Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Bazı insanlardan kopmak güç. Bu bazen aileden biri olur bazen eski bir dost bazen yeni biri. Zihnimizde yok saysak da varlığı bir türlü son bulmuyor, kopamıyor insan. Ne tuhaf. Aynı kitapta geçiyor: "Yaşayan birinin yası nasıl tutulur diye soruyordu kendi kendine." Her şey bu soruda gizli sevgili okur. Yüreğimizden söküp attık mı birini, yasını tutmalı ve önümüze bakmalı. Var olun. Clara Dupont-Monod
Clara Dupont
Clara Dupont
-
Taşların Anlattığı
Taşların Anlattığı
Çevirmen:
Bahadırhan Bozkurt
Bahadırhan Bozkurt
, İletişim Yayınları, s.9-11 Bir gün, bir ailede uyumsuz bir çocuk dünyaya geldi. Bu çirkin sözcük bir parça aşağılayıcı olsa da gevşek bir bedenin, sabit ve boş bir bakışın hakikatini yine bu sözcük anlatacaktı. “Bozuk” yersiz olurdu, “eksik” de öyle, zira bu sınıflandırmalar kullanım dışı kalmış, hurdaya çıkmış bir nesneyi çağrıştırır. “Uyumsuz” açık bir şekilde, çocuğun işlevsel çerçevenin dışında var olduğunu (eller tutmaya, bacaklar yürümeye yarar), bununla birlikte diğer yaşamların kıyısında durduğunu, onlarla tam olarak bütünleşmediğini ama her şeye rağmen onların bir parçası olduğunu varsaymaktadır; tıpkı bir tablonun köşesindeki bir gölge gibi, sanki davetsiz bir misafir, yine de ressamın tercihi. Başlangıçta aile sorunun farkına varmadı. Hatta bebek çok güzeldi. Anne, köyden ve çevre kasabalardan gelen misafirleri kabul ediyordu. Arabaların kapıları açılıyor, iki büklüm olmuş bedenler doğruluyor, sarsak birkaç adım atıyorlardı. Buraya ulaşmak için yılan gibi kıvrılan daracık yollardan geçmek gerekiyordu. Mideler bulanmıştı. Bazı dostlar pek yakındaki bir dağdan geliyorlardı, ama “yakın” burada hiçbir şey ifade etmiyordu. Bir yerden diğerine gitmek için önce tırmanmak, sonra inmek gerekirdi. Dağ kendi güzergâhını dayatıyordu. Yayladaki evin avlusunda insan bazen kendisini hareketsiz, yeşil köpüklerden devasa dalgalarla kuşatılmış gibi hissederdi. Rüzgâr estiğinde ve ağaçları silkelediğinde hırçın bir okyanus sesi duyulurdu. O zamanlarda avlu fırtınalardan korunan bir adaya benzerdi. Avluya dışarıdan, üzerinde siyah çivilerin çakılı olduğu, dikdörtgen şeklinde, ahşaptan ağır bir kapıyla ulaşılıyordu. “Ortaçağ’dan kalma bir kapı,” diyordu bilenler, muhtemelen asırlar önce Cévennes’e yerleşen büyük büyük dedeleri tarafından imal edilmişti. Önce bu iki ev, ardından geniş bir saçak, ekmek fırını, odunluk ve nehrin öteki yakasında değirmen inşa edilmişti, dar yol bir köprüye dönüşüp nehre bakan ilk evin terası görüldüğünde arabalardan gelen rahatlama nidalarıyla karışık iç çekişleri duymak mümkün olurdu. O evin arkasında ise aynı hatta dizili, çocuğun doğduğu ev bulunuyordu, yani annenin misafir ve akrabaları karşılayabilmek için iki kanadını da açtığı, Ortaçağ’dan kalma bir kapısı olan ev. Anne, kestane şarabı ikram ediyor, avlunun gölgesinde toplanmış küçük topluluk kendinden geçmiş şekilde içkiyi yudumluyordu. Kumaş kaplı, katlanan uzun sandalyesinde pek uslu duran çocuğu ürkütmemek için alçak sesle konuşuluyordu. Çocuk portakal çiçeği kokuyordu. Temkinli ve sakin görünüyordu. Tombul ve solgun yanakları, kahverengi saçları, iri kara gözleri vardı. Buralardan bir bebek, buralara ait. Dağlar, katlanan sandalyeye göz kulak olan, ayakları nehirlere batmış, üstlerine rüzgâr giyinmiş yaşlı kadınları andırıyordu. Diğerlerine benzeyen çocuk kabul edilmişti. Buralarda bebeklerin kara gözleri vardı, yaşlılar zayıf ve kuru olurdu. Her şey olması gerektiği gibiydi. Üç ayın sonunda çocuğun hiç gevezelik etmediği fark edildi. Vaktin çoğunda sessiz duruyordu, tabii ağlamadığı zamanlarda. Bazen dudaklarında bir tebessüm belirir gibi oluyordu, bir kaş çatış, biberondan sonra bir iç çekiş, kapı çarpınca bir sıçrayış. Hepsi bu kadar. Ağlama, tebessüm, kaş çatış, iç çekiş, sıçrayış. Başka hiçbir şey yok. Debelenmiyordu. Sakin duruyordu, “tepkisiz” diye düşünüyordu ailesi, bu düşünceyi dillendirmeden. Yüzlere, tepesinde asılı oyuncaklara, çıngıraklara en küçük bir ilgi göstermiyordu. Özellikle de kara gözleri hiçbir şeyi takip etmiyordu. Önce boşlukta yüzüyor gibi görünüyor, sonra bir tarafa doğru kaçıveriyordu. Ardından gözbebekleri olduğu yerde dönüyor, görünmez bir sineğin dansını takip ediyor, sonra da boşluğun içinde bir yerlere sabitleniyorlardı. Çocuk köprüyü, iki evi, ezelden beri olduğu yerde yükselen, bin defa fırtınalarla ya da konvoylarla yıkılıp bin defa yeniden inşa edilmiş, kızıl taşlarla örülü, çok eski bir duvarla yoldan ayrılan avluyu görmüyordu. Derisi törpülenmiş gibi görünen, sırtında sayısız ağaç dikili, bir selle yarılmış dağa bakmıyordu. Çocuğun gözleri manzaraların ve insanların üzerinden okşar gibi akıp gidiyordu. Bir şeye takılıp durmuyordu.
··
165 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.