Gönderi

"Seni seviyorum,” dedim bir kez daha ve titrek elimi uzatarak elini tuttum, dudaklarıma götürdüm, öptüm. Hiç karşı koymadı ama olduğu yerde hafifçe sindi. Haşin değil fakat çatık kaşların eşlik ettiği, kederli ve şaşkın bakışını görebiliyordum. Ardından bir karara varmış gibi elimi kendine doğru çekti ve aynı anda kendisi de biraz öne eğilerek elimi çarpan kalbinin üstüne koydu. "İşte,” diye haykırdı, "hisset hayatımın ayak seslerini! Sadece senin için çarpıyor; sadece sana ait. İyi ama bana ait mi? Nasıl boynumdaki parayı çıkarıp uzatabilir, bir ağacın dalını koparıp sana verebilirsem, kalbimi de sana öyle verebilirim. Fakat yine de benim değil o kalp! Ben apayrı bir yerde yaşıyorum ya da yaşadığımı düşünüyorum (tabii eğer sahiden varsam), güçsüz bir mahkûmum ben, reddettiğim bir güruhça sağa sola sürükleniyor, sağırlaştırılıyorum. Bu dış kalıp, tıpkı hayvanların yüreğine elini dayadığında olduğu gibi, tek bir dokunuşunla sahibi olarak seni tanıyor! Seni seviyor! Peki ya ruhum, ruhum seviyor mu? Sanmıyorum, sormaya korktuğum için bilemiyorum. Oysa sen benimle konuştuğunda kelimelerin ruha aitti, istediğin şey ruh senin, sadece ruhumla kabul edersin beni." "Olalla,” dedim, "ruh ve beden birdir, genelde aşkta da böyledir. Vücudun seçtiğini ruh sever, vücudun tutunduğuna ruh da bağlanır. Tanrı'nın işaretiyle beden bedenle, ruh ruhla birleşir. Bundan aşağısıysa (herhangi bir şeye aşağı denebilirse) sadece en yücenin ayak sesleri ve kaidesidir.” "Atalarımın evindeki portreleri gördün mü sen? dedi bana, "Anneme ya da Felipe'ye hiç baktın mı? Yatağımın başında asılı tabloya hiç baktın mı? O pozu veren kişi seneler önce öldü ve çok kötülükler yaptı bu dünyada. Fakat bir kez daha dön bak. İşte en ince hatlarına kadar benim elim, işte benim gözlerim ve saçlarım. O halde nedir gerçekte bana ait olan ve neyim ben? Senin sevdiğin ve bana âşık olduğunu düşünmene neden olan şu aciz bedenimdeki kıvrım, bir jest, sesimin bir tonu, herhangi bir bakış başkalarına aitse, ben neyim? Çağlar önce ölmüş diğerleri, benim gözlerimle başka erkeklere kur yaptılar, başka erkekler şimdi senin kulaklarında çınlayan sesin yakarışlarını dinledi. Ölülerin elleri benim göğsümde, itiyor, çekiyor, yol gösteriyor bana. Onların emrine amade bir kuklayım ben ve tek yaptığımı çok zaman önce kötülüğün elinden alınıp mezarın sessizliğine bırakılmış vasıfları, olguları tekrar hayata döndürmek. Ben miyim sevdiğin, dostum? Yoksa beni ben yapan soyum mu? Kendisini bilmeyen ya da kendisinin en küçük parçasına bile kefil olamayan kız mı? Yoksa içinde gelip geçici bir girdap oluşturduğu dere, çürüyüp gidecek bir meyvesini meydana getiren ağaç mı? Soy denen şey sahiden var ve hem yaşlı hem de sonsuz genç. Ebedi kaderini bağrında taşıyor, bağrı üstüne, denizdeki dalgalar misali insanlar gelip gidiyor; kendilerine irade verilmiş zannıyla alaya alınan insanlar... Oysa hepsi birer hiç. Ruhtan söz ediyoruz ama ruh denen şey soyun içerisinde.” "Genelgeçer bir yasa karşısında endişeye kapılıyorsun,” dedim. "Tanrı'nın ikna edebilmek için cazip, hükmedebilmek için buyurgan kıldığı sesine isyan ediyorsun. Duy o sesi, ikimizin konuşması üzerinden nasıl konuştuğunu duy! Elin elimi kavrıyor, kalbin dokunuşumla yerinden oynuyor, bizi meydana getiren bilinmez unsurlar uyanıp hep birlikte koşmaya başlıyor. Yerin çamuru hür yaşamım hatırlıyor ve bize katılma hasretiyle yanıp tutuşuyor. Yıldızların uzayda dönüp durduğu gibi, suyun gelgitleri gibi, kendimizden çok daha kadim ve yüce şeyler tarafından birbirimize doğru çekiliyoruz biz.” "Ah!” dedi Olalla, "Ne diyebilirim ki sana? Benim atalarım sekiz yüz yıl önce hükmetti bu topraklara. Bilge adamlardı, yüce, kurnaz ve zalimlerdi. İspanyolların seçilmiş bir soyuydu. Bayrakları savaşlara önderlik eder, kral tarafından kuzen diye anılırlardı. Ne var ki halk kendileri için ip sallandırıldığında ya da geri dönüp ağıllarını alevler içinde bulduğunda, atalarımın isimlerini küfürle andı. Çok geçmeden bir değişim başladı. İnsanoğlu ölümden dirildi; mademki soyu zalimden geliyordu, yine zalimle aynı seviyeye inebilirdi. Bezginliğin nefesi esti atalarımın insanlığı üstünde ve ipler gevşedi. Giderek alçalmaya başladılar. Zihinleri uykuya daldı, ihtirasları dağ kovuklarındaki sert ve şuursuz rüzgâr misali, ani bir rüzgârla uyandı. Güzellik hâlâ kuşaktan kuşağa aktarılıyordu; ama kılavuzluk eden akıl ve insani yürek artık aktarılmıyordu. Tohum devredildi, ete büründü, et kemiği sarmaladı ama bunlar zalimlerin eti kemiğiydi; akılları ise bir sineğinkine denkti. Ben sana cüret edebildiğim kadarını anlatıyorum ama lanetli soyumda çarkın nasıl tersine dönmeye başladığını sen de kendi gözlerinle gördün. Bu biçare soy içinde, küçük bir tepecikte duruyor, hem eskiyi hem ardımı; hem kaybettiklerimi hem de gelecekte daha aşağı nelere mahkûm edildiğimizi görüyorum. Peki, ölülerin evinde yaşayan ve tüm bedeniyle onların âdetlerinden nefret eden ben, efsunu tekrar mı yaşayayım? Benimki gibi gönülsüz bir ruhu daha, ıstıraplarla yaşadığım bu büyülü ve viran meskene mi bağlayayım? Şu lanetli insanlık kalıbını bir kuşağa daha devredip taze bir zehirle can verircesine ona taze hayat mı vereyim? Gelecek kuşakların suratına, ateş püskürtür gibi püskürteyim mi? Oysa benim andım içilmiş, soyum yeryüzünden silinecek. Şu an kardeşim hazırlık yapıyor, az sonra merdivende ayak sesleri duyulur. Hemen kalkıp onunla gideceksin ve gözlerimin önünden sonsuza dek kaybolacaksın. Beni, hayat dersi binbir zorlukla hikâye edilmiş ama o derse cesaretle kulak vermiş biri gibi düşün. Seni uzaklara göndermiş ama ebediyen yanında tutma hasretiyle yanan biri gibi düşün. Seni unutmaktan öte bir ümidi, unutulmaktan büyük korkusu olmayan biri gibi düşün.”
·
61 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.