh ve tadil)nin ışığı altında bilâhare uydurma olduklarını ispat etmişlerdir. Hadisçilerin bu mevzudaki mühim görüşlerinden bazıları şunlardır: 1- İki büyük hadis âlimi Buhari ve Müslim, bu tip hadisleri kabule uygun görmemişlerdir. Onların Sahih isimli kitaplarına bu hadisleri almamaları, bu rivayetlerin kıymetini önemli derecede düşürmüştür. 2- Bu rivayetler, delil olarak ileri sürüldükleri mevzuda tenakuz hâlindedir. Mesela, bir rivayette Mehdî; ehl-i beytten, diğerinde Âl-i Abbas'tan, başkasında Âl-i Abdülmuttalib'ten, bir başkasında da ehl-i Medine'dendir. Bir rivayet der ki, Meh- di'nin ismi Peygamber'in adını takip eder, diğer bir rivayet isminin "Haris" olduğunu söyler. Bütün bu ayrılıklar, bu tip hadislerin uydurulduklarına açıkça delâlet eder. Çünkü Peygamber'den çelişik ifadelerin gelmesi imkânsızdır. 3- Birçok siyasî heves bu rivayetlerle âdeta oyun oynamış ve oyunun sonunda kendi çıkarlarına yarayacak fikir ve mefhumları rivayetler arasına katmıştır. Ab- basilerin şark tarafından doğan siyah bayrakları böyle bir devirde dalgalanmış ve Alevileri üzen meseleler bu devrin karakteristik özelliğini teşkil etmiştir. (Mevdūdi, Beyânât, 115.) Emeviler, Şiilerin kendileri için bir şiî Mehdî uydurduklarını görünce, buna karşılık "Süfyanî" fikrini ortaya attılar. Resulullah'a iftira ettiler, birçok hadis uydurdular. Gariptir ki, Şiîler yine uydurma bir hadis ile bu rivayeti reddettiler. Buna göre, Mehdî çıkınca Süfyanî'yi öldürecekti. Abbasîler de meydanı terk etmediler. Şianın bir Mehdîsi olduğunu, Emevilerin de bir Süfyanîsi bulunduğunu görünce onlar da, nesebi Abbas'a ulaşan Halife Mansur'un oğlu Mehdî Abbasi'yi teyit eden uydurma hadisler ortaya koyma- ya başladılar. (Mevdūdi, Beyânât, 115-116.) 4- Hadisçilerden birçoğu, bu rivayetleri tenkit ederek ravilerini çürütmüş ve yalancılıkla itham etmişlerdir. Hatta bir kısmını Şiilikle, Harurîlikle, ehl-i kıbleye kılıç çekmekle suçlamışlar; bir kısmını da hafıza bozukluğu, hadiste münkerlik, kötü gidiş, sapıklık ve evham, meçhullük, ravilerin sırasızlığı, tedlis, zayıflık, kuvvetsizlik, an'ane bozukluğu, yalan, ıztırap ve hata çokluğu ile tenkit etmişlerdir. Bu hadislere bakan basiret sahipleri, Resulullah'ı bu cins sözlerden tenzih için kalplerinde bir zorluk hissetmezler. Bu sözlerde mübalâğa, tarihi tahrif çabası, ifrata dalma gayreti, dünyadan habersizlik, Allah'ın sünnetine aykırılık vardır. Oku- yan herkes ilk nazarda bu hadislerin bazı sapıklar tarafından uydurulduğunu, halifeliğe hevesli bazı grupların marifetiyle çıkarıldığını anlar. (Muhammed Ferid Vecdi, Dâiratū Maarifi'l-Karni'r-Rabia Aşar, 10/48.) Velhasıl; gizli, müfrit, mistik akımların hepsi belirli merhaleden sonra mensubuna, liderlerinin "Beklenen Mehdi" olduğunu telkin eder. İşte Said Nursî de, bu çerçevede; hem aktab, hem Zülkarneyn, hem âhirzamanda gelecek İså Aleyhisselâmın vekilidir, Mehdî'dir! O, Risale-i Nur'u bir program olarak neşir ve tatbik edecektir. Nurcular ise, onun nurlu cemaatidir! Oysa Mehdilik iddiaya değil, yapılan işlere karşılıktır. Mehdi olan şahsın, Mehdilik gibi bir iddiası yoktur. Değil ileri safhalarda, daha ilk safhada Mehdilik iddiasına kalkışan ve onu o anda kabul eden kişi ve kişiler hakkında söylenebilecek tek şey; eğer ortada bir çıkar meselesi yoksa, o zaman kapkara bir cahiliyet vardır. Mehdî, geldiği zaman, Müslümanların düşünce ve inançlarına bulaşan cahiliye pisliklerini temizlemeye çalışacak, en saf şekliyle İslâm'ı ortaya koyacaktır. İslâm'ı her alanda hâkim kılmak için çalışacaktır. Kendisine ait veya kendisinin oluşturduğu bir iddia veya davası yoktur. 1- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 9. 2- Barla Lâhikası, 133. 3- Emirdağ Lähikası I, 262. 4- Emirdağ Lähikası 1, 262; Müdafaalar, 365. 5- Tilsımlar Mecmûası, 179. 6- Müdafaalar, 358. 7- Ahmed Emin'in bu görüşüne Fazlur Rahman da iştirak etmektedir. Şöyle diyor: "Rec'a doktrininin ne zaman benimsendiği ve ilk kez kime atfedildiği bilimsel olarak henüz tespit edilmiş değildir. "Mehdi unvanı, öyle görünüyor ki, ilk kez Muhammed Ibn Hanefiyye'ye verilmiştir. Muhtemelen 'rec'a' da ilk defa bu kişi için kullanılmış ve bu yolla terim Ali'ye intikal ettirilmiştir. Fakat, bu konu daha ileri derecede bir araştırmayı gerektirmektedir." (Fazlur Rahman, Islám, çev. Mehmet Dağ- Mehmet Aydın, Selçuk Yayınları, İstanbul 1992, 186.) 8- Abdülhamid, Islāma Yönelen Yıkıcı Hareketler, 51-54. 9- Fazlur Rahman, İslâm, 186.
Sayfa 442Kitabı okudu
·
179 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.