Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Darmadağın
Hava tüm gün 40 dereceden fazlaydı. İçimden "bu Mersin sıcağı da temmuz ayında daha fena oluyor" derken birden kapı çaldı. Oysa kimseyi beklemiyordum. Kapıyı açtığımdaysa karşımda birisini beklerken bir zarf görmüştüm. Pembe bir zarf. Merakla içini açıp okumaya koyuldum. 3 sayfa mektup vardı içinde. Özensiz bir el yazısı, yanlış imla kuralları derken zor bitirdim mektubu. "Bazen" dedim, "bazen keşke Türkçe öğretmeni olmasaydım. Çünkü konuşurken insanların ne dediğine değil de imla hataları yapıyor mu diye odaklanıyordum son zamanlarda... Mektubun sonunda küçük bir dudakla yapılmış öpücük izi vardı. Sonra karşıma öğrencilerimin sınav kağıtlarını alıp incelemeye koyuldum. Çünkü bu özensiz mektubu mutlaka bir öğrencim yazmış olmalıydı. Ortalama 25 dakika boyunca inceleme yaptıktan sonra kağıtlar bitince iyice merak ettim bu mektubun sahibini... "Kimden bu mektup, kimden bu mektup..." diye düşünürken yine kapı çaldı. Bu sefer karşımda annem vardı. Yemeklerimizi yedikten sonra tatlı faslında annem bana "sende bir gariplik var geldiğimden beri içe neye gülüyorsun böyle" diye sorunca ona mektup olayını anlatmaya koyuldum. Mektubu uzun uzun okudu. Ardından kendi odasından kocaman bir kutu getirip içinden bir deste mektup çıkardı. Başta ne yaptığını anlamasam da annemin de bir zamanlar tarih öğretmeni olduğunu hatırlayınca aklı yerine geldi. Eski öğrencilerinin notlarına bakıyordu. Ama annem emekli olalı 20 yıl olmuştu neredeyse. Yani bu mektubu yazanla annemin eski öğrencilerinin ne alakası vardı? Sonra biz notlara bakarken iyice hava kararmıştı. Annem "buldum, buldum Seyit" deyince duraksadım. Oysa sevinmem gerekmiyor muydu? Evet, yazılar 25 yıl öncesine aitti ama annemin keskin hafızası asla yanılmazdı. Annemin eski öğrencilerinin notlarına ve bana gelen mektuba baktığımdaysa şok olmuştum. Yazılar birebir aynıydı. Bu imkansızdı... Annem gülümsedi. Sonra yorulduğunu belirtip odasına gitti. Ve etrafı yavaş yavaş topladıktan sonra saat sabahın 4'üne gelmişti ve anneme iyi geceler öpücüğü vermek için odasına gittim. Annem çoktan uyumuştu. Onu alnından öptüm. Ama, ama çok soğuktu. Annemi dürtüp "hadi sultanım, temmuzun sıcağında bu ne soğukluk? Yoksa bir hata mı yaptım" dedim. Ama annem hala sessizdi. Oysa anneler bir çıt sesine uyanmaz mıydı? O anneydi, evladı ona seslenmişti. "Anneeem, hadi uyan çimen gözlüm" diyordum. Ama hala buz gibiydi. Annem ölmüştü. Ama anneler ölmezdi ki, onların böyle bir lüksü yoktu. "Babamda gitmişti, şimdi de annem gitti. Ama anneler ölmezdi ki..." derken gün ağarmış sabah saat 10 olmuştu. Telefon çalınca irkilip gözyaşları içinde telefona sarıldım. Arayan Nilüfer hanımdı. Nerede kaldığımı ve okula gelip gelemeyeceğimi sormuştu. Sormuştu ama benim gözlerim annemin üstündeydi hala. Hıçkırıklar içinde ağlıyordum. "Evet yaşlıydı ama ölmeye hakkı yoktu. Beni bırakmaya hakkı yoktu, sensiz ne yaparım şimdi ben" diye çığlıklar atmaya başladım ve telefonu köşeye fırlattım. Aradan 5 dakika gelmeden ambulans ve polisler geldi. Ben hala ağlıyor şok içindeydim. Ardından nilüfer hanım geldi ve her şeyin geçeceği sözünü verip bana sıkıca sarıldı... Beni dışarı çıkarırlarken hala gözlerim anneme bakıyordu. O kadar güzel bir kadındı ki... O çimen gözleri ile daha bi severdim onu. Çünkü o anneydi. Anneler sevilmez miydi? Daha sonra ikindi namazı ile annemi defnettik. Öğretmen arkadaşlarım, öğrencilerim, beni seven ya da sevmeyen herkes gelmişti. Yalnız olmadığımı şu yetim halimde hissetmek bir nebze hüznümü almıştı. Definin ardından herkes bir bir baş sağlıyı dileyip giderken uzaktaki bir ağacın arkasında bir kadının silüetini görmüştüm. Çünkü hava kararmış ve yalnız kalmıştım. "Kim bu, kim bu" diye peşinden gittim ama gözden çoktan kaybolmuştu. O sabah annemin mezarının başında sabaha kadar bekledim. Çünkü o beni şu koca adam halimle bile hastalandığımda bir gün bile yalnız bırakmamış, sabaha kadar başımda beklemişti. Onu nasıl bırakırdım? Onun ellerine, pamuk yüzüne dokunmayı yine yeniden ne çok isterdim... Bende onun bedeninden daha soğuk toprağına sarıldım. Uyandığımda sabahın 5'iydi. 1 saatlik evin yolunu yürüyerek dünden kalma okuldan çıktığım çamur bulanmış takım elbisemin ceketini yere sürüye sürüye gitmiştim. Hava mı soğuktu yoksa ben mi şu temmuzda üşüyordum bilmiyordum. Yürüyordum sadece. Annesiz bir çocuk nasılsa bende öyle bir başıma sokak sokak yürüyordum. Bu sırada arkamdan birisi beni izliyordu. Takip ediliyordum... Sonra gözlerimi açtığımdaysa gözüme ışığın keskince vurduğu bir sedyede uyandım. Hastanedeydim. Yanı başımda dün o mezarlıkta gördüğüm kadın vardı. Onun kim olduğunu hatırlıyor ama bir türlü çıkaramıyordum. Ardından odaya doktor girdi ve ateşimin çok yüksek olduğu için bir havale geçirdiğim için beni ambulans ile buraya getirdiklerini söyledikten sonra cüzdanımı ve telefonumu da yanımdaki masaya iliştirip bir gün daha hastanede olmam gerektiğini belirtip odadan çıktı. Ama ben yanımda hiç tanımadığım bir kadınla yan yanaydım. Bu kadın kimdi? Ardından kadın da odadan çıktı. Onun kim olduğunu öğrenmem gerekiyordu ama çok fazla ağladığım için daha gözümün önünü göremiyordum. Sonra yine kendimi aynı sedyede uyanmış gördüm. Çünkü kadının peşinden gitmeye kalkarken, daha sedyeden kalkmadan yere düşmüştüm. Bu sefer o kadın yoktu. O kimdi, onu tanıyordum. O mavi gözleri unutmak imkansızlık hissi veriyordu bana. Sonraysa bu seferde yorgunluktan uyuya kalmıştım. Telefonumda 87 cevapsız arama, 517 mesaj vardı. Sahi kimse beni sevmedi, ben annemin aksine çok gaddar ve acımasız, kimsenin sevmediği o Türkçeciydim. Nasıl olur da bunca arama ve mesaj vardı? Daha sonra hepsinin öğrencilerimden ve bazı arkadaşlarımdan geldiğini gördüm. Hiçbirine karşılık vermedim çünkü çok yorgundum. Biraz daha uzanmak istedim ama kapıdan içeri o kadın girdi. Sahi bu kadın kimdi? Gülümsedi ve adının ya olduğunu ve ilkokulda onunla aynı sınıfta olduğumu belirtti. Ama yine hatırlayamıyordum onu. "Hadi Seyit, hadi be oğlum. Bu mavi gözleri unutacak kadar ne yaşadın? Diyordum lakin gerçekten hatırlamıyordum. Sonra Oya uzun uzun anlatmaya başlayınca kafama dank etti. Bu bana platonik olan tombul Oya'ydı. "Aaa evet sen şu tombul Oya'sın" dedikten sonra ben yerin dibine girmek isterken o bir kahkaha patlattı. "önceden de bana birkaç defa bunu demiştin Seyit" deyince iyiden iyice başımın altındaki yastığı yüzüme kapayıp boğmak istedim kendimi. Zira o zamandan belliymiş böyle gaddar ve sevilmeyen bir tip olacağım. Sonra kapıya o üç sayfalık mektubu bırakanın kendisi olduğunu söyleyince en az onun Oya olduğunu öğrendiğimde şaşırdığım gibi şaşırdım. "sana o zamandan beri aşığım. Öyle ki bu mektubu 9 yaşında sana yazmıştım. Ama sen seni sevdiğimi hiçbir zaman anlamayacağın ve karşılık vermeyeceğin için sana hiçbir zaman bunu söylemedim" demişti. Güldük. Uzun uzun güldük. Yaş gelmişti kemale ben hala bekardım, Oya da beni hala sevdiği için bekar kalmıştı. Yahu ben değer miydim bunca yıl beklenmeye. İşte ben bu yüzden uzun uzun güldüm. Oya'ysa geçen yıllarına gülüyordu sanırım. Sonra durduk ve ağlamaya başladık. Ben anneme, o da bana ağlıyordu bu sefer. "Ahhh Oya" dedim. "Ahhh Oya, ben senin bunca yıl sevmene sebep ne yaptım?" O ağlayan mavi gözlerini elleriyle sildi ve yine gülümseyerek "sadece sevdim" dedi, "sadece sevdim, hepsi bu..." Yazan: ZehrAktaŞ (ben)
·
133 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.