Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

İnsan, insanlığını yavaş yavaş şöyle yitiriyor: Hiçbir vakit yaptıklarının karşılığını görmeyerek. Bir kedi, başı okşandığında gözlerini kısıyor; güneş batınca suladığımız fideler bir gün çiçek açıyor fakat insan... İnsan öyle mi? Marjan Kamali, "Bazı insanlar neden ruhumuza yerleşiyor, boğazımıza düğümleniyor, zihnimize kazınıyor?" diye sorarken bundan bahsediyor. Bu çağ böyle bir çağ sevgili okur. Zihnimize kazıdıklarımız, ruhumuza yerleştirdiklerimiz kıymet bilmiyor ve buna itiraz ederseniz karşılık beklemekle, çirkin biri olmakla suçlanıyorsunuz. Ne diyelim? Var olun.
Marjan Kamali
Marjan Kamali
-
Kırtasiye Dükkânı
Kırtasiye Dükkânı
Çevirmen: Çiğdem Banguoğlu Aka, Remzi Kitabevi, s.11-12 “Onu görmek için bir randevu aldım.” Dişçiden ya da terapistten randevu almış gibi söyledi bunu, ya da en yeni model buzdolabını alırlarsa Walter ve kendisine ömür boyu soğuk süt, taze sebze ve bozulmamış peynir vadeden ısrarcı satıcıyla görüşecekmiş gibi. Walter, bakışları mutfak havlusu üzerindeki şemsiyeli sarı civciv desenine dalmış, bulaşıkları kuruluyordu. Karşı çıkmadı. Walter Archer’ın mantığa olan eğilimi, aklı ön plana alma yeteneği, Roya’nın kendi aklıseliminin bir göstergesiydi. Zira Roya, aklı başında ve inanılmaz derecede anlayışlı bir adamla evlenmemiş miydi? Sonuçta, uzun yıllar önce Tahran’da küçük bir kırtasiye dükkânında tanıştığı oğlanla evlenmeyip, onun yerine hayatını bu Massachusetts doğumlu istikrar abidesine bağlamamış mıydı? İşte bu Walter’a. Neredeyse hiç sektirmeden her gün kahvaltıda haşlanmış katı yumurta yiyen bu adam, “Onu görmek istiyorsan, görmelisin,” dedi bulaşıkları kurularken. “Son zamanlarda iyice harap oldun korkarım.” Roya Archer artık Amerikalı sayılırdı. Yalnızca evlilik nedeniyle değil, belki elli yılı aşkın Birleşik Devletler’de yaşamış olduğu için. Çocukluğunu Tahran’ın sıcak ve tozlu sokaklarında kız kardeşi Zari’yle ebelemece oynarken geçirdiğini hatırlıyordu, ama şimdi hayatı New England’da özenle kuşatılmıştı. Walter ile. Ama yalnızca bir hafta önce bir dükkâna yaptığı bir ziyaret – ataş almak için! – her şeyi çatırdatıp açığa çıkarmıştı. Yeniden 1953 yılına saplanıp kalmıştı. O çekişmeli yaz döneminde İran’ın en büyük şehrinin ortasındaki Metropol Sineması. Lobideki daire biçimi kırmızı kanepe, üzerinde asılı duran avizenin iri gözyaşları gibi parıldayan kristalleri, sigaralardan küçük bulutlar halinde yükselen dumanlar. Oğlan onu merdivenlerden yukarı sinema salonuna çıkarttığında, ekranda yabancı isimli yıldızların birbirlerini okşadıklarını görmüştü. Film bittikten sonra, yazın alacakaranlığında birlikte yürümüşlerdi. Gökyüzü açık eflatundu, bu rengin içinde morun katman katman öyle çok tonu vardı ki insan bunun mümkün olduğuna inanmakta zorlanıyordu. Oğlan yasemin kokulu çalılığın yanında ona evlenme teklif etmişti. Roya’nın adını söylerken sesi titremişti. Sayısız aşk mektubu göndermişlerdi birbirlerine, nasıl birlikte olacaklarını planlamışlardı. Ama sonunda, hiçbir şey olmadı. Hayat planladıkları her şeyi Roya’nın ayağının altından çekip almıştı. Olsun, ne yapalım. Roya’nın annesi kaderimizin doğduğumuzda alnımızda yazılı olduğunu söylerdi hep. Onu göremezdik, onu okuyamazdık, ama o orada görünmez bir mürekkeple yazılı olurdu ve hayatımız bu kaderi izlerdi. Ne olursa olsun. Roya uzun yıllardır o oğlanı ruhunda bastırıp aklından çıkarmıştı. Kurması gereken bir hayat, tanıması gereken bir ülke vardı. Walter vardı. Yetiştirmesi gereken bir çocuk vardı. O Tahranlı oğlan eski püskü işe yaramaz bir paçavra gibi pekâlâ kovanın en dibine sıkıştırılabilir, en derinlere gömülebilir, böylece neredeyse unutulabilirdi. Fakat şimdi nihayet ona kendisini neden meydanın ortasında bırakıp gittiğini sorabilecekti.
··
133 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.