Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Aralık ayında, başıbozuk kuvvetlerin durumu daha da karıştı. Birçokları yeni orduya geçti; fakat Ethem’in etrafında hâlâ kuvvetli bir kısım bulunuyordu. Miralay Arif, Anadolu İhtilâli hakkındaki hatıralarında bundan epeyce bahseder. Yazdığına göre, Ethem’in üç bin kişilik kuvveti, ayrıca yüz makineli tüfeği ve dört topu varmış. Onların fikir vasıtası olan Yeni Dünya, Eskişehir’de durmadan ordu aleyhine yazılar yayınlıyordu. Onların merkezi Kütahya idi ve Ankara ile muhaberedeydiler. Askerleri ayda on beşten otuz liraya kadar aylık alırlardı. Yani resmî ordudakinden hemen hemen üç defa fazla. Bu sebepten resmî ordudaki askerlerin bir kısmı da o tarafa geçiyordu. Bütün bunlar, Ethem başta oldukça, başıbozukların hakkından gelmenin güçlüğünü gösteriyordu. Ethem, Miralay İsmet’i tanımıyor, kendisinin doğrudan doğruya Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’ne bağlı olduğunu söylüyordu. Ordu efradı ise buna nisbeten daha azdı ve Yunanlılar da bundan faydalanmaya hazırlanıyorlardı. Büyük Millet Meclisi’nde, başıbozuklarla anlaşmak temayülü vardı. Ethem’le konuşmak için bir delegasyon da göndermek istiyorlardı. Bu aralık, Mustafa Kemal Paşa, durumu dikkatle gözden geçiriyor ve bizzat Eskişehir’e kadar gidip tetkikler yapıyordu. Miralay Refet, başıbozukların imhasına taraftardı. Kendisine Miralay İzzeddin (sonra Paşa) ve Miralay Arif de taraftardılar. Miralay Kâzım Köprülü bir delegasyon başında olmak üzere Ethem’le konuşmak için gönderildi. Bütün bu karışık durum esnasında İstanbul Hükûmeti de Ankara ile anlaşmak için teşebbüse geçti. Bu, Tevfik Paşa’nın ikinci kabinesi zamanında oldu. Bu kabinede vatanseverliklerinden hiç şüphe edilmeyecek olan İzzet Paşa ve Salih Paşa gibi adamlar da vardı. Ferit Paşa kabinesinin düşmesi İstanbul’u gevşetmişti ve o zaman, Anadolu’ya zabitlerin geçmesi ve mühimmat gönderilmesi daha kolaylaşmıştı. İstanbul’da Dahiliye Nazırı olan İzzet Paşa ile Bahriye Nazırı Salih Paşa Anadolu’ya gelmek istediler. Anlaşıldığına göre, meseleyi barış yoluyla hâlletmek istiyorlar ve İngilizlerin Yunanlıları Anadolu’dan çıkaracağını zannediyorlardı. Bu paşalar, Bilecik’e birtakım tanınmış şahıslarla geldiler ve Mustafa Kemal Paşa oradan onları Ankara’ya kadar getirtti. Barış ihtimali büyük bir heyecan uyandırmıştı. Fakat, paşaların teklifleri kabule değer olmazsa, durum, tabiî, daha da güçleşecekti. İzzet Paşa’nın aralarında bulunması ayrıca bir mesele teşkil ediyordu. Kendisi 1897’de Abdülhamid zamanında Yunanlıları Domekos’tan çıkaran ordunun başındaydı. Bundan başka da, 1909’dan 1912’ye kadar Yemen’de dövüşmüş, çok cazip, itimada değer, ciddî bir adamdı. Teklifleri kabule lâyık görülmedi. Çünkü, İstanbul’ daki Padişah’a boyun eğilmesini, ondan sonra da İtilâf ordularıyla konuşulmasını tavsiye ediyordu. Zavallı İzzet Paşa, İngilizlerin önemli olmayan şahsiyetleri tarafından aldatılmıştı. Her hâlde, birçok İngiliz, Lloyd George’un İngiltere’ye Doğu’da kaybettirdiği itibarı yeniden iade ettirmek istiyorlardı. Buna karşılık, L. George, Yakın Doğu’da Türk hâkimiyetine son verip onların yerine Yunan İmparatorluğu’nu kurmak istiyordu. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, bunu derhal sezdiler ve aynı zamanda, bu adamların Ankara’ya gelmelerinin bütün memleket için zararlı olacağını hissettiler. Ankara’ya geldikleri akşam, ben Karargâh’taydım. Kaymakamlığa yükselmiş olan Nâzım Bey’le Salih Bey, Yemen’de İzzet Paşa’nın yanında bulunmuşlardı. Hepsi İzzet Paşa’nın şahsî dostu olmakla beraber, hareketinin bir tehlike teşkil edeceğini de biliyorlardı. Ben ne zaman geleceklerini sorunca, yemekten sonra geleceklerini ve bunun Anadolu Ajansı ile ilân edilmesi gerektiğini söylediler. Bu ilânın esaslarını Mustafa Kemal Paşa büyük bir ustalıkla hazırlamıştı. Burada, İzzet Paşa katî teminat vermezse, teklifinin kabulünün bir tehlike teşkil edeceğini söylüyordu. Çünkü, mukavemet kuvveti zayıflayacak ve Millî Mücadele’deki simalar arasındaki anlaşmazlık ciddî bir şekil alacaktı. Halbuki, İzzet Paşa’nın Anadolu’ya Millî Mücadele için geldikleri yazılmış olsa, tabiî, iş bambaşka olacaktı. İşte, Mustafa Kemal Paşa, bu son tez üzerine ilânın esaslarını hazırlamıştı. Gerçi, bu ilân çok sürmezse de, her hâlde zaman kazandıracak, biz de Padişah’ın oyuncakları olmaktan kurtulacaktık. İzzet Paşa ile arkadaşlarının Ankara’ya misafir geldikleri kabul ediliyordu ve Dr. Adnan tarafından kendileri için Ankara’nın en rahat ve büyük evi hazırlanıyordu. Fakat, İzzet Paşa’nın Ankara’nın söyleyeceklerine memnun olup olmayacağı belli değildi. Onun ne kadar titiz ve haysiyet sahibi bir adam olduğunu bildiğim için, kendisine haber verilmeden böyle bir vaziyet almanın onu üzeceğini sanıyordum. Her hâlde, İstanbul Hükûmeti ile anlaşmış olduktan sonra, Ankara’ya böyle bir teşebbüsle gelmesi bir “yanlış adım” idi. Mustafa Kemal Paşa başka türlü düşünüyordu. Ona göre, umumun nefretini uyandırmış olan İstanbul Hükûmeti ve Padişah’ı böyle adamakıllı bir kabine kurarlarsa itibarlarını yükseltmiş olurlardı. Ertesi gün İzzet Paşa, misyonu ile birlikte vadideki küçük evimde beni ziyarete geldi. Bilhassa iki defa sadrazamlık etmiş ve daima bir nezaret işgal etmiş olan çok uzun boylu ve son derece itina ile giyinmiş olan bu adamın benim dar merdivenlerimden çıkarken çok müteessir olduğunu biliyorum. İzzet Paşa ve diğerleri sükûn ve vekarla benim küçük odamın alçak kapısından girerken, iki kat olduktan sonra içlerinde bana karşı uyanan merhameti: — Zavallı Hanımefendi, ah zavallı Hanımefendi, diye izhar ettiler. Seslerindeki bu acıma bana biraz fena geldi, çünkü, benim Anadolu’ya gelişim ve bu harekete katılışım, mukaddes bir gaye için ateşte yanmaya razı olanların zihniyetine uyuyordu. Benim için, içinde bulunduğumuz tehlikeler ve çektiğimiz zahmetler acınacak değil, şeref verecek bir vaziyetti. Fakat samimiyetlerine inandığım için hislerimi belli etmeden: — Lütfen bana acımayınız, bu hayatı kendim seçtim, dedim. İstanbul’dan bana bisküviler, çikolatalar, kolonyalar ve beyabana çekilmiş olan medenî bir kadına verilecek şeyler getirmişlerdi. İzzet Paşa’nın o samimî yüzüne bakarken içimden, bize katılmasını bütün kalbimle diliyordum. Onun kuvveti, huzuru ve halk arasında uyandırdığı güven, yüksek ahlâkı her hâlde bize kuvvet verecekti. Fakat, politikadan hiç bahsetmedik. Yalnız konuşurken, bu ümit ve arzumun beyhude olduğunu anladım. Bir iki gün sonra, Ankara Kabinesi onları ziyaret ederek Millî Hareket’e katılmalarını ısrarla rica etti. Onlarsa, Anadolu’nun durumuna hürmet etmekle beraber, İstanbul’a döneceklerini ve orada daha faydalı olacaklarını söylemişlerdi. Kaymakam Nâzım, eski şefi olan İzzet Paşa’ya en güzel atlarını vermişti. Kaymakam Salih Bey’le Hamdullah Suphi Bey de ziyaretlerine gitmişti. Ben de birkaç defa onları ziyaret ettim. İzzet Paşa da beni küçük evimde görmeye gelirdi. Fakat politikadan konuşmaktan çekinir, yalnız atlardan filân bahsederdik. Bütün hareketlerinde serbest olmakla beraber, Ankara’dan çıkmasına müsaade edilmiyordu. Hissettiğime göre, kendi arzusuyla bize belki katılabilecek olan İzzet Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın beyanatından sonra, bunu zorla yapmış gibi görüneceğini sanırlar diye çekineceğinden emindim. Miralay İsmet Bey de İzzet Paşa, Anadolu Harekâtı’na katılırsa, halk tarafından çok iyi karşılanacağını söylüyordu. Fakat böyle bir şey olmadı. Çok geçmeden, İzzet Paşa’nın misyonunun tesiri görülmeye başladı. En önce Ethem Büyük Millet Meclisi’ne karşı harekete geçti, Kütahya’da nizamî ordunun bir kısmının silâhlarını alarak askerleri evlerine gönderdikten sonra 29 Aralık’ta Büyük Millet Meclisi’ne bir ültimatom gönderdi. Memleketin artık savaştan yorulmuş olduğunu, İzzet Paşa misyonunun İstanbul’a giderek bir barış teklif etmesini ve kendisinin bunu bütün millet ve askerler adına söylediğini ifade ediyordu. Ocak ayının ilk günlerinde nizamî kuvvetler Gedos’ta toplanarak, Ethem’in kuvvetlerine karşı geçtiler. Bu, belki en tehlikeli bir durum doğurmuştu. Yunan ordusu Bursa cephesine yürümüş, bizim kuvvetler de birbirleri aleyhine harekete geçmişlerdi. Bu kış günlerinin ortasında Miralay Refet, Ethem kuvvetleri üzerine yürüyerek onu çekilmeye mecbur etti. Buna sebep, bir yandan Ethem’in Yunanlılara silâh verdiğini görmüş olmalarından ileri geldiği için etrafı onu terk ederek bu tarafa geçiyorlardı. Ocak ayının başlarında, Kaymakam Nâzım bizden ayrıldı. Yunan ordusu artık harekete geçmiş ve bizim nizamî ordu da vaziyet almıştı. Miralay Arif, bu Yunan hücumundan Anadolu ihtilâli hakkında yazdığı eserinde bahseder: Yunanlıların Eskişehir’i kolaylıkla ele geçirip Anadolu hatlarını işgal edecekleri ve bizim askerlerimizin Ethem’in süvarileri tarafından çevrileceği söyleniyordu. Her hâlde, Yunanlıların planı buydu. Yunan ordusunun üç fırkası Bursa’ya hücum ederken, Pazarcık’ın batısında Türk ordusunun öncüleri ile 6 Ocak’ta karşılaştılar. Ordumuzun büyük kısmı, bu aralık, Derbent ile Gedos arasında bulunuyordu. İnönü kuvvetli bir mevki idi. Bu, Eskişehir’i müdafaa edebilirdi. Yunanlılar Pazarcık’a otuz kilometre uzaktaydılar. Diğer taraftan, Türk ordusu İnönü mevkiine seksen kilometre katederek yetişebildi. Kaymakam Nâzım’ın Dördüncü Fırkası İnönü mevkiine en önce gitti. On birinci Fırka, 7 Ocak’ta orada kavgaya başladı. 24 saatte 70 km. yürüyerek 8 Ocak’ta İnönü’ye vardılar. İşte Miralay Arif’in yazısının hülâsası budur. Sırtlarda süngü harbi devam ediyordu. Yunan harekâtını ilk defa kıran kuvvet Nâzım Bey’le Arif Bey’in kuvvetleri olduğu için, o sırtlara o isimleri verdiler. 11 Ocak’ta İnönü Savaşı’nı Türkler kazanmıştı. Yunan ordusu ilk defa kuvvetli bir mukavemetle karşılaşmış ve yenilmişti. İnönü’deki ilk savaş, nizamî ordunun birinci galibiyetiydi. Miralay İsmet bunun başında bulunuyordu. O ve Miralay Refet Bey, bundan sonra Paşa oldular. Ankara’daki sevinç sonsuzdu. İzzet Paşa da, ilk defa Karargâh’a gelerek bu umumî sevince katıldı. Ankara’daki Hilâl-i Ahmer, beni, birtakım hediyelerle askerlere gönderdi. Ben de Fatiş ile Yoldaş’ı yanıma alarak Karagâh’tan bazı zabit arkadaşlarla birlikte cepheye gittim. Orada küçük bir otel vardı ki bir Çek kadını tarafından işletiliyordu. Madam Tadia adını taşıyan bu kadın gösterdiği muhabbetten dolayı Mama Tadia diye anılıyordu. Ben yine bir sıtma geçirdiğim için, yaylı bir karyolada yatmak hayalleri içindeydim. Fatiş’e o gece yaylı bir karyolada yatacağımı söylediğim zaman: — O da ne demektir, diye sordu. Ben de yorgun bir sırt için bunun âdeta bir lokum olduğunu söyledim. Güldü. Şimendiferin durumu dokuz ay öncekinden çok başkaydı. Artık başıbozuklar pencerelerden ateş etmiyor, bağıra bağıra şarkı söylemiyorlardı. Her şey bir disiplin altına girmişti. Eski zamanlarda, önde başıbozuklar görünürdü. Şimdiyse makineli tüfekleriyle, mahmuzlarını şıkırdatarak muntazam ordu fertleriyle karşı karşıyaydım. Şimdi Binbaşı olan Tevfik Bey, bizi kabul ederek Madam Tadia’nın oteline götürdü. Zabit arkadaşlar Karargâh’a misafir oldular. Yatak odamıza çekildiğimiz zaman hatırladığım şey, Fatiş’in duvarda İsa’nın resmine şaşkın şaşkın bakmasıydı. Yoldaş’ı duvardaki aynaya hücum etmekten zor alıkoyabildik. Çünkü ömründe ilk defa ayna görüyordu. Ben Yoldaş’ı, Fatiş’in yanına bırakarak Hilâl-i Ahmer Hastahanesi’ne gittim. Doktorla ertesi gün yapılacak işleri konuştuk. Önü ve arkası düğmeli, geniş eteklikli, kurşunî bir kostüm giydim. Belimde bir kemer, başımda da büyük siyah bir başörtü vardı. Madam Tadia’nın yemek odasında üç masa vardı. Bir tanesi çiçeklerle süslenmişti. Binbaşı Tevfik ile Binbaşı Şemseddin ve Salih beyler için. Köşede, bize küçük bir masa hazırlamışlardı. Biz sofraya oturur oturmaz, kapı açıldı. İçeriye Kafkasyalı bir grup girdi. Çok parlak kostümleri vardı. Kurşunları göğüslerinde, geniş omuzlu, ince bellerinden hançerler sarkan, uzun, siyah çizmeli bir gruptu. İnsan, onların hemen dans etmeye başlayacaklarını bekliyordu. Fakat, onlar dönüp insana bakmıyorlardı bile. Evet, bu fevkalâde yapılı adamlar Osmanlılara çok güzel insanlar vermişlerdi. Nihayet, onlardan sonra, içeriye siyahlar giyinmiş, iki diplomat kıyafetli adam girdi. Bunlardan biri Bekir Sami Bey’di. Onu Moskova’ya Rus-Türk dostluğunu imza etmek için göndermiştik. Selâm verip geçerken, onun yazılarını yazmak için kırık yazı makinesinde nasıl çalıştığımı, sırtımın nasıl tutulduğunu hatırladım. Kaymakam Tevfik kulağıma eğilerek: — Yanındaki Gürcü elçisi bir Menşeviktir. Bolşeviklerin elçisi yoldaş Midvani’nin kardeşidir. Fakat birbirleriyle kedi köpek gibi kavgalıdırlar. Sovyetler herhangi an Gürcistan’ı istilâ edebilirler. Bekir Sami Bey onlara yolda rastlamış ve beraber gelmişler. Öteki, ince belli, gümüş hançerliler Gürcistan elçiliğinin kâtipleridirler. Aralarındaki şu yakışıklı adam da bir Gürcistan prensidir, dedi. Etraftakiler hep Fransızca konuşuyorlardı. Bir Anadolu otelinde bu bize biraz tuhaf geldi. Fakat biraz sonra onları unuttuk. Kaymakam Tevfik yeni almış olduğu bir parabellumu çıkararak masanın üzerine koydu. Ben daima parabellum kullandığım için, fikrimi sormak istiyordu. Kurşunları boşaltarak tabancayı ışığa kaldırdım, baktım. Kaldırırken Menşevik Midvani ile göz göze geldik. O, Bekir Sami Bey’e dönerek sordu: — Est-ce que cette dame est Bolshevik? (Bu hanım Bolşevik mi?) Bolşevik kelimesini büyük bir nefretle söylüyordu. Hemen hepsinin kaşları çatıldı. Gümüş hançerliler gözlerini bana çevirdiler. Bekir Sami Bey de onlara Rusça bir şeyler anlattı. Ben bu diplomatlar sofrasına hiç bakmıyordum. Fakat Kaymakam Tevfik gülüp duruyordu. Madam Tadia’nın odasındaki yatak karyola yaylı değildi, fakat şilte kuştüyü olduğu için gayet rahattı. Yoldaş ayakucuma tırmandığı zaman bu yumuşak şilte hiç hoşuna gitmedi, hırlamaya başladı. Fatiş de gülerek: — Bu yatak beni gıdıklıyor, dedi. Ertesi sabah askerî mızıka ile uyandım. Pencereden baktığım zaman, bir alay geçiyordu. Önlerinde bayrak tutan kudretli bir asker vardı. Askerlerin kıyafetleri partal olmakla beraber, gayet vakur görünüyorlardı. Ne garipti, âdeta bir perde eski başıbozukların üstünden kalkmış, aynı sahnede birdenbire muntazam bir Türk ordusu meydana çıkmıştı. O sabahı Hilâl-i Ahmer Hastahanesi’nde dolaşmakla geçirdim. Yaralıların çoğu Kaymakam Nâzım’ın fırkasındandı. Çok memnun oldular. Hepsi Nâzım’a şiddetle tutkundu. Hepsi ondan muhabbetle bahsediyordu. Kendisi, Konya’da bir sanatoryumda yatıyordu.
121 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.