Delikanlı birdenbire bir şey anlamamıştı:
- Şimdi böyle mi oldu? dedi.
- Onu size sormalı. .. Nasıl olduğunu elbette siz benden
daha iyi bilirsiniz.
- Lakin söylediklerinizden bir şey anlayamıyorum.
- Tabii anlamazsınız, anlamak istemezsiniz ... Çünkü bu
işinize gelmez.
- Lakin rica ederim, bana bunu izah ediniz. Emin olunuz ki ne demek istediğinizi anlamıyorum. Sizi bu derece müteessir edecek bir şey mi yaptım?
- Müteessir edecek bir şey mi! Daha ne yapacaksınız?
Beni aldatıyorsunuz, bana ihanet ediyorsunuz. Gözümün önünde bir kıza mektup verdiğinizi ne çabuk unuttunuz?
Delikanlı şaşırmıştı:
- Hangi kıza? dedi.
- Bilmem...
- Lakin bana izah ediniz, ben öyle bir kız tanımıyorum.
Ve bir kimseye mektup verdiğimi hatırlayamıyorum.
Buna yemin ediyordu. Genç kadın inanmak istemiyor, gittikçe artan bir öfkeyle o zamana kadar söylemek istemediği bir şeyi yüzüne çarparken kalbi bir intikam hazzıyla dolarak onu kırmaktan vahşi bir lezzet duyuyordu. Bir dakika içinde ona, kalbinin bütün kinlerini döktü. Delikanlı, müthiş bir kasırgaya tutulan bir adam şaşkınlığıyla bu, başının üzerine dökülen öfke ve hınç dolu bu yağmur altında ezilerek susuyordu. Uzun uzun dinledi, sonra birden köpürerek:
- Yoo... dedi. Kıskançlığın bu derecesi, tahammülün haricine çıkar. Aşk bir azap olursa ben buna tahammül edemem. Hem rica ederim, beni aşağılamak için kendinizde nasıl bir hak buluyorsunuz? Eğer sizi sevmiş olmak, bunun için bir sebep teşkil ediyorsa bugünden sonra sizi rahatsız etmem.
Delikanlı ayağa kalkmış, duvarda asılı duran pardösüsünü alıyordu, hemen gitmek üzereydi. Genç kadın, telafisi mümkün olmayan bir hata karşısında, bütün öfkesini unutarak birden pişman oldu:
- Hayır, dedi. Gitmeyeceksin...
Ve onu kollarından çekerek bırakmamak istedi. Delikanlı ısrar ediyordu:
- Mümkün değil, diyordu. Hem mademki ben bir alçak, bir vicdansızım...
Genç kadın şimdi ona yalvarıyor, gözlerinde toplanan bir damla yaşla:
- Rica ederim, beni terk etme... diyordu. Görüyorsun ki seni çıldırasıya seviyorum. Sen gidersen emin ol ki artık yaşamam. Zaten yaşamak için kuvvetim kalmadı. Günden güne düşüyorum. Beni affet... Bu çılgınlıklarımı aşkıma ba ğışla... Biliyorum, ben sana layık bir kadın değilim... Lakin aşk hakkı tanır mı? Ne yapayım, bir kere mağlup oldum. Bundan sonra hissiyatımı idare etmem mümkün değil. Seni seviyorum. Kıskanıyorum.
Gözlerini, onun, şimdi bir merhamet aleviyle yanan siyah gözlerine dikerek:
- Anlıyor musun, kıskanıyorum. Bir deli gibi, bir çılgın gibi kıskanıyorum. Bu gözleri, beni deli eden, çıldırtan bu güzel gözleri, bu siyah gözleri kıskanıyorum. Onlarda bir başka hissin, bir başka hayalin gölgelerini görmek istemem. Onlarda yalnız ben yaşamak, yalnız ben ölmek isterim.
Bir dakika dalgın bakarak:
- Ah, ne olur, şimdi şurada ölüversem. . . Onlara bakarak onlarda kendi hayalimi görerek ruhumu teslim etsem...
Delikanlı onu ikaz etmeye çalışıyor:
- Ne oluyorsun? diyordu. Niçin öyle duruyorsun?
O susuyoı; gözlerinde hep o sessiz ve manasız alevle dalıp gidiyordu. Sonra, sanki bir rüyadan uyanarak:
- Nasıl, beni affediyorsun, değil mi? dedi. Söyle, affettim de. Artık beni eskisi gibi seveceğine, terk etmeyeceğine söz ver.
Delikanlı temin ediyor:
- Eğer sen de benden şüphe etmeyeceğini vaat edersen... diyordu.
Fakat işte bu kabil olmuyordu. Her gün şüpheleri biraz daha kuvvet buluyor; gezdiği, yürüdüğü yerlerde hep onun hayalini görüyordu.