Gönderi

Yazmak hakkında bildiklerimin çoğunu Derek Hartfield'dan öğrendim. Hemen hemen her şeyi demek daha doğru olur belki de. Ne yazık ki, Derek Hartfield'ın kendisi tam manasıyla “kısır” bir yazardı. Eserlerini okursanız siz de anlarsınız. Cümleleri anlaşılmazdır, olay örgüsü dağınık, konuları da çocuksudur. Bunlara rağmen kelimeleri silah olarak kullanabilen nadir savaşçılardan biriydi o. Hemingway, Fitzgerald ve o dönem yazarları ile kıyaslandığında bile onun yazılarındaki saldırganlığın şiddetinin hiç eksilmediğini düşünüyorum. Ne yazık ki, yaşamı boyunca Hartfield'ın karşısına tartışabileceği bir kişi bile çıkmamıştı. Zaten, kısır olmak da böyle bir şey olmalı. Sekiz yıl iki ay boyunca o bu kısırlıkla savaşını sürdürdü ve sonra da öldü. 1938 yılının Haziran ayında, güneşli bir pazar sabahı, sağ elinde sımsıkı tuttuğu Hitler'in portresi, sol elinde açık bir şemsiyeyle Empire State Binası'nın çatısından aşağı atladı. Yaşamı gibi, ölümü de dikkat uyandırmadı. Hartfield'ın baskısı tükenmiş ilk romanına tesadüfen denk gelmiştim; ortaokul üçüncü sınıfın yaz tatilinde olduğumuzu hatırlıyorum, o günlerde apışaramda çok kötü mantar olmuştu. Bana o kitabı veren amcam, üç yıl sonra bağırsak kanserine yakalandı. Tüm bedeni boydan boya, parça parça kesildi, vücudunun giriş ve çıkış yerlerine plastik borular takıldı, ıstırap çekerek öldü. Onu son görüşümde, teninin rengi kırmızımsı kahverengiye dönmüştü, bu haliyle kurnaz bir maymunu andırıyordu. Üç amcam vardı, biri Şanghay varoşlarında ölmüştü. Savaş bittikten iki gün sonra kendi gömdüğü mayınlardan birine basmıştı. Hayatta olan tek amcam, üçüncü amcam, bir sihirbazdı ve Japonya'daki kaplıcaları da içine alan turlar yapıyordu.
·
11 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.