Gönderi

Kalender’de Bir Gece - Μια νυξ στο Καλεντέρι[*]
Sıcak dalgasının evde durmayı olanaksızlaştırdığı kavurucu ağustos gecelerinden birinde, temiz hava almak ve açık bulursam Andoni'nin kahvesinde bir kahve içmek için Kalender'e gitmeye karar verdim. Kalender, Boğaziçi'nin en güzel iki köyü olan -nedendir bilmem, çok beğenilen Büyükdere ya da bizim bildiğimiz adıyla Vathyrriaks bana oldukça sevimsiz gelir- Yeniköy ile Sarıyer arasındaki uzun sahil şerididir. Kalender'e kadar uzanan Yeniköy'ün ana caddesi o gece oldukça hareketliydi. Cumartesi akşamı olduğundan insanlar ertesi günkü pazara hazırlanıyordu. Evlerin çoğunda sabahleyin başlayan temizlik çalışmaları sürüyordu. Hafta arasında köyün ışıkları 9.30 gibi söndürülüp yatmaya gidildiği hâlde şimdi bütün evlerin pencereleri altın sarısı ışık saçmaktaydı. Cadde ile ara sokaklarda hatırı sayılır bir kalabalık geziniyordu. Çoğu, cumartesi akşamları eserlerini sergilemeye çıkan köyün terzi kadınlarını izlemeye gelmişti. Yeniköy'deki terzi kadın sayısı beni hayretlere düşürür. Ana caddede beş dakika yürüdükten sonra güzel Kalender'e vardım. Gece büyüleyiciydi. Mehtap Boğaziçi'ni gümüş bir duvakla sarıyor, küçük beyaz evlerin arasından yükselen birkaç minaresiyle karşıdaki Asya sahilleri masalsı bir tiyatro piyesinin dekorlarını andırıyordu. Andoni'nin kahvesi açık olmasına karşın fazla müşterisi yoktu. Gezintiye çıkanlar vapur iskelesini tercih etmişti. Kahvenin içerlek köşesinde oturan iki müdavim, nargilelerini fokurdatarak bir miras hakkında sohbet ediyordu. Uzaktaydılar ve alçak sesle konuştuklarından ne dedikleri anlaşılmıyordu. Arada, "Birader, yanlışın var! Toprağı bol olsun Kokona Froso'nun tek bir evi vardı ve ölünce..." ya da "Deme! Aktar Kostaki'yle evlenen ablası..." gibi kırık cümleler duyuluyor, sonra tekrar sessizlik baskın geliyordu. Diğer köşede Tarabyalı bir bağcıyla karısı oturuyordu. Erkek uzun bir tespih çekiyordu ve tespihinin klik klik sesinden daha keyifli bir sohbet arzu etmiyor gibiydi. Değişiklik olsun diye bazen beş on tespih tanesini birden bırakarak klik klik sesini çeşitlendiriyordu. Geniş dallı bir ağacın altındaki kahvenin en güzel masasına oturdum. İki sandalyenin üzerine uzandım ve böylesi sadece İstanbul'da içilebilen kahvemi höpürdeterek, bir iki saatliğine, önümde uzanan güzel manzaranın keyfini çıkarmaya karar verdim. Bizans kırlarının ayırt edici özelliği bence neşeleridir! Çayırlar, dereler, tepeler hep gülümser. Hafif meltem insanın ruhuna teselli ve cesaret telkin eder. Ne kadar üzgün olursan ol, İstanbul'un çayırları ya da sahillerinde gezintiye çıktın mıydı için rahatlar, Bizans Doğası kulağına "Allah büyüktür," diye fısıldar. O gece bu duyguyu çok yoğun yaşadım. Denizde hafif bir rüzgâr esiyor ve suları titreterek yüzeylerini kırışıklarla dolduruyordu. Ama Boğaziçi'nin kırışıkları, kötü niyetli ya da yaşlı insanların yüz ifadesini anımsatan diğer suların kırışıklarına benzemez. Boğaziçi pürüzsüzlüğünü sadece sevindiği, gülümsediği zaman yitirir. İnsanların mutluluğundan hoşnut olan, eğlenceyi seven iyi kalpli bir tanrıdır. Geceleri, gülüp eğlenen insanlar taşıyan sandallarını, Beşiktaş'tan Kavaklar'a kadar neşeyle götürüp getirir. O sandallarda kara gözler ışıldar, narin kalpler alev alev tutuşur, nice yeminler edilip nice sözler verilir. Eskilerin deneyimine sahip iyi kalpli bir tanrıdır. Zeus Europe ile gönül eğlendirirken olaya o da karışmamış mıydı? Etrafta mutlak bir sessizlik hâkimdi. Miras hakkında sohbet edenler gitmişti, diğer masa da suskunluğunu sürdürüyordu. Başka bir yerde olsam bu sessizlik beni belki de hüzünlendirirdi ama Boğaziçi sahilinde keyfim yerindeydi. Sessizliğin suskun armonisini arada bir kuşların kanat çırpışı, sahili okşayan dalgaların hışırtısı ya da kahvecinin birbirine çarpan fincanları bozuyordu. Ağaçların dallarına asılan üç dört gaz lambası gecenin mahremiyetini bozmayan loş bir ışık veriyordu. Sakin ortamda ruhum dinleniyordu ve manzaranın etkisiyle çevremdeki güzellik neşeli ve umut dolu düşüncelerime yansıyordu. Birden sessizlik dağıldı. Tarabya'ya doğru giden büyük bir sandalın içindekiler şarkı söylüyordu. Sandalda kürek çeken köylüler konservatuvar mezunu olmasa da şarkıları güzeldi. Müziğiyle taşları ağlatan ataları Trakyalı Orpheus'un ezgileri gibiydi. Yaz gecelerinin sessizliğini bozan ya da başka bir yaklaşıma göre ona eşlik eden şarkılara tutkunum. Doğanın müziğidirler. Salonlarda çalınan klavsenin acımasız gürültüsü sinirleri bozarken bunların müziği ruhlara hitap eder. Aceleyle koşturmayın mezara götürürken, bırakın biraz daha güneşin keyfini çıkarsın! Aceleyle koşturmayın mezara yazıktır, hayatın tadına varamadı daha. istersen gül ya da gözyaşı dök, yalandır dünyada bütün gördüklerin. Her şey yalandır, her şey gölge! Gerçek olan bir şey kaldıysa o da soğuk kara topraktır, sevinçlerimizle acılarımızı örten. İçimden isyan ettim. Hayat ve sevinçle dolu neşeli bir kahramanlık türküsü, hayat dolu, bereketli Boğaziçi sahiline yakışır bir şarkı bekliyordum. Oysa köylü bir şairin elinden çıkmışa benzeyen bu basit ve kaba dizeler çalınıyordu kulağıma. Acı çeken insanların tarih öncesinden gelen, her şeyin yalan, her şeyin gölge olduğunu söyleyen acı yakınmalarını dinliyordum. Evren mutlak mutluluğu vaat edercesine uyum içindeydi. Çiçekler çevreye hoş kokulu nefeslerini salıyor, akıntı uzak mutlu ülkelere kavuşmak üzere güle oynaya koşuyor, gökyüzü barışının görkemini sergiliyordu. Buna rağmen, şarkıcıların hüzünlü ve cesur sesleri dünyanın baştan çıkarıcı ama yanıltıcı güzelliklerine isyan edercesine yükseliyordu: Gül istersen ya da gözyaşı dök, yalandır dünyada bütün gördüklerin. Her şey yalandır, her şey gölge! Gerçek olan bir şey kaldıysa o da soğuk kara topraktır, sevinçlerimizle acılarımızı örten. Şarkıcılar sustu ve sandal uzaklaştı. Ama onunla birlikte neşem de kayboldu. Rüzgârın neminden rahatsız olarak yerimden kalkıp birkaç adım attım. Rüzgâr esmeyen kuytu bir köşede bir kibrit yakarak saatime baktım. Gece yarısı, geri dönme zamanıydı. Tam o sırada, bir süredir gökyüzünde gezinen koyu renkli bulutlar mehtabı örttü. Sahnenin perdesi inmiş gibi hissettim. Köye giden yolu yürümeye başladım. Ana cadde bomboş ve köy derin bir uykudaydı. Sadece bastonunu kaldırım taşlarına vurarak kayıtsızca zamanı sayan yaşlı bekçiyle karşılaştım. ------------ Kaynakça Κ. Π. Καβάφης, Τα πεζά (1882;-1931), [Düz Yazıları (1882 – 1931)], Ίκαρος Εκδοτική Εταιρία, 2003. [*] Öykü çevirisi: Ari Çokona
·
141 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.