Gönderi

Atsız'ın 1940'lardaki kalem kavgaları: 19351940 arasında Atsız dergi çıkaramamış, daha çok bazı kitaplarının hazırlığıyla ilgilenmiştir. 1937'de Bozkurtların Ölümü'nün ilk bölümünü yayımlamaya başlamış, 1939 yılına kadar da Şükrullah ve Müneccimbaşı tarihleriyle meşgul olmuştur. 1940 yılında Atsız'ın tekrar şiddetli bir mücadele içine girdiğini ve 19401944 arasında komünistlere karşı çok şiddetli yazılar yazdığını görürüz. Sabahattin Ali'in 1939'da Ulus gazetesinde tefrika edilen İçimizdeki Şeytan romanına karşı 1940'ta çıkardığı İçimizdeki Şeytanlar kitapçığı ile 1943'te Faris Erkman imzasıyla yayımlanan En Büyük Tehlike broşürüne cevap olarak yazdığı En Sinsi Tehlike kitapçığı bu mücadelede öne çıkan yayınlardır. Atsız'ın hayatıyla ilgili bölümde bu kalem kavgalarıyla ilgili bilgi verildiği için burada sadece Atsız'ın polemik üslubu ele alınacaktır. İçimizdeki Şeytanlar romanında Atsız ve diğer Türkçüler, yabancılar hesabına çalışan ajanlar gibi gösterilmiştir. [ Atsız ve Zeki Velidi'nin başka isimler altında yer aldığı bu romanda Türkçüler, memleket ve millet sevgisini inhisar altına aldıkları, başka bir devlet hesabına hizmet ettikleri ve insanları kanlarına göre listeledikleri gibi gerekçelerle tutuklanırlar. 1939'da tefrika edilen bu romanın âdeta 1944'teki tutuklamaları haber vermesi son derecede ilgi çekicidir. Bu konu için bk. , "Yetmiş Sekiz Yıl Önce Kurulan Bir Komplo (mu?)", misak.millidusunce.com (16.11.2017).] Atsız buna karşı sessiz kalmamış ve eski bir arkadaşı olan Sabahattin Ali'ye cevap vermiştir. Cevapta Sabahattin Ali'yle olan ilişkileri de onun zayıf karakterine vurgu yapılarak anlatılmıştır. Şöyle diyor Atsız: "Irkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için Sabahattin Ali'nin iftiralarına cevap vermek lüzumunu duyuyorum. Sabahattin Ali benim tanıdığım, hem de çok iyi tanıdığım bir insandır. Bundan dolayı cevabım tepeden inme olacak ve onu çökertecektir." (Atsız 1992: 10). Atsız söyleyeceğini yine en baştan söylüyor. "Cevabım tepeden inme olacak ve onu çökertecektir." Ve Sabahattin Ali ile birlikte ruh tahlillerine özenen romancıların alaylı bir dille eleştirisi: "Sabahattin Ali ruhî tahliller yapmağa özenmiş ve Şekspirvari uzun 'kendi kendini murakabe'lerle romanını şişirmiştir. Zaten bizim dâhî romancılarımızın hepsi mukallit oldukları için ruh tahlili, tabiat tasviri, içtimaî hayatın tenkidi vesaire gibi büyük işlere dalmak onlar için çok tabiidir." (s. 10). Atsız, roman perdesi altında kendisini ve arkadaşlarını başka devletler hesabına çalışmakla suçlayan Sabahattin Ali'ye en ağır kelimelerle hitap eder: "Kirye Sabahattinaki!... Yahut fikirlerine ve irfanına göre Yoldaş Sabahattin Aliyef!... Sen, kanı bozuk Oflu Rum dönmesi ve Marksın fikrî veledi!... Türk olmamanın, yüksek tahsilli olmamanın verdiği kıskançlıkla yanıp kavrularak kendinden üstün gördüğün herkese saldırıyor ve yetişemediğin her salkıma tilki gibi 'olmamış' diyip geçiyorsun. Senin tahtessuurundaki bütün kinler pek iyi anlaşılıyor." (s. 27). İsimler üzerinden rakibini aşağılamak Atsız'ın sık kullandığı bir yöntemdir. Tıptkı Nâzım Hikmetof gibi Sabahattin Aliyef. Elbette bu adlandırmalarda rakibin mensup olduğu ideolojiye gönderme vardır. "Sabahattinaki" adlandırmasında ise onun Rum asıllı oluşuna. Cevabı içinde olan sorular da Atsız'ın polemik üslubunda öne çıkar "Sen eskiden milliyetperver değil mi idin? Ne diye Ziya Gök Alp'ı peygamber tanıyarak şiir yazmıştın? Milliyetperverlik yolunun çok çetin olduğunu anladığın, bu yolda çabucak yükselmeyeceğin için bundan vaz geçtin değil mi?" (s. 2728). Aşağıdaki satırlar aşağılamanın en çarpıcı örneklerindendir: "Düşüncelerini açıkça söyliyemeyip gizlice yaydığın için sana korkak dersek hak vermez misin? Zavallı megaloman Sabahattin Aliyef!... Aklı kafanızdan sürsek, / İlmin içine tükürsek. / Dünyaya çevirip dirsek / Günümüzū hoş geçirsek diyen sana belki yalnızca acımak daha doğru olurdu. Çünkü kafandan süreceğin aklın kaç gram olduğu ve hele içine tükürmek istediğin ilmin beş yıllık Muallim Mektebi tahsili ile lûgatsız okunamıyan kırk elli Almanca romana inhisar ettiği düşünülünce sana acımaktan başka bir şey yapmamak gerekirdi. Fakat bu biçareliğine bakmadan Türk edebiyatı meselelerine karışman, çizmeden yukarı çıkarak tahsilin ve bilgin müsait olmadığı halde münevverlerin karışabileceği meselelere burnunu sokman sana bir ders vermenin lüzumlu olduğunu gösteriyor. Sinirlerin hasta ise herkese acıdığımız gibi sana da acırız. Fakat sinirleri hasta insanların Türk milletine telkin vermesine katlanamayız." (s. 30). “Korkak, zavallı, megaloman, biçare” sıfatlarından çok, muhatabın acınacak biri olarak aşağılanması şüphesiz daha ağırdır. Atsız, muhatabını kendi sözleriyle vurmasını da çok sever. Sabahattin Ali'nin şiirindeki "akıl" ve "ilim" sözlerinden hareketle onun akılsızlığını ve bilgisizliğini en açık ifadelerle dile getirmek Atsız'a has üslup özelliklerindendir. "Haddini bilmek, çizmeden yukarı çıkmak", Atsız Mecmua'dan beri kullandığı deyimlerdendir. Ahmet Muhip'e de Hasan Ali'ye de aynı deyimlerle ihtarda bulunuyordu. Bilgisizliğini ve tahsil eksikliğini muhatabının yüzüne söylemek de aynı şekilde Atsız'ın başvurduğu aşağılamalardandır. Bilmediği, tahsil ve kültürünün yetmediği meselelere kimse "burnunu sokmamalı"dır. "Ders vermek" de Atsız'ın polemik üslubuna hastır. Haddini bilmediğini, çizmeden yukarı çıktığını, bilmediği meselelere karıştığını düşündüğü kimselere, özellikle bu kimseler Türkçülüğe ve Türkçülere saldırıyorsa, "ders vermek" Atsız'ın işidir. Fakat bu cevapta Atsız ders vermekle kalmaz, muhatabını düelloya da davet eder. Vaktiyle milliyetçi olduğu için eski ve samimi bir arkadaşı olan, fakat sonra, Atsız'ın bütün önleme gayretlerine rağmen, "zayıf karakteri" dolayısıyla komünist olup "sapıtan" Sabahattin Ali'ye düello teklif etmesi, kalem kavgaları tarihimizde eşine az rastlanır bir durumdur: "Haddini bilmezsen durumun bir hastanın durumu olmaktan çıkar. O zaman da bizimle her şekilde çarpışmayı göze almalısın. Biz Türkçülerle siz komünistlerin, fikir sahasında anlaşmamıza imkân olmadığı için, toplu bir hâlde, yumruklarımızın hakkını vererek çarpışmamız pek hoş olurdu. Çünkü fikirlerin halledemediği davaları kan halleder. Gerçi komünistler bu yiğitliği gösteremez. Fakat benim sana gayet samimî ve erkekçe bir teklifim var: Sen yedek subay olduğun için süngü kullanmasını bilmen icap eder. Bu davayı kökünden halledebilmek için benimle, şehirlerden uzak bir yerde süngü veya kılıçla bir ölüm-dirim çarpışmasını göze alacak kadar yüreğin var mı? Biz birbirimize ölüme kadar düşmanlık güdecek olan iki zümreyiz. Fikir savaşından bir sonuç çıkmadığını biliyorsun. Her halde senin de istediğin 'birşeyler' yapmalıyız. Türk gençliğini roman ve hikâye ile zehirlemekte devam etmene engel olmak için sana bu teklifi yapıyorum. Fikir sahasında bizimle boy ölçüşemezsiniz. Fakat gizlice bazı kimseleri kandırabilirsiniz. Bunun da önüne geçmek için sana en şerefli iki silâhtan biriyle, ikimizden biri ortadan kalkıncaya kadar, vuruşmayı teklif ediyorum. Bilmem ki bu şerefi de tepecek misin?..." (s. 3031). Atsız'ın Sabahattin Ali ile olan macerası özel bir incelemeye değecek kadar ilgi çekicidir. 1944'teki meşhur “Irkçılık-Turancılık Davası"nın başlangıcı dahi Atsız-Sabahattin Ali davasına gider. Atsız'ın, Orhun'un 1944 Mart ve Nisan sayılarında, dönemin başvekili Şükrü Saracoğlu'na yazdığı ve Atsız-Sabahattin Ali davasına yol açan açık mektuplar da onun eleştiri ve polemik üslubunun tipik örnekleridir. 1943'te yaymlanmış bulunan Faris Erkman imzalıEn Büyük Tehlike broşürü de Türkçüleri faşist ve Alman taraftarı gösteriyor, Atsız'ı da "Irkçı türkçülerin en cüretlilerinden, en küstahlarından biri" olarak niteliyordu. Atsız'ın Çınaraltı dergisinde çıkan "Türk gençliği nasıl yetiş meli?" makalesini de "hezeyanname" olarak adlandırıyor; "Bu pan türkist, Turancı, ırkçı, Türkçü kuklalar iplerini tutan yabancı ellerin istediği oyunları onların istedikleri gibi oynamaktadırlar." diyerek Türkçüleri, ipleri yabancıların ellerinde olan kuklalar olarak gösteriyor; sık sık da Atsız'ın Hesap Böyle Verilir kitapçığına atıflar yapıyordu (Erkman, Ekim 2002: 46, 32, 14, 19, 48). ( Bu broşürü Ekim 2002'de, Suat Derviş'in Niçin Sovyetler Birliğinin Dostuyum? kitabıyla birlikte, "Kırklı Yıllar 1" adıyla tekrar yayımlayan Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı'nın "Sunu"suna göre, Faris Erkman imzalı broşür aslında, "o dönemde Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi Teşkilât Sekreteri olan Reşat Fuat Baraner tarafından" kaleme alınmıştı. O dönemde kanunların yasak ettiği bir partinin teşkilat sekreteri olan Baraner'in, broşüründe, milliyetçileri "Cumhuriyet kanunlarını ve nizamlarını hiçe saymakla" suçlaması (Erkman, Ekim 2002: 14) hayli ilgi çekicidir) Atsız kalemi eline aldı ve En Sinsi Tehlike'yi yazdı. Irkçılık, faşistlik, Alman ajanlığı ve Türkçülüğün yabancı malı olduğu suçlamalarına cevap verdi. Atsız'ın bu kitapçığına hâkim olan fikir ve üslup bu iddialara cevapla ilgilidir. Faris Erkman'ı tanımadığı (Atsız, bu imzanın arkasındaki ismi de o zaman bilmiyordu.) için şahsiyata girişmez. Onun Darüşşafaka'dan mezun olduğunu öğrenmiştir; sadece bu tarafıyla Erkman'ın şahsına bir hücum vardır: "Fakat Darüşşafakadan mezun olduğunu işittikten sonra bunun bir Müslüman öksüz olduğunu herkesle birlikte ben de öğrendim. Bu, milli şeref ve haysiyet öksüzü tarafından ihtiyatlı bir dil ve gûya Türkiye hükümetinin fikirlerini benimser bir eda ile yazılan broşürün içinde, şahsî ihtirasları uğrunda Türkiye'yi savaşa sürüklemek isteyen ve Türkçülükle ırkçılığı Almanlardan alarak bir vasıta gibi kullananlar arasında benim de adım geçiyor." (Atsız 1992: 59). Atsız'ın 1943'teki kalem kavgalarından biri de, Reha Oğuz'un, 5 Kasım 1942 tarihli Gök Börü dergisinde Cihat Savaş Fer imzasıyla yazdığı “Hesap Veriyoruz” yazısına cevap olarak yayımladığı Hesap Böyle Verilir adlı kitapçıkta görülür. Hamza Sâdi Özbek'in "Tanrı Ona Yardım Etsin” başlıklı yazısının da bulunduğu kitapçık, 1943'te Aylı Kurt Yayınları arasında çıkmıştır. Reha Oğuz'la ilişkilerin de hikâye edildiği bu eserden de Atsız'ın polemik üslubundaki alaycılığı gösteren bir alıntı yapıyorum: "Reha, önderlik duygusunu doyurmak için gizli cemiyetler kurmağa ve Ankara'daki Ziraat Fakültesi talebelerinden bazılarını buna sokmağa uğraşmıştı. Bunu başaramayınca aynı şeyi İstanbul'da yapmağa ve tabancalı, bıçaklı törenlerle aza kaydına kalkmışsa da şimdiye kadar bu cemiyete yalnız Yusuf Kadıgil'i alabilmiştir. Eski bir talebem olan Yusuf Kadıgil bu cemiyete mahiyetini öğrenmek için kasten girerken Rehanın daima taşıdığı tabanca ortaya çıkmış, müthiş bir gizli tören yapılmış ve cemiyetin bütün azası, yani Reha ile Cihat, Yusuf Kadıgil'i cemiyete almışlardır." (Atsız-Özbek 1943: 29).
94 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.