Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Çukur
Modern Kore edebiyatından Çukur! Biraz farklı kültürlerin edebiyatını tanımak hevesiyle önce Japon edebiyatına sardım. Haruki Murakami, Osamu Daza falan derken oradan Arap edebiyatına atladım. Necip Mahfuz, Nizâr Kabbani filan... Sıra geldi Kore edebiyatına. Aradığımı buldum mu, tartışılır. Adının hiç de önemli olmadığı bu çekik gözlü yazarımızın Çukur romanı da pek edebî sayılmaz. Çok başarılı bir kurgu da değil. Lakin ben bu 168 sayfalık romanı bir ay kadar önce, bir pazar günü, elimden bırakmadan, bir solukta okudum. Günlerce de etkisinde kaldım. Aslında vasat olan bu kitapta beni sarsan şey konusuydu. Kitabın kahramanı kaza sonrası tamamen felç kalan bir adam. Adam yatıyor. Kıpırdayamıyor, konuşamıyor. Hikaye felçli adamın diliyle anlatılıyor ve siz onun gözünden hayata bakıyorsunuz. Çok başarılı bir anlatım değil. Ama ben okurken ürperdim. İnsanın bedeninin kontrollünü kaybetmesinin, temel ihtiyaçlarını görememesinin dehşetini derinden hissettim. Okulda arkadaşlara da uzun uzun bahsettim. Allah kimseyi yataklara düşürmesin, diye de not düştüm. Ve sadece bir kaç hafta sonra ben de yataklara düştüm. Ne kadar oldu emin değilim ama sanırım ben de bir aya yakındır yatıyorum ve sürekli Çukur'daki adamı hatırlıyorum. Altı yıl kadar önce şiddetli bacak ağrısı ile doktor doktor gezdikten sonra bir altın günündeki bir teyzenin teşhisi ile beyin cerrahına gitmiş ve emar sonucunda belimdeki iki fıtık netleşmişti. Doktor ameliyat olabilirsin ama istersen biraz idare et, dediğinden ben de altı yıldır idare ettim. Bazı sabahlar eğilip yüzümü yıkamak, bazen rükuya gitmek işkenceydi. Azıcık fazla yürüsem birisi sanki bacağımdaki damarları tutmuş çekiyor hissi korkunç olsa da gezdip tozdum. Tabi tedavi amaçlı bir ara yüzmeye, bir ara platese gittim ama hepsi korkunç ağrılara sebep olunca pes ettim. Bazen altmış yaşında bir teyze gibi hissetmeme sebep olan fıtık ağrılarımı kabullendim. Teşhisi koyan teyze, fıtık öldürmez ama süründürür, demişti. Rabbim başka dert vermesin, deyip sabrettim. Tâ ki üç dört hafta öncesine kadar. Önce bir öksürük illetine tutuldum. Uzun uzun, derin derin gelen her öksürük nöbetinde adeta belimden birşeyler kopup gitmiş gibi hissettim. Öksürük bitti gitti ama bacaklarımdaki derman da gitti. Geçenlerde arkadaşa, bu sene çok rahat bir dönem yaşadığımı söylemiştim. Hiç bir sıkıntım, derdim yok, maddi olarak da rahatım çok şükür. Uzun yıllardır ilk kez bu kadar huzurluyum, demiştim. Şimdi düşünüyorum da bu konuşmadan sadece bir kaç gün sonra yataklara düşmemin sebebi şom ağızımı açmam mı acaba? Ya da yine bir meseleye fazlaca gereksiz üzülmem mi? Yıllar öncesine gidiyor zihnim yine. Yetiştirme yurdunda, abla bizim tatilde gidecek evimiz yok ki tatile sevinelim, diyen kız çocuğuna saatlerce ağlamıştım. Bana çok ağır gelmişti. Kazadan bir gün önceydi. Bir hikmeti vardı elbet yaşanan her anın, konuşulan her lafın. Alıştırılıyor muydum yaşanacak olanlara; yoksa meselelerin görüldüğü kadar korkunç olmadığı mı öğretiliyordu bana? Bilemiyorum. Şimdi de bilmiyorum acaba kitaptaki felçli adama fazla empatimin dersi mi veriliyor? Zannettiğin kadar korkunç değil. Hem bak sen felç bile değilsin, mi deniyor? Öyle ya. Ben adamın aksine hissediyorum bacaklarımı. Kitap sağolsun, hatta ağrılarıma sevinç karışıyor. Emarımı gören doktorlar bana ilk, his kaybı var mı, diye sordular. Şu an sol ayağımın üstü sancıyor, bacağımın damarları çekiliyor ve ben seviniyorum çünkü his kaybı yok. Bütün acıyı hissediyorum çok şükür. Sağ bacağımın yanı ağrıyor, arada batmalar, kasılmalar oluyor ve ben acı içinde seviniyorum, çünkü hâlâ hissediyorum. Ya kitaptaki adam gibi acıyı hissetmeseydim? Belimdeki kemiklerimin acısına şükredeyim diye mi bu kitap çıktı karşıma? Kim bilir? Kaderin hangi cilvesi bu? Kitaptaki adam bir yatakta unutuluyordu zamanla. Böyle dramlardan çıkıyor ya edebiyat da. Ben de değil yemek yapmak, yemek yemenin bile zor olduğu bir haldeyim ama arkadaşlar haftalardır evime yemek taşıyorlar. Dolabımda hiç bu kadar yemek olmamıştı. Yatma molaları vererek bazen ayakta bazen kısa oturuşlarla yemek yiyorum ama evimi temizleyip, çöpümü atan arkadaşlar var. Hastanede yüzümdeki acıyı fark eden yaşlı bir teyze bana kalkıp yer verdi. Bir amca da sırasını... Ablamın kayınvalidesi arayıp samimiyetle yanıma gelip bana bakmayı teklif etti. Kaliteli dram eserlerinin çıkması mümkün değil bu memlekette çünkü bunun için fazla iyi yurdum insanı. Ancak şükür, vefa, iyilik hikayesi yazılır. Ve bir şey daha var. İnsan alışıyor. Ramazan için plan yapmıştım. Okuyacak kitaplar, hatimler, diziler hazırdı. İftara çağıracaklarım, çanta örmek için aldığım iplerim vardı. Ama haftalardır ağrılar sebebiyle ne birşey okuyabiliyor ne izleyebiliyorum ne de birşey yapabiliyorum. Âdeta ğırçekimde yaşıyorum. Çorabımı giymek dakikalar sürüyor. Namazlarım bile çok acayip. Ayakta başlıyor, oturuyor, bazen oturmaya dayanamayıp pozisyon değiştiriyorum falan. Ama insan alışıyor. Haftalar yatarak nasıl geçti, bilmiyorum. Bana deseler ki, Allah korusun, ameliyat falan çözüm değil. Sen ömrünün geri kalanında böyle yaşayacaksın. Bir yolunu bulup böyle ağrı acı içinde de olsa yaşayıp gitmez miyim? Bundan daha büyük acılar içinde yaşayan nice insan yok mu? Ama işimi yapamam, işeme dönemem. Mesele de bu ya: Yük olmak. Varlığım kimseyi rahatsız etmesin, gayesidir hayat felsefem. Fikri, dini meselelerde, söz konusu inandığım hakikatleri savunmak ise, bile isteye rahatsızlık veririm, o ayrı. Ama onun dışında insanlara düşüncede bile yük olmak istemem. İşte tam da böyle düşünürken haftalardır raporluyum. Yokluğum okulda sıkıntıya sebep oluyorken varlığım da ayrıca sıkıntı oluyor. Ve sanırım, kimseye sıkıntı vermemek, iddiamla imtihan olunuyorum. Senin elinde mi ki bu, deniyor adeta. Sana bahşedilen nimetler sayesinde kendi kendine yaşayıp gidiyorsun. Ancak Allah izin verirse sen kimseye yük olmazsın. Rabbim dilemezse sen bir lokma ekmeğe bile muhtaçsın. Kendinden mi bildin, muhtaç olmamayı? Kendim bilemediğim için bu hakikati böyle haddim bildiriliyor sanki. Cefana da amenna! Ama lütfun da hoştur, demekten başka elden ne gelir? Ne zaman dara düşsem yine o garip hatıra beliriyor zihnimde. Yedi sekiz yaşlarımdayım. Köye gitmişiz. Tandırlıkta kadınlar toplanmış imece usulü yufka ekmeği yapıyorlar. Anneannem ateşin başında. Ellerde oklava. Muhacir kızı olduğumdan, ilk oyuncağım minik bir oklava olduğundan, babaannemin yanında hamurla oynayarak büyüdüğümden bana da verilmiş bir yumak, hamur açıyorum. Ufak tefek olduğu için yaşından da küçük görünen süslü bu şehirli bu çocuğun hamur açması teyzelerin dikkatini çekince, yaşlıca bir teyze yüzümdeki benlerime bakıp, derin bir vah çekmişti. Teyzenin dediğine göre yüzümdeki bu benler ileride çok acılar, sıkıntılar çekeceğime işaret imiş. O böyle söyleyince diğerleri de üzüldüler benime, kaderime. Açıkçası acı, dert kelimelerinin ne ifâde ettiğini henüz bilmeyen benim için bu konuşma sadece gizemli belki garip belki de komik bir meseleydi. Asla travmatik değildi ama aynada yüzümdeki benleri inceleyip bir sırrı var mı, diye merakla inceledim bir süre. Yıllar sonra Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın Marifetname'sini ilahiyat kütüphanesinin soğuk salonunda okurken tekrar gittim o güne. Yüzün şeklinin, gözün renginin, yüzdeki benin bir sırrı vardı. Hiçbiri tesadüfi değildi. Sonra Halit Ziya Uşaklıgil'in derlediği İlm-i Sima isimli eserinde de benzer şeyler okumuştum. Tozlanmış aynamda benim dikkatimi çekiyor işte yine. Benime mi yazılmış kederim? Bak bak! Kedermiş! Amma dram yaptın, diyorum kendime. Sıcak yatağında iki ağrı çektin diye keder, kader başladın yine! Yağmur altında bombalardan kaçarken, korkuyorum, diyen çocuk kadar mı kederlisin? Ben güzeldim, savaş beni bu hâle getirdi, diyen minik kız kadar mı acı çektin? Mahallendeki bir âdi sapık tarafından ses geçirmeyen odalarda korkunç şeyler yaşadın da hiç kimseler sesini mi duymadı? Ne çok acı var? Fıtık için mızmızlanmak ne komik. Fıtık denilen şey de bir garip. Omugamda dışarı taşmış küçük bir diskin bütün sinirlerime baskı yapıyor olması garip. Vücut çok enteresan bir işleyişe sahip. Minik bir çıkıntı bütün hareket kaabiliyetimi etkiliyor. Tek yapmam gereken şey o çıkıntıdan yani fıtıktan kurtulmak. Ama nasıl? Nerdeyse her yüz kişinin beşinde olan bir rahatsızlık fıtık. Ama herkesinki farklı seyrediyor. Haliyle herkesin farklı bir fikri var. Emar görüntülerime bakan bütün doktorlar, ameliyat, dedi. Pek çok kimse, tekrarlama ihtimali var, sakın olma, dedi. Hacamat, sülük, fizik tedavi, bel çekme, dağdaki şifalı ot, altı ay yatın sonra geçiyor, şıkları arasında en sonunda ameliyatta karar kıldım. Çünkü dönmem gereken bir işim var. Ve fıtığın sinirlerde kalıcı hasar oluşturma ihtimali var. O kadar ağrı kesiciye rağmen hâlâ ayakta zor duruyorum ve hâlâ oturduğumda bütün kemiklerim sancıyor. Gram iyileşme yok. Ağrı kesicilerin yan etkileri sanırım fıtık kadar derde sebep oldu. Vücudum her türlü isyanda. Ameliyat çözüm mü bilmiyorum ama şu an başka seçenek yok gibi. Ne kadar çok yazdım! Ya da neden yazdım ki bunca şeyi? Anlatmak garip bir şekilde iyi geliyor insana. Eskiler, kimseye anlatamazsan da git kör kuyuya anlat, derlermiş. Sosyal medyaya anlatmak kör kuyuya anlatmak gibi aslında. Birine anlatmak zor. İnsan karşısındakine derdini anlatırken yükünü paylaşıyor. Al birazını da sen taşı, diyor. Bu sebeple bazen paylaşmaya çekiniyor. Ama burası öyle değil. Sen konuşuyorsun ve sadece dinlemek isteyen, o an dinleyecek gücü olan seni dinliyor. Kendi derdi olan, dert dinleyecek dermanı olmayan yazıyı beğenip geçiyor. Yazmak beni rahatlatıyor ama kimseyi okumadığı sürece rahatsız etmiyor. Bunca şeyi ameliyata biraz zihnimi rahatlatmış olarak girmek için yazıdım sanırım. Ve yazmak haftalardır akıl sağlığım için yaptığım tek şey. Yarın ameliyatım var inşallah. Basit bir ameliyat. Neşter değil de bir süre bedenimin kontrolünün bende olmaması fikri biraz can sıkıcı. Ama Vezirköprü'de devlet hastanesinde başarılı bir doktorun olması ayrıca şükür vesilesi. Filistinli çocukların narkozsuz kolunun kesildiği bir zamanda benim ameliyatımın önemi yok. Lakin sadece buraya kadar okuyup sıkıntı verdiğim birileri varsa ameliyatın derdime şifa olması için dua ederlerse minnettar olurum. Rabbim, ramazan ayı hürmetine bize dünyada da iyilik ve güzellik ver, ahirette de! Amin:) (27 Mart 2024)
Çukur
Çukur
·
189 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.