Gönderi

Günaydın. Geride bırakmak ne zor. Bir yeri terk etmek ya da birini, küsmek, görüşmemeye çabalamak değil; geride bırakmak. Varlığını hiç olmamışçasına yok etmek. Ne zor. Calligarich, "Ama hep böyledir işte, yaşam boyu tanıştığımız değil, geride bıraktığımız insanlardır bizi biz yapan," der. Geride bıraktıklarımıza da şükür sevgili okur. Bizi biz yapan her şeye ve herkese, çok şükür. Güzel bir gün dileğiyle, var olun. Gianfranco Calligarich
Kentte Son Yaz
Kentte Son Yaz
Çevirmen: Eren Cendey, Can Yayınları, s.15-17 Hep böyle olur. Kişi bir kenarda kalmak için elinden geleni yapmıştır, derken günün birinde, nasıl olduğunu anlamadan kendini doğrudan sona götüren bir hikâyenin içinde bulur. Bana kalsa yarışa katılmamak için elimden geleni yapardım. Her türlü insan tanımıştım: Hedefine ulaşmış insanlar, henüz harekete geçmeyi bile becerememiş insanlar... Ama eninde sonunda yüzümde beliren tatminsizlik duygusunun nedeni, hayatı izlemekle yetinmenin en iyisi olduğuna hükmetmiş olmamdı; ne var ki geçen yılın ilkbaharının başlarında yağmurlu bir günde berbat bir şekilde parasız kaldığımda bunu hesaba katmamış olduğumu fark ettim. Bu tür şeylerin hep olageldiği üzere, geri kalan her şey kendiliğinden gelişti. Kimselerle bir derdim olmadığını hemen açıkça söyleyeyim, elime gelen kartları oynadım. Hepsi bu. Bulunduğum bu körfez muhteşem. Denize yüz metre kadar uzanan kayalıkların tepesinde bulunan Arap kalesi körfezi tepeden seyrediyor. Uzun sahile baktığım zaman kumsalın göz kamaştırıcı şeridinin Akdeniz’e özgü bodur makileriyle çevrelendiğini görüyorum. Daha uzakta bu mevsimde ıssız olan üç şeritli anayol, tünelleriyle güneşin altında ışıldayan kayalık dağları delip geçiyor. Gökyüzü masmavi, deniz temiz. Mesele bunlarsa, daha iyi bir yer seçemezdim. Denizi her zaman sevdim. Gençliğimden beri gözümün kumsallarda olmasının altında sanırım dedemi gençliğini Akdeniz’deki şileplerde çalışarak geçirmeye yönelten dürtü vardır; dedem daha sonra kasvetli Milano kentine yerleşmiş, bir ev dolusu çocuk yapmış. Bu dedemi tanıdım. Sayısız torun çocuğuyla çevrili yaşayan gri gözlü bir Slav’dı. Bir araya getirmeyi becerebildiği son sözlerle bir avuç deniz suyu istedi; en yaşlı oğul olan babam Filateli dükkânını kızlarından birine emanet edip otomobille Genova’ya doğru yola çıktı. Ben de onunla gittim. On dört yaşımdaydım ve bütün yol boyunca tek kelime konuşmadığımızı anımsıyorum. Babam zaten pek konuşkan sayılmazdı, okulda yarattığım sorunlarla ona dert olan benim ağzımı açmamam hayırlı olurdu. Denize doğru uzanan ve sadece bir şişe su doldurmaya yeten süresiyle yolculuklarımın en kısası, döndüğümüzde dedemi bilinçsiz bulduğumuz için de en yararsızı. Babam şişedeki suyla onun yüzünü yıkadı ama dedem pek sevinmiş gibi görünmemişti. Yıllar sonra beni Roma’ya sürükleyen nedenlerden biri denize yakınlığı oldu. Askerlik görevimden sonra hayatta ne yapacağımla ilgili sorunla yüzleştim ama çevreme bakındıkça karar almam daha da zorlaşıyordu. Arkadaşlarımın üniversite bitirmek, evlenmek, para kazanmak gibi gayet kesin kararları vardı ama bunlar bende tiksinti uyandıran hedeflerdi. Milano’da paranın her şeyden önde geldiği yıllardı, Ekonomik Mucize adıyla bilinen ulusal düzeydeki bir tür kumardan ben de payıma düşeni almayı başardım. Arada sırada ince eleyip sık dokuyarak ciddi denemeler yazdığım ve karşılığını asla yeterince alamadığım edebiyat-tıp dergisi Roma’da bir iletişim bürosu açmaya karar verince beni de muhabir olarak gönderdi. Annem evden ayrılmamı engellemek için her türlü yolu denediyse de babam tek söz etmedi. Topluma uyum sağlama çabalarımı, genç yaşlarında şirket memurları olan efendi insanlarla evlenen ablalarımın başarılarıyla karşılaştırarak izlemiş, benim dedemin yolculuğundaki gibi suskun kalışımı görmüştü. O ve ben hiç konuşmazdık. Bunun kabahati kimindi hatta bir kabahatten söz edilebilir miydi bunu bile bilmiyorum ama içimde öyle bir his vardı ki onunla doğrudan konuşarak yüzleşseydim onu bir şekilde yaralamış olacaktım. Savaş, ikinci olanı, onu uzaklara göndermişti ve iyi bilinen her türlü koşulunu ondan da esirgememişti; zaten savaşa giden hiç kimse yuvasına eski haliyle dönememişti. Mağrur suskunluğuna karşın her zaman bir şeyi unutturmak ister gibi bir hali vardı, belki de eve paramparça dönüşünü, iri cüssesinin elektroşok altında kıvranış sahnesine bizi tanık edişini unutturmak istiyordu. Bir şekilde öyleydi ve çocukluğumda onun antikahramanlara yaraşır işini, düzen aşkını, nesnelere olan abartılı saygısını asla bağışlayamıyordum; savaştan eve döndüğü ilk gün eski bir mutfak sandalyesini sonsuz bir sabırla onarmaya girişmek için nasıl dehşet dolu bir faciaya tanık olmuş olduğunu anlamaktan âcizdim. Aradan otuz yıl geçtikten sonra bugün bile sabır, başını dik tutma, soru sormama gibi askeriyeden kalma bazı özelliklerini korur, bana başka bir şey vermemiş olsa bile çocukluğumda onun yanında yürürken hissettiğim cesaret duygusunu hiçbir şey geri alamaz. Bugün hâlâ babamın attığı adımlar beni çocukluğuma en hızla götüren ipuçlarıdır ve şu anda çevremi saran yeşillikler içinde bile bir mucizeyle onun yanına dönsem ilk anımsayacağım yine onun bitkinliğe bağışıklığı olan, ulaşım amaçlı uzun yürüyüşler yapmış, şu ya da bu şekilde onu yuvasına döndürmeyi başarabilmiş olan sert ve yumuşak adımları olur.
··
250 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.