Devlet, köken itibariyle, insanların kendi kendilerini, yine kendi kendilerinden korumak, bu şekilde, güvenlik gereksinimlerini karşılamak amacıyla kurdukları bir örgütlenmedir. Bu büyük güç, kötü idare edildiğinde, koruyuculuk işlevini yitirerek büyük şiddetlerin ve yıkımların kaynağı haline de gelebilmektedir. Devletin hakkı karşısında bireyin hakkı, devletin varlığı karşısında bireyin varlığı, yalnız bizim ülkemizde değil, "devlet" sözcüğünün telaffuz edildiği diğer ülkelerde de, öteden beri hep bir sorun olagelmiştir. Bir ülkenin entelektüel olgunluk seviyesi, yönetim, insan hak ve özgürlükleri konusunda aldığı mesafe, bireylerin kendilerini ifade etmede duydukları güven ve rahatlık, o ülke insanlarının verdikleri bedellerle koşuttur. Yoksa "devlet" denilen organizma, temelde, kendi vatandaşının hakkını, kendi hakkından sonraya bırakmaya, "ötelemeye" doğal olarak eğilimlidir. Bunun için "kutsal bahaneler" bile bulabilir. Birey ve onun kurduğu devlet arasında, asırlardır süregelen mücadelede kazanan taraf genellikle devlet olmuştur. Bugün, baktığımızda, devletin kazandığı ülkelerin geri ve zayıf, kaybettiği ülkelerin ise genellikle ileri ve güçlü ülkeler olduklarını görürüz. Bu mücadelede, "kaybeden kazanmıştır" aslında. Zira bir söylem ve politika olarak "güçlü devlet" imajının işlenmesi, genellikle güçsüz bireyleri doğurmuştur. Eğitim seviyesi düşük, sinmiş, yılmış, etkisizleşmiş, insanlarının kendilerini ifade etmekte zorluk çektikleri, gündelik ilgi ve kaygılarının geçim derdinin ötesine geçmediği ülkelerde, birey karşısında devletin ölçüye gelmez bir güce kavuştuğu ve büyük kazanımlar elde ettiği görülebilir. Bireylerin entelektüel olgunluk açısından geliştikleri, kendi hak ve özgürlüklerine sahip çıkabildikleri ülkelerde, devletin birey karşısındaki durumunda olduğu gibi, bireyin de devlet karşısındaki varlığı, hak ve özgürlükleri, hukukla korunarak güvence altına alınmıştır.