Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Varoluş sancıları herkeste varolmuş
XIX İLKGENÇLİK İlkgençlik yıllarımda sürekli düşünmekten, hayal etmekten hoşlandığım şeylerin neler olduğunu söylesem, sanırım kimse inanmaz bana. Çünkü bunlar ne yaşıma ne de toplumsal durumuma uygun şeylerdi. Ama kanımca insanın toplumsal konumuyla ahlaki konumu arasındaki birbirini tutmazlık, gerçekliğin en şaşmaz belirtisidir. Kendi içime gömülüp yapayalnız geçirdiğim bir yıl boyunca, ahlaki hayat, insanın görevleri, gelecek, ruhun ölümsüzlüğü gibi soyut sorunlarla uğraşmış, insan aklının en yüksek düzeyde önermelerde bulunduğu ama çözme mutluluğuna erişemediği bu karmaşık sorunları çözebilmek için çocuk aklımla az çaba harcamamıştım. Bana kalırsa insan aklı tek tek her insanda, bütün kuşaklar boyunca izlediği yolda sürdürür gelişmesini, değişik felsefi kuramların temelini oluşturan düşünceler, aklın ayrılmaz bir parçasıdır, ama her insan bunları daha felsefe kurumlarının oluşmasından önce ve onlardan haberi olmaksızın da kavrayabilir. Bu konulara ilişkin zihnimde öyle açık seçik düşünceler beliriyordu ki, böylesi yüce sorunlara ilişkin gerçekleri ilk kez kendimin fark ettiğini sanarak bunları hayata uygulamaya çalışıyordum. Bir keresinde mutluluğun dışsal etkenlere değil, bizim ona karşı olan tavrımıza bağlı olduğunu düşünmüş ve insan acı çekmeye alışmışsa, mutsuz olamaz düşüncesinden hareketle, kendimi güçlüklere alıştırabilmek için kollarımı iki yana açarak, duyduğum büyük acıya karşın, ellerimin üzerinde Tatişçev'in kocaman sözlüklerini beş dakika süreyle tutmuş, sonra da kilere gidip soyunarak çıplak sırtımı kalın bir urganla öyle acımasızca kamçılamıştım ki gözümden yaşlar fışkırmıştı. Yine bir keresinde, aklıma birdenbire her an ölebileceğim gelmiş ve insanların bugüne dek bu gerçeği nasıl olup da anlamadıklarına şaşarak, mutlu olabilmek için insanın gelecek düşüncesini bir yana bırakıp şu anın hakkını vermesi gerektiğine karar vermiş ve tam üç gün derslerimi serip yatağıma uzanmış, son paramla aldığım ballı çörekleri yiyerek keyifle roman okumuştum. Bir başka seferinde tahtaya tebeşirle değişik şekiller çiziyordum, birden kafamda şimşek çakan bir düşünceyle sarsıldım. Bakışıklık neden göze hoş görünür? Nedir bakışıklık? Bakışıklık bizde doğuştan var olan doğal bir duygudur, diye kendim cevapladım sorumu. Peki bakışıklığın temeli, özü nedir? Ve hayatta her şeyde bakışıklık var mıdır? Hayır, tam tersine, işte hayat budur, diyerek tahtaya bir daire çizdim. Hayat bitiyor ve daire üzerindeki bir noktadan ta tahtanın ucuna dek uzanan bir çizgi çektim. İyi ama, dedim, niçin dairenin öbür yanında böyle bir çizgi yok? Tek yönlü sonsuzluk olur mu hiç? Besbelli bizim bundan önce de bir hayatımız vardı, ama o hayata ilişkin hatıraları unutmuşuz. Şimdi güçlükle hatırlayabildiğim, ama o sıralar bana son derece yeni ve tartışmasız açıklıkta görünen bu yargılarım öyle hoşuma gitmişti ki, bunları kağıt üzerine de geçirmek istemiştim. Ama bir anda kafamda düşünceler karmakarışık biçimde uçuşmaya başlamış ve ben kalkıp odada gezinmek zorunda kalmıştım. Pencerenin önüne geldiğimde birden aşağıda su arabasına koşulu at çekmişti dikkatimi. Olanca dikkatim birden şu sorun üzerinde toplandı bu kez: Acaba bu at öldükten sonra ruhu hangi hayvana ya da insana geçecek? Ama tam bu sırada odamdan geçen Volodya benim derin düşüncelere daldığımı görerek gülmüş, bu da benim bütün düşündüklerimin saçmanın da saçması şeyler olduğunu anlamama yetmişti. Nedense aklımda kalmış bu olayı anlatmaktaki amacım, okuyucuların o sıralarda kafamın nelerle uğraştığını, düşüncelerimin neler olduğunu anlamalarını sağlamak içindir. Yalnız, felsefi akımlar içinde hiçbirine, bir ara az kalsın kafamı üşütmeme yol açacak olan kuşkuculuğa kapıldığım denli ilgi duymadım. Dünyada benden başka hiç kimsenin ve hiçbir şeyin var olmadığını, nesnelerin birer gerçeklik değil, ben kendilerine dikkat ettiğim zaman görünen, onları düşünmediğim zamansa yok oluveren birer hayal olduklarını düşünüyordum. Kısacası, var olan eşya değil, benim onunla olan ilişkilerimdir, diyen Schelling'le aynı düşüncede bulunuyorduk. Bu saplantının etkisiyle, benim bulunmadığım yerde olması gereken boşluğu (néant) yakalayabilmek için başımı ansızın geriye çevirip bakacak denli sapıtmıştım. Aklımız!.. Tinsel etkinliklerimizin acınası, beş para etmez yöneticisi! Benim zavallı aklım, akıl almaz sorunları kavrayamadıkça, bir inançtan ötekine koşturuyor, kendi mutluluğum adına yanlarına yaklaşma cesaretini bile göstermemem gereken düşünceler arasında seğirtip duruyordu. Bütün bu ağır tinsel didinmeler bana, içimde istencin gücünü kıran kıpırdak bir zeka ve duygularımın tazeliğini, sağduyumun açık seçikliğini yok eden felsefi çözümleme yapma alışkanlığından başka bir şey kazandırmadı. Soyut düşünceler insanın belirli bir andaki ruhsal durumunu bilinçli bir şekilde sezip kavraması ve onu hafızada yaşamasıyla oluşuyor. Soyut şeyleri düşünmeye olan düşkünlüğüm giderek zihnimi öylesine olağandışı, öylesine dengesiz bir biçimde geliştirdi ki, en yalın şeyler üzerinde düşünürken bile sık sık kısırdöngüsel düşünce çözümlemelerine girişiyor, asıl sorunu bir yana bırakıp, neler düşündüğümü düşünmeye başlıyorum. Kendime, ne düşündüğümü soruyor, soruyu ne düşündüğümü düşünüyorum, diye cevaplıyordum. Sonra, peki şimdi ne düşünüyorum? diye soruyor, bu kez de, ne düşündüğümü düşündüğümü düşünüyorum, diye cevaplıyorum ve bu soru-cevap döngüsü içinde kafam iyice karışıyor... Bununla birlikte yaptığım felsefi buluşlar beni kendi gözümde yüceltiyor, özsaygımı okşuyor, kendimi tüm insanlığın yararına yeni birtakım gerçekleri açıklayan yüce biri olarak görüyor, insanlara, tüm ölümlülere, üstünlüğünün, gösterdiği yüce yararlığın bilincinde bir kişinin gururuyla bakıyordum. Ama işte şaşılacak şey: Bu ölümlülerle karşılaştığım zaman onlardan çekiniyor, sıkılıyor, kendimi kendi gözümde ne denli yüceltirsem, üstünlüklerimi başkalarının karşısında ortaya koymada o denli yeteneksizleşiyor, hatta yalnız bununla da kalmıyor, söylediğim küçücük bir söz, yalın, küçücük bir davranışım için utanmamayı başaramıyordum. XX VOLODYA Hayatımın bu dönemine ilişkin anılarda ilerledikçe, bunları anlatmak benim için gitgide daha zorlaşıyor. Çocukluğumu sürekli aydınlığa boğan o pırıltılı, gerçek, sımsıcak duygulara hayatımın bu dönemine ilişkin anılarım arasında pek az rastlıyorum. Elimde değil, ergenlik çölünü bir an önce geçip, bu dönemin sonunu ışıklandıran, güzellik ve şiir dolu yeni dönemimi, gençliğimin başlangıcını oluşturan, çocukluğumdaki gibi gerçekten soylu ve sevecen dostluk duygularının yer aldığı mutlu çağımı anlatmak için sabırsızlanıyorum.
·
120 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.