Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Aslında yürümek daha iyi geliyor insana; yavaş yavaş yürümek sokakların ve kaldırımların, göklerin ve ağaçların, insanların ve bakışların, gülüşlerin ve hüzünlerin satır aralarında saklı kalmış kelimeleri okumaya sevk ediyor insanı. Yürümek üzerine o kadar çok şey yazılmış ki... Yürümek okumak için bir imkan mı yoksa okumanın bir türü insan karar veremiyor. Araba çok hızlı ve çok şey kaçırıyor insan bu yüzden bisiklet bir ara formül. (Meşşaîleri hatırlamak gerekiyor bu noktada) Selimiye Kütüphane'sinden kitap ödünç aldıktan sonra bir yokuş iniyor ve bir yokuş tırmanıyor, sonunda Salacak'ta Topkapı Sarayına rûberû bir tepeye vâsıl oluyorum. Yokuşun sonunda, tıpkı bir şelalenin kendini bıraktığı ana denk gelen bir görsel kırılma anını yaşıyorum. Dikleşen soluklarla inşa edilen bu yokuş, katı olmayan bir sükût ile nihayet buluyor ve kemâle eriyordu. İnsanla arasında metafizik bir titreşim vardı bu yokuşun: kendi içinde itikafa giriyor, sonu ile başlangıcı aynı noktada düğümleniyor ve çözülüyordu. Düğümlenip çözülmek bir eylemsizlik haline dönüşüyor, bir mabedin mihrabında insana dair akisler ouyuyor, insanın kendi ile yüzyüze geldiği nadir dakikalar doğuruyordu. Yokuşu tırmanırken içerisine girdiğim acelenin tutsağı oluyordum sanki. Acelem vâsıl olmaya değil yolculuğaymış benim, varoluşsal bir ümit saklıymış yolculuğun içinde. Bir yanlışlık var bende. Acelem varacağım yere matûf değil, yolculuğun bizatihi kendisine. Yolculuğu kutlu kılanın varılacak yer olması lazımken, neden bizzat yolculuk bana bu kadar sevimli geliyordu? Yolculuğa saplanıp kalmak yolda kalmak değil de neydi? Kalamadım orada. Sinan Paşa Camii'ne gitmek arzusundaydım. Biliyordum ki orada da uzun kalmayacaktım. Bir bakıştan fazlası zaman kaybı olacaktı sanki. Bir bakış ne kadar sürer ki! Bazen uzatmadığımız bir bakış için nedamet taşırız içimizde. Keske bir kahve olsaydı beraberimde. Buraya güneşli bir günün ikindisinde güneş zevâle ererken gelmek lazım. Eşi benzeri olmayan bir manzara. Bugün güneş yok. Geri dönmeliyim. Nasuhî Tekkesi önünden geçerken bir Fatiha gidiyor medfûn olanlara, Kadir Mısıroğlu ile beraber. Karacaahmet Türbesine vâsıl olmadan Hattatlar Sofası'na uğramak arzusu düşüyor içime. Taze yağmur ve taze çamur kokusu ile beraber bir rahiya tütüyor yeşilin içinden. Elimde telefon yazarken parmaklarım karıncalandı. Evet. Belki bu yüzden hattat hastalığıdır inme. Noktanın ağırlığına dayanamaz hattatlar da inme iner genelde onlara. Bir noktadan ruhun geometrisini inşa eden insanlar onlar. Sözün ve mananın soyut resmini çizerken ve salt ölçüden bir mimari inşa ederken ruhun ellere uyguladığı baskıyı düşünün. Bir taşı bi mezar taşı haline getiren nedir? Hattatlar Sofası'nda harflerin zikr-i hâfîsine kulak vermek istiyor insan. Mezarlar ile yol arasında gözden kaçan ne kadar çok harf var! Mimar Sinan'ın Valide-i Atîk'i var sırada. Bir çay içimi oturmam lazım. Hem caminin kendine hem aldığım kitaplara bakmak istiyorum. Âh hazire kısmında tadilat var. Saclardan bir perde çekmişler mezar taşları ile ziyaretçiler arasına. Kıble duvarının hemen dibindeki mezar taşlarını görmeye giderdim ekseriya bu camiye. Orada farklı bir mana sezerdim, hala da öyledir. Her gittiğimde mutlaka resmini çekerdim. Işık ve gölgesiyle sanki her defasında farklı bir mana çıkar oradan. Bu defa olmadı. Ama olsun ayakkabılarımda Hattatlar Sofası'nın çamuru duruyor hala.
·
141 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.